Enstitü |
Cüz-i ihtiyârî |
Bazen insan kendini sınırsızca hür hisseder. İlgilenmediği ve karışmadığı hadise kalmaz. Her şeyle içli dışlı olur. Kâinata bile çeki düzen vermeye çalışır. Bazen ise küçük bir meselenin, ehemmiyetsiz bir hadisenin ve bir anlık zamanın girdabında boğulmaktan kendini kurtaramaz. Dar bir kafese kapatılmışçasına-–çaresizce—feryad ü figân eder. Bu gelgitler insanın hürriyetinin mahiyetine ve sınırlarına dair bir kısım sorulara zemin hazırlar: “İnsan hür müdür, değil midir? İnsan hür ise, ne kadar hürdür? Hürriyetin sınırlarını ne belirler? Cüz-i ihtiyarinin hakikati nedir? Cüz-i ihtiyari sadece insana mahsus bir şey midir?” Her insan vicdanında, hür bir şekilde yaptığı işlerle mecburen yaptıklarını birbirinden ayıran gizli bir hakikatin varlığını hisseder. Belki hürriyetin ve cüz-i ihtiyarinin mahiyetini birçok kişi gerçek mânâda kavramaktan acizdir. Fakat cüz-i ihtiyarın varlığına dair vicdanî sesi de kolay kolay kimse inkâr etmemiştir. Ruh, hayat, akıl gibi mahiyeti az bilindiği halde varlığından kesinlikle emin olunan birçok şey vardır. Cüz-i ihtiyari de bu sınıfa dâhil edilebilir mahiyettedir. Cüz-i ihtiyari “adem-i mesuliyetten (sorumsuzluktan) kurtarmak”1 gayesiyle insana ihsan edilmiştir. Cüz-i ihtiyari sayesinde hayatın sorumluluğu üstlenilir. Bediüzzaman’ın ifadesiyle “Cenâb-ı Hak, insanlara kemâl için bir istidat, teklif için bir kabiliyet ve bir ihtiyar vermiştir.”2 Başta iman olmak üzere insanı yaratılış gayesine ulaştıran her türlü nimetin hak edilmesi, cüz-i ihtiyariyi kullanmaya bağlanmıştır. Bu sebeple olsa gerektir ki, Sa’d-ı Taftazani, imanı; “Cenâb-ı Hakk’ın, istediği kulunun kalbine, cüz-i ihtiyarinin sarfından sonra ilka ettiği bir nurdur”3 diye tarif etmiştir. İnsan yeryüzüne imtihan ve tecrübe için gönderilmiştir. İmtihan ve tecrübe ise cüz-i ihtiyarinin olmasını gerektirir. Cüz-i ihtiyarinin tercihlerini iyiye, güzele ve doğruya yönlendirmek için de hak din gönderilmiştir. Hak din-–zorlamadan, mecbur bırakmadan—cüz-i ihtiyarinin fiillerini tanzim eder. Bediüzzaman bu ince sırrı şöyle izah etmiştir: “Din bir imtihandır, bir tecrübedir; ervâh-ı âliyeyi, ervâh-ı sâfileden tefrik eder… Akla kapı açacak, ihtiyârı elinden almayacak… Herkes tasdike muztar olsa, o vakit kömür gibi bir istidad, elmas gibi bir istidad ile beraber kalır. Sırr-ı teklif ve netice-i imtihan zâyi olur.” 4 Yaratma yalnızca Allah’a mahsustur. Bu sebeple insanın cüz-i ihtiyarının en küçük bir fiili bile yaratma gücü yoktur. Cüz-i ihtiyari yaratamadığı gibi, yaratılmış harici bir varlığı yoktur. Bu sebeple cüz-i ihtiyari “emr-i itibari”dir.5 Cüz-i ihtiyari, harici varlığı olmayan metre, santigrad, gram, megahertz, saniye gibi ölçülere benzer. Cüz-i ihtiyari, Allah’ın sonsuz iradesini keşfetmek ve tanımak için ihsan edilmiş bir ölçü birimidir. Cenâb-ı Hak, insanın fiillerini cüz-i ihtiyarını dikkate alarak yaratır. Bediüzzaman’ın ifadesiyle cüz-i ihtiyariyi, “irade-i külliyesinin taallukuna bir şart-ı adi”6 yapar. Cüz-i ihtiyarinin hakikati hakkında Ehl-i Sünnetin iki farklı yorumu vardır. Birinci yorum İmam-ı Maturidi’nin, ikincisi de İmam-ı Eş’ârî’nin yorumudur. İmam-ı Maturidi, cüz-i ihtiyarinin hakikatinin meyillere dayandığını söylemiştir. İmam-ı Maturidi, meyilleri “emr-i itibari” olarak kabul ettiği için insana vermiştir. İmam-ı Eşari ise meyillerin Allah tarafından yaratıldığını kabul etmiştir. Bu sebeple meyillerdeki tasarrufun “emr-i itibari” olduğunu savunmuş ve cüz-i ihtiyarinin hakikatinin bu tasarruf olduğunu düşünmüştür. Her iki imamın ortak kanaati “emr-i itibari” olan bir şeyin insana ait olabileceğidir. Yani insanın kendi fiillerini yaratamayacağı düşüncesidir.7 İnsanın hayatında kaderin hâkim olduğu zamanlar da vardır. “Kader söylese, iktidar-ı beşer konuşmaz, ihtiyar-ı cüz’î susar.” 8 Kaderin cüz-i ihtiyârîyi susturduğu durumlarda insandan mes’uliyet kalkar. İnsanda cüz-i ihtiyarı dinlemeyen ve mesuliyet altına girmeyen duygular da vardır. Bediüzzaman, “teşhis edemedim” dediği bu duygulara dair “ihtiyar ve iradeyi dinlemezler, belki de mes’uliyet altına da giremezler. Bazan o lâtifeler hükmediyorlar, hakkı dinlemiyorlar, yanlış şeylere giriyorlar” 9 tesbitini yapmıştır. Ayrıca, dimağdaki ilmin yedi mertebesinden10 “tahayyül, tasavvur, tevehhüm ve tefekkür” mertebeleri de cüz-i ihtiyariyi dinlemediklerinden insanı dini sorumluluktan kurtarırlar.11 İstidat ve kabiliyetlerin inkişafını temin eden cüz-i ihtiyaridir. İstidatlar manevî çekirdeklerdir. İstidat çekirdekleri, ya dünya hayatının toprağı altında çürüyerek bozulur veya ahiret hayatının ebedî meyvelerini yetiştirirler. Bu hayatî kararı alan ise cüz-i ihtiyaridir. Yani, cüz-i ihtiyarinin önünde iki ana yol vardır. Birincisi, istidat ve kabiliyetlerini nefsin geçici arzularını tatmin yolunda manen çürütüp israf etmektir. İkincisi ise, “İslâmiyet suyu”, “iman ışığı” ve “ubudiyet toprağı” ile manen besleyip terbiye ederek, ahiret âlemlerinde ebedî meyveler veren bir fidana dönüştürmektir.12 Nefsin kontrolüne terk edilmiş bir cüz-i ihtiyârî birinci yolun; Kur’ân’a teslim olmuş bir cüz-i ihtiyari ise ikinci yolun yolcusudur. İnsana verilen cüz-i ihtiyarinin eli kötülükte gayet uzun, iyilikte ise çok kısadır. Çünkü iyilikleri emredip isteyen “rahmet-i İlâhiye”dir. İyiliklerin yaratılışı da “kudret-i Rabbaniye” iledir.13 Bu sebeple iyiliklerin meydana gelmesinde insanın cüz-i ihtiyarının çok az bir payı vardır. Ayrıca bir şeyin yaratılışı için bütün şartların hazır olması gerekirken, yokluğu için sadece tek bir şartın eksikliği yeterlidir. Bu yüzden bazen cüz-i ihtiyarinin küçük bir ihmaliyle çok büyük kötülükler ortaya çıkabilir. Bir kibritin ormanı yakması, bir anlık uykunun elim bir trafik kazasına yol açması, bir gram siyanürün tonlarca suyu zehirlemesi misâli… Varlıklar içinde ihtiyarı en geniş insandır. Buna rağmen yemek, konuşmak ve düşünmek gibi her daim kolayca yaptığı işlerin, ancak yüzde biri insanın cüz-i ihtiyarındadır. Meselâ, ağzına götürdüğü bir nimetin yaratılışı için bahçeden, atmosferden, bahardan güneş sistemine varıncaya kadar mükemmel bir yaratılış silsilesinin işlemesi gerekir. Önündeki nimeti keyifle ve lezzetle yiyebilmesi için ise kolları, kasları, kemikleri, gözü, burnu, ağzı, nefsi, aklı, kalbi, ruhu vb. bütün maddî ve mânevî cihazlarının sağlıklı olmasına ihtiyacı vardır. Trilyonlarca hücresinin beslenmesi için ise sindirim sistemi, dolaşım sistemi, sinir sistemi vb. iç içe sayısız sistemlerin kusursuz işlemesi gerekir. İnsan ise bütün bu faaliyetlerin çok az bir kısmına müdahildir. Aslında insanın vazifesi istemekten başka bir şey değildir. İnsanın “Ben yaptım” diyerek kendinden bildiği en sıradan işlerinde bile cüz-i ihtiyarının fonksiyonu ancak yüzde birdir. Geri kalan yüzde doksan dokuzluk kısımda insanın vazifesi, yalnızca teslimdir, rızadır, duâdır. Bediüzzaman’ın hakikatli ifadeleriyle hülâsa edilirse: “Kudret, insanı çok dairelerle alâkadar bir vaziyette yaratmıştır. En küçük ve en hakir bir dairede, insanın eli yetişebilecek kadar insana bir ihtiyar, bir iktidar vermiştir. Ferşten Arş’a, ezelden ebede kadar en geniş dairelerde insanın vazifesi, yalnız duâdır.” 14 Kâinattaki faaliyetlerin çok büyük bir kısmı, insanın cüz-i ihtiyarı dışında gerçekleşir. Her şeyin düzenli, sistemli yaratılışı ve neticede sayısız faydaların açığa çıkması, bütün faaliyetlerin İlâhî bir kast ve irade ile gerçekleştirildiğini göstermektedir. Zerreden güneşe kadar bütün varlıkları birbirine bağlayan “yaratılış kanunları”nın mevcudiyeti külli, İlâhî bir iradenin apaçık bir delilidir. İlâhî bir kast, ihtiyar ve irade ile yaratılışın en çarpıcı bir misâli ise, insan yüzünün farklılığı ve imtiyazıdır. İlk insandan günümüze kadar yaşamış bütün insanlara özel bir yüz verilmiştir. İnsanların yüzlerindeki eşsizliği gören biri, Allah’ın ihtiyarını ve iradesini kabul eder; “mucib-i bizzat” olmadığını, kanunlarına mahkûm kalmadığı ve küllî iradesiyle her şeyi istediği gibi yaratabildiğini fark eder. Âdetullah denilen yaratılış kanunlarının istisnaları da vardır. Meselâ, bir bebeğin doğması için anne ve baba perde yapıldığı halde, Hz. İsa’nın (as) doğumunda bu âdet perdesi yırtılmıştır. Hatta bütün nevlerin Âdem ve Havvaları ile bu İlâhî kanun daha başta ihlâl edilmiştir. Cenâb-ı Hak, “şüzuzât-ı kanuniye” denilen olağanüstü icraatlarıyla, varlıklara farklı simalar ve şahsiyetler ihsan etmesiyle, yağmur gibi bir kısım işlerinin vakitlerini gizlemesiyle “fail-i muhtar” olduğunu ihtar etmektedir. Kâinattaki-–küçük, büyük, az, çok, âdi, âli—herşeyin, her anda, her halinde Allah’ın küllî iradesiyle yaratıldığına dikkat çekmektedir.15 İnsan hem bütün varlıklarla, hem de gelmiş ve geçmiş bütün zamanlarla alâkadardır. Arzuları ve korkuları ise sınırsızdır. Bir çiçeği istediği gibi, baharı da, Cenneti de ister. Bir virüsten korktuğu gibi, ölümden de, Cehennemden de korkar. Bu yönüyle çok fakir ve çok aciz olan insanın bütün serveti ve gücü sadece cüz-i ihtiyârîdir. Cüz-i ihtiyârî ise, yaratma gücü olmayan ve kisbden başka elinden bir şey gelmeyen bir özelliktir. Bu sebeple insanın sonsuz kudret ve zenginlik sahibi bir Yaratıcıya intisap etmesine ihtiyacı vardır. Devlet gücüne dayanan bir askerin kendi gücünden binler defa daha fazla işler görmesi gibi; Allah’a intisap eden bir cüz-i ihtiyârî de harikulâde bir tarzda işlerinde başarılı olur, hem dünyada hem de ahirette hedeflerine ulaşır.16 Cüz-i ihtiyari yalnızca insanlara mahsus bir özellik değildir. Gerçi, ihtiyar noktasında en yüksek salâhiyet sahibi insandır. Fakat insanlar gibi cinler, melekler ve hayvanlar da cüz-i ihtiyari sahibidirler. Meleklerin bir kısmı yalnızca ibadet yapmakla vazifelidirler. Bir kısmının ibadetleri ise, vazifelerinde ve amellerindedir. Bu ikinci kısım meleklerin vazifelerinden biri de, nezaret ettiği nev’in ef’âl-i ihtiyariyesini tanzim etmektir. Meselâ, arılara nezaret eden bir melek, arı nev’ine verilen cihazların en güzel bir şekilde kullanılması ve yaradılış gayesine yönlendirilmesiyle vazifelendirilmiştir. Meleklerin vazifesi, cüz-i ihtiyârîleriyle bir nevi kisbdir. İnsanlar gibi, meleklerin cüz-i ihtiyarlarının da yaratıcılık özelliği yoktur. İnsanlardan farklı olarak ise, meleklerin cüz-i ihtiyarlarında şer işlemek, emre itaatsizlik etmek sözkonusu değildir. Melekler, sürekli hayrı ve güzeli tercih ederler. Her bir melek taifesi—cüz-i ihtiyârî sahibi olduğundan—vazifeli olduğu amele göre melekî bir zevk ve lezzet alır.17 Hayvanların da cüz-i ihtiyarileri vardır. Bu sebeple, yaptıkları işlerde nefislerine de bir hisse ararlar. Hayvanî nefislerin ücret talebi, amellerinin “halisen livechillah” olmasını engellemiştir.18 Bitkiler ve cansız varlıklar ise—cüz-i ihtiyarları olmadığından—ücretsiz çalışırlar ve amelleri “halisen livechillah”tır.19 Cüz-i ihtiyari sahibi olmayan varlıklar ile cüz-i ihtiyari sahibi olan varlıkların işleri karşılaştırıldığında, ihtiyar sahibi olmayanların daha mükemmel bir şekilde vazifelerini yerine getirdiklerine şahit olunur. Çünkü ihtiyar sahibi olmayan varlıkların (meselâ bitkiler) istidat ve ihtiyaç lisanıyla yaptıkları duâları, nefsin hissesi karışmadığı ve sırf rıza-i İlâhî adına olduğundan, harika bir şekilde makbuliyet kazanır. Bu meseleye dair Risâle-i Nur’da çok çarpıcı bir karşılaştırma vardır: “Cüz’i bir ihtiyarın tavassutu ile eser-i akıl bir insan şehri, intizamca semere-i vahiy bir arı kovanındaki cemaate yetişmez. Ve arıların meşher-i san'atı bir petek hüceyrat şehri; bir nar ve gülnardan intizamca geridir.”20 Varlık mertebelerinin en şerefli rütbesi, hürriyetin nihâî noktada yaşandığı makam olsa gerektir. İşte insan cüz-i ihtiyarisiyle böyle şerefli bir rütbede (emanet-i kübrayı taşıyabilen bir halife-i ruy-i zemin) yaratılmıştır. Öyle ki, Allah’ın haricinde hiçbir varlığa hesap vermek zorunda değildir. Yeryüzünün halifesi olarak yaratıldığı için de ekser varlıklar ona hizmetkâr kılınmıştır. Fakat yetkilerini kötüye kullandığında, en şerefli bir mertebeden (a’lâ-i illiyyin) en alçak bir seviyeye (esfel-i sâfilîn) düşmek tehlikesiyle de karşı karşıyadır. Bu sır gereği cüz-i ihtiyari—çok büyük bir hassasiyet taşınarak—ebedî hayat istikametinde istimal edilmelidir. Cüz-i ihtiyarinin bir eline duâ, diğer eline istiğfar verilerek hayra meyil güçlendirilmeli ve şerre meyil de zayıflatılmalıdır. Öyle ki, duâ ile “silsile-i hasenatın bir meyvesi olan Cennete eli yetişsin ve bir çiçeği olan saadet-i ebediyeye eli uzansın.”21 İstiğfar ile de “onun eli seyyiâttan kısalsın ve o şecere-i mel’unenin bir meyvesi olan zakkum-u Cehenneme yetişmesin.”22
Dipnotlar:
1- Nursî, Bediüzzaman Said, Sözler, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 1996, s. 427. 2- Nursî, Bediüzzaman Said, İşârâtü’l İ’câz, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 1998, s. 153. 3- A.g.e, s. 46. 4- Sözler, s. 307. 5- A.g.e, s. 431. 6- A.g.e, s. 431. 7- Bkz: A.g.e., s. 431. 8- Mektubat, s. 56. 9- Nursî, Bediüzzaman Said, Lem’alar, 13. Lem’a, 6. İşaret, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 1998, s. 79. 10- Bkz: Sözler, s. 647. 11- Bkz: A.g.e., s. 251. 12- Sözler, s. 291. 13- Bkz: A.g.e., s. 428. 14- Nursî, Bediüzzaman Said, Mesnevî-i Nuriye, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 1998, s. 95. 15- Bkz: Sözler, s. 184. 16- Bkz: A.g.e., s. 192. 17- Bkz: A.g.e., s. 318 18- A.g.e., s. 319. 19- A.g.e., s. 320. 20- Nursî, Bediüzzaman Said, Hutbe-i Şamiye, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 1995, s. 145. 21- Sözler, s. 433. 22- A.g.e., s. 433. |
05.11.2010 |