BEDİÜZZAMAN: MEDENİYET DAİRESİNDE UMUMİYETLE HÜKÜMFERMA HÜRRİYET-İ VİCDAN DÜSTURUNU KIRMA CÜR’ETİNİZLE HANGİ KUVVETE DAYANIYORSUNUZ?
DİZİ: RİSALE-İ NUR EKOLÜ VE AVRUPA BİRLİĞİ - 4
AHMET BATTAL
Birinci Bölüm: Nur Talebeleri ve demokratlar AB için de aynı düşünüyor
İkinci Bölüm: Meşveret, hürriyet ve adalet için AB
Üçüncü Bölüm: Avrupa ikidir
Beşinci Bölüm: Sinsi İngiliz siyasetini Risale-i Nur mağlûp etti
Altıncı Bölüm: Dindar İsevîlerin bir temsilcisi AB’dir
***
4. Avrupa’nın “zekâ tarlaları”nın 9 yeni mahsulleri
1914 öncesinde ve bilhassa iki dünya savaşı süresince kömürü çelik yapmakta ve çeliği de birbirlerinin ortak medeniyet binasını yıkmak için tahrip gücü yüksek bomba ve silâh yapmakta kullanmış olan Avrupalılar, bu kâbustan büyük zayiatla uyandılar. Ve, “yeter artık, bundan böyle kömürü ve çeliği aramıza yeni ve sun’î siyasî sınırlar koymak ve yeni tel örgüler çekmek için değil, Alp’i, Manş’ı … geçmek için tüneller yapmak; Volga’yı, Dona’yı, Tuna’yı, Don’u veya Ren’i, Sen’i … aşmak için köprüler yapmak üzere kullanmalıyız” dediler.
Âkil adamlarının ve Kiliselerinin öncülüğüyle Avrupa bunu başardı ve barışı tesis etti. Böylece farklı din, mezhep ve kültürlere mensup milletleri, insan haklarına dayalı demokratik hoşgörü çatısı altında ve barış içinde bir arada yaşatma projesinin ilk adımı olan Avrupa Kömür ve Çelik Birliği hayata geçti.
Bu “örnek birlik”, temelinde yatan müzakere kültürünün de bir gereği olarak meselelerinin çözümünü “ağırdan alması”yla ve aslında teenniyle hareket etmesiyle dikkat çekti. Bu Birlik, o zamana kadar Amerika Birleşik Devletleri ve diğer bazı örnekleriyle bilinen federatif ya da konfederatif yapılardan daha farklı ve daha esaslı temellere oturan bir Birlik idi ve bu da önemli bir örneklik görevi gördü.
5. AB hakkında Bediüzzaman’ın erken öngörüsü
Yukarıda ele aldığımız ve bilhassa iki dünya savaşının şiddetlendirdiği “kalıcı barış” ihtiyacını, Bediüzzaman, çeşitli şekillerde dile getirmişti:
5.1. Öncelikle Birinci Dünya Savaşından hemen sonra kaleme aldığı Lemaat adlı eserinde şöyle demektedir:
Kurun-i Ulâdaki mecmu-i vahşet ve cinayet, hem gadir ve hem hıyanet, Şu medeniyet-i habise tek bir defada kustu. Midesi daha bulanır. Demek daha dehşetli kusacak.
Yani Batının habis medeniyeti Orta Çağlardaki bütün hıyanetlerinin ve zulüm ve cinayetlerinin tümünü ve daha fazlasını Birinci Dünya Savaşı ile bir kerede kustu. Üstelik midesi bulanmaya devam ediyor. Demek mide temizliği ve kusma ihtiyacı bitmemiş ki -1920 itibariyle- mide bulantısı sürüyor.
5.2. Bediüzzaman bu metne İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra şu dipnotu ekliyor:
Haşiye: Evet, iki Harb-i Umumî ile öyle kustu ki, hava, deniz, kara yüzlerini bulandırdı, kanla lekeledi.
Yani Avrupa ve Dünya orduları Avrupa merkezli kara, deniz ve hava savaş teknolojisiyle öyle bir kan döktü ki tüm dünyayı kanla lekeledi.
5.3. Nitekim Bediüzzaman ilk baskısını 1911’de yaptığı ve İkinci Dünya Savaşı sonrası gözden geçirip geliştirerek yeniden yayınladığı Hutbe-i Şamiye adlı eserinin ikinci baskısında İslâm’ın istikbalinin parlak olduğuna dair delilleri sıralarken şunları ifade ediyor:
Medeniyetin günahları iyiliklerine galebe edip, seyyiatı hasenatına racih gelmekle, beşer iki Harb-i Umumî ile iki dehşetli tokat yiyip, o günahkâr medeniyeti zirüzeber edip, öyle bir kustu ki, yeryüzünü kanla bulaştırdı. İnşaallah istikbaldeki İslâmiyetin kuvvetiyle, medeniyetin mehasini galebe edecek, zemin yüzünü pisliklerden temizleyecek, sulh-i umumîyi de temin edecek.
Bu ifadeler kısaca şu anlama gelebilir:
Batı Medeniyeti’nin günahları iyiliklerine galip oldu ve kötülükleri de güzelliklerine tercih edildi ve böylece insanlık iki Dünya Savaşı ile dehşetli tokat yedi; o günahkâr medeniyeti yerle bir etti, midesindeki zehri masum sivil kitleleri etkileyen savaşlar ve zulümler olarak öyle bir kustu ki tüm dünyayı kana buladı. Ama İnşallah -şimdiki değilse de- gelecekteki İslâmiyet öyle bir pozitif kuvvete sahip olacak ki; bu kuvvet sayesinde, bu kere, medeniyetin iyilikleri kötülüklerine galip gelecek. Ve bu medeniyet, hem yeryüzünü zulümlere ve savaşlara kaynaklık etmiş olan eski kirlerden temizleyecek ve hem de dünya barışını sağlayacak.
5.4. Bu bilgilerden de anlaşılacağı üzere Bediüzzaman Avrupa’nın kendi iç barışını dünya barışının bir başlangıcı olarak görmekte ve dolayısıyla Avrupa Birliğine bu yönden özel bir anlam ve değer yüklemektedir.
Yine bu yoruma göre Bediüzzaman bir barış ve medeniyet projesi olan Avrupa Birliği’ne karşı değil, taraftardır.
6. Ortak savaşın ortak dersi: Vicdan hürriyeti
Bediüzzaman Avrupa Devletleri’nin ancak iki Dünya Savaşı sonunda ulaştığı din ve vicdan hürriyetinin, İslâm’ın temellerinden biri olduğunu tesbit etmekte ve bu yönüyle öne çıkan Avrupa Birliğini de olumlu karşılamış olmaktadır.
Gerçekten, kalbimizi yaratan Allah kalbimizden geçenleri de bildiğine göre, bir dine mensubiyet, Allah için ve Allah nazarında, ancak ihlâs ile olursa gerçek bir mana ifade eder. Buna göre de, bütün dinler ve onun samimî mensupları için, ihlas ve samimiyet, mensubiyetin olmazsa olmaz şartıdır. Ancak gerçekte dindar olmayıp dini dünya ve dünyevî güç ve başarı için kullananlar, dine mensup olanların ihlâsını değil sayısını ve maddî kuvvetini değerli görür. Bu ise açık bir sapmadır.
Din hürriyetine nazaran daha geniş kapsamlı görünen, ama aslında din hürriyetinin bir alt basamağı olan vicdan hürriyeti de fertlerin dilediği fikre ve ideale sahip olabilmesini ve fikir farklılıklarının devlet karşısında bir anlam veya önem ifade etmemesi gerektiğini ifade eder.
Bediüzzaman hür dünyanın vicdan hürriyeti hususunda ulaştığı seviyeyi şu şekilde tarif ediyor:
Gerçi o tarihte, dini, dünyadan tefrik (ayırmak) ile dinde ikrâha (zorlamaya) ve icbara (cebre) ve mücahede-i diniyeye (dinî hizmet/cihad) ve din için silâhla cihada muarız (karşı) olan hürriyet-i vicdan (vicdan hürriyeti), hükümetlerde (devletlerde) bir kanun-u esasî, bir düstur-u siyasî oluyor ve hükümet (devlet), lâik cumhuriyete döner. Fakat ona mukabil mânevî bir cihad-ı dinî, iman-ı tahkikî (hakikî iman) kılıcıyla olacak. Çünkü, dindeki rüşd-ü irşad (insanı hakikî insan etme) ve hak ve hakikati gözlere gösterecek derecede kuvvetli bürhanları izhar edip tebyin ve tebeyyün eden (delilleri gösterip açıklayan) bir nur, Kur’ân’dan çıkacak…
Bu ifadelere göre laiklikle birlikte vicdan hürriyeti esas olacağından başta Türkiye Cumhuriyeti olmak üzere İslâm ülkelerinin devletleri “silâhla fetih devleti” anlamında “İslâm devleti” olmaktan çıkacak ve fakat vicdan hürriyeti sayesinde gelişecek olan sivil ve hür bir hizmet anlayışı bu boşluğu dolduracak.
Bu cümlelerle kast edilenin AB tipi laiklik ve vicdan hürriyeti olduğunda şüphe yoktur.
7. Vicdan hürriyetinin muhafızı olan Avrupa ve Birlikleri
Bediüzzaman, Mektubât adlı eserinde, 1934’te yazdığı bir bahiste, CHP’nin tek parti idaresi altında kendisi ve talebelerinin şahsında bütün dindarlara yapılan baskılara ve zulümlere itiraz ederken, vicdan hürriyeti ile ilgili olarak şunları ifade ediyor:
Nev-i beşerde, hususan bu asr-ı hürriyette (özellikle hürriyetler asrında) ve bilhassa medeniyet dairesinde (Batı toplumlarında) hemen umumiyetle hükümferma hürriyet-i vicdan düsturunu kırmak ve istihfaf etmek (hafife almak) ve dolayısıyla nev-i beşeri istihkar etmek (insanlığın ortak müktesebatını hor görmek) ve itirazını hiçe saymak kadar cür’etinizle, hangi kuvvete dayanıyorsunuz?
Hangi kuvvetiniz var ki, siz kendinize “lâdinî” ismi vermekle ne dine, ne dinsizliğe ilişmemeyi ilân ettiğiniz halde, dinsizliği mutaassıbâne (bağnazca) kendine bir din ittihaz etmek tarzında, dine ve ehl-i dine böyle tecavüz, elbette saklı kalmayacak, sizden sorulacak. Ne cevap vereceksiniz?
Yirmi hükümetin en küçüğünün itirazına karşı dayanamadığınız halde, nasıl yirmi hükümetin birden itirazını hiçe sayar gibi hürriyet-i vicdaniyeyi cebrî bir surette (zor kullanarak) bozmaya çalışıyorsunuz?
Bu metinde öncelikle laikliğin nasıl anlaşılması gerektiğine yer verilmekte ve muhalefetsiz CHP iktidarının icraatının bu bağlamda bir eleştirisi yer almaktadır.
İkinci olarak medeni dünyanın ortak değerlerine dayanan ve “uluslar arası kamuoyu” da denilebilecek olan küresel baskı grubunun bu zulümlerin hesabını soracağı ve Türk Devleti’nin bu hesabı veremeyeceği ifade edilmekte ve hükümet ikaz edilmektedir.
Son cümledeki “yirmi hükümet” ve “en küçüğü” meselesinin üzerinde ayrıca durmak gerekir.
Bazı internet kaynakları, herhangi bir somut delile ya da bilgiye dayanmaksızın, soyut tahmin biçiminde, buradaki yirmi devlet’in, Milletler Cemiyeti’nin üyeleri olduğunu ve en küçüğünün de Vatikan Devleti olduğunu ifade ediyor.
Ancak 1920’de 32 üye ile kurulan Milletler Cemiyeti 1924’te 55 ülkenin üye olduğu bir büyüklüğe ulaşmıştı.
Dolayısıyla Bediüzzaman’ın 1934’te kaleme aldığı yukarıdaki metinde geçen “yirmi hükümet” ile bu cemiyetin kast edilmiş olması muhtemel görünmüyor. Bu durumda bu metindeki yirmi hükümet ile belki Milletler Cemiyeti’nin tüm üyeleri değil de Avrupa’daki üye ülkeler kastedilmiş olabilir. Zira metnin içindeki hürriyet ve bilhassa vicdan hürriyeti vurgusu sebebiyle Bediüzzaman bu tarihte bu oluşumun çekirdek üyelerini ifade ediyor olabilir.
8. “Küresel Köy”ün ilk İhtiyar Heyeti Cemiyet-i Akvam ve Bediüzzaman
Cemiyet-i Akvam (Kavimler Cemiyeti/Milletler Cemiyeti) Birinci Dünya Savaşı’nın sonlarında ABD Başkanı Woodrow Wilson tarafından ortaya atılan fikrin savaş sonrası barış görüşmeleri sırasında olgunlaşması üzerine, 1920’de, savaşta tarafsız kalmış olan İsviçre’nin Cenevre şehrinde kuruldu. Bu uluslar arası cemiyet barış için uluslar üstü örgütlenme ihtiyacının birinci adımı idi.
Bu örgüt hakkında ve bu örgüte Türkiye’nin de üyeliği için Ankara Hükümeti’nin talimatıyla ve İstanbul Hükümeti’nin de izniyle İstanbul’da Darülfünun müderrislerince (İstanbul Üniversitesi’nin hocalarınca) kurulan “Cemiyet-i Akvama Müzaheret Cemiyeti” karşısında, o tarihte İstanbul’da ve Dâr-ül Hikmet’il İslâmiye (Osmanlının en yüksek ilmî ve dinî kurulu) üyesi olan Bediüzzaman’ın tutumunun ne olduğu hakkında da net bir fikir sahibi değiliz.
Aynı şekilde Türkiye Cumhuriyeti’nin 1932’de Cemiyet-i Akvam’a üye olması hususunda Bediüzzaman’ın tavrı da belirgin değildir. Ancak Bediüzzaman’ın aşağıda ele alacağımız Batı ile ilişkileri ve karma ve Batılı Birlikler hakkındaki görüşleri bu hususta da bir ipucu verebilir.
9. İngiltereli Bağdat Paktı ve Bediüzzaman
Bediüzzaman’ın, İkinci Dünya Savaşı sonrasında 24 Şubat 1955’te yine bir barış ve bağımsızlık projesi olarak Türkiye ve Irak arasında kurulan ve aynı yıl 4 Nisan’da İngiltere, 23 Eylül’de Pakistan ve 3 Kasım’da da İran’ın üye olduğu Bağdat Paktı’nı (CENTO’yu) destekleme gerekçeleri de Bediüzzaman’ın Avrupa Birliği’ne ve genel olarak barış temelli birliklere bakışı hususunda bir fikir verebilir.
Bediüzzaman’ın 1955’te Cumhurbaşkanı Celal Bayar ve Başbakan Adnan Menderes’e hitaben yazdığı uzun mektubun girişi şu şekildedir:
Sizlerin Pakistan ve Irak’la gayet muvaffakiyetkârâne ittifakını, bu millete kemali samimiyetle, sürur ve ferah ile kazanmanızı bütün ruhu canımızla tebrik ediyoruz. Bu ittifakınızı, inşaallah 400 milyon İslâm’ın sulh-u umumiyesine (genel barışına) ve selâmet-i âmmenin teminine (genel kamu düzeninin sağlanmasına) kat’î bir mukaddeme (kesin bir başlangıç) olarak ruhumda hissettim. Ve namaz tesbihatındaki kuvvetli bir ihtar ile bunu size yazmaya mecbur kaldım.
Ardından ırkçılık tehlikesine dikkat çektikten sonra şu ifadelerle bu paktın hedefini yeniden gündeme getirip destekliyor:
Sizin bu defaki Irak ve Pakistan’la pek kıymettar ittifakınız, inşaallah bu tehlikeli ırkçılığın zararını def edecek ve dört beş milyon ırkçıların yerine, 400 milyon kardeş Müslümanları ve 800 milyon sulh ve müsalemet-i umumiyeye (genel kamu düzenine) şiddetle muhtaç Hıristiyan ve sair dinler sahiplerinin dostluklarını bu vatan milletine kazandırmaya tam bir vesile olacağına ruhuma kanaat geldiğinden, size beyan ediyorum.
Görüldüğü gibi Bediüzzaman bu paktı sadece o zaman tahminen 400 milyon sayılan Müslümanların değil bütün insanlığın selâmetine katkı yapacağı için alkışlıyor. Üstelik üyelerinden biri de İngiltere olduğu halde bu müjde ile birlikte ikazını da yapıyor.
—Devam edecek—