Enstitü |
Sosyal iletişim aracı olarak meşveret ve siyasete bir yolculuk |
Günümüzde demokrasinin temel ilkeleri, önemli bir sosyal iletişim ve uzlaşma aracı olarak görünmektedir. Demokrasinin ruhu ise, belli bir olgunluğa erişen ortak akla ihtiyaç duymaktadır. Said Nursî “Hakikî, samimî bir ittifakta her bir fert, sair kardeşlerinin gözüyle de bakabilir ve kulaklarıyla da işitebilir. Güya on müttehit adamın her biri yirmi gözle bakıyor, on akılla düşünüyor, yirmi kulakla işitiyor, yirmi elle çalışıyor bir tarzda mânevî kıymeti ve kuvvetleri vardır.” (Lem’alar, s. 165) diyerek söz konusu ortak aklın önemine dikkat çekmektedir. Bir hadiste, bu anlama işaret eden bir anlayışla, “Bir millet istişare ettiği müddetçe zillete düşmez” (Keşşaf, 3:32) denilerek ortak aklın öne çıkarılmasını emretmektedir. O, ortak akıl/anlayış olarak nitelendirebileceğimiz, meşveret ve şûrânın gereği gibi yapılmamasını, özelde Müslümanların ve genelde Asya kıt'asının (Doğu toplumlarının) geri kalmasının esas sebebi olarak görmektedir. “...Asya’nın ve âlem-i İslâm’ın istikbalde terakkîsinin birinci kapısı, meşrutiyet-i meşrûa ve şeriat dairesindeki hürriyettir. Ve talih ve taht ve baht-ı İslâm’ın anahtarı da meşrûtiyetteki şûrâdır.” “Müslümanların hayat-ı içtimâiyye-i İslâmîyye’deki saadetlerinin anahtarı, meşveret-i şer’iyyedir. (...) Evet, nasıl ki, nev-i beşerdeki telâhuk-u efkâr ünvanı altında, asırlar ve zamanların tarih vasıtasıyla birbiriyle meşvereti, bütün beşeriyetin terakkiyâtı ve fünunun esası olduğu gibi, en büyük kıt'a olan Asya’nın en geri kalmasının bir sebebi, o şûrâ-yı hakikiyeyi yapmamasıdır.” (Münâzarât, s. 23-24) Demokrasilerde, meşveret ve şûrâ kavramının yanında siyasal iletişimin de önemli bir rolü bulunmaktadır. Siyasetin temel amacının iktidar olma, iktidara talip olma olduğunu düşündüğümüzde, iman eksenli bir iletişimle, siyasal iletişim arasında bazı olumsuzlukların olacağını düşünmek gerekmektedir. Siyasal iletişim tabiatı gereği tarafgirlik üzerine kurulmuştur. Oysa imanî değerler, asla tarafgirlik üzerine kurulu bir anlayışla bir araya gelemeyecektir. Zira din/iman, “umumun malıdır.” Her inanan insanın sahip olması gereken mukaddes değerlere, bir kişi veya bir sınıfın/siyasî akımın sahip çıkması durumunda, karşı fikirler kaçınılmaz olarak ortaya çıkar. “İnhisarcılık” (tahsis etme) dinî değerlerde ortaya çıkarsa, “Umumun mâl-ı mukaddesi olan dini, inhisar zihniyetiyle kendi meslektaşlarına daha ziyade has göstermekle, kavî bir ekseriyette dine aleyhdarlık meyli” uyandırır. (Sünûhat, s. 66) Bundan dolayı, dinî değerler/mesajlar, bir siyasî partinin tekelinde olmamalıdır. İmana herkesin ihtiyacı olduğundan, din namına siyasete girmek/siyasette dinî değerleri kullanmak, dini kendi tekeline altına almak olacağından, din namına siyasete girilmemelidir. En birinci görevi iman hakikatlerini gereği gibi anlamak olan insan, ölçüyü kaçırınca siyasal iletişim ortamında, farkında olmadan, “masumların hakkını” da ihlâl edebilecek bir noktaya gelebilmektedir. “Çünkü mezkûr hissiyatla hareket ve taarruz eden insanlar, bir iki adamın hatasıyla yirmi otuz adamı, âdi bahanelerle vurur, perişan eder. Eğer ehl-i hak, hak ve adalet yolunda yalnız vuranı vursa, otuz zayiâta mukabil yalnız biri kazanır, mağlûp vaziyetinde kalır. Eğer mukabele-i bilmisil kaide-i zâlimânesiyle, o ehl-i hak dahi bir ikinin hatasıyla yirmi otuz biçareleri ezseler, o vakit, hak namına dehşetli bir haksızlık ederler.” (Şuâlar, s, 260) Bu değişime, siyasal, sosyolojik ve kültürel arka plan açısından bakıldığında, “terbiye-i İslâmiyenin zedelenmesi”nin sebep olduğunu görürüz. Emirdağ Lâhikası’nda, Türkiye’deki siyasal partilerin bir değerlendirilmesinin yapıldığı mektupta, İslâmî partinin/İslâmî değerleri ön plana çıkaran partilerin iktidara gelmesinin ya da iktidara talip olmasının göz ardı edilemeyecek bazı risklerinin bulunduğu belirtilmektedir: “İttihad-ı İslâm Partisi, yüzde altmış, yetmişi tam mütedeyyin olmak şartıyla, şimdiki siyaset başına geçebilir. Dini siyasete âlet etmemeye, belki siyaseti dine âlet etmeye çalışabilir. Fakat çok zamandan beri terbiye-i İslâmiye zedelenmesiyle ve şimdiki siyasetin cinayetine karşı dini siyasete âlet etmeye mecbur olacağından, şimdilik o parti başa geçmemek lâzımdır.” (Emirdağ Lâhikası, s. 65) İslâmi terbiyenin yerleşmediği bugünün İslâm toplumlarında, kurulacak bir parti mutlaka dini siyasete âlet etmek zorunda kalacaktır. Siyaset, ancak dine hizmet amacıyla yapılmalı, kesinlikle dâhilde siyaset ve din aynı vitrinde insanlara sunulmamalıdır. Risâle-i Nur eserlerinin muhtelif yerlerinde, bu değişmelere dikkat çeken Said Nursî, maddî cihad döneminin kapanıp, artık manevî cihad döneminin başladığını belirtmektedir. O, “Dinde zorlama yoktur; doğruluk sapıklıktan iman küfürden iyice ayrılmıştır.” (Bakara Sûresi, Âyet: 256) mealindeki âyetin asrımıza bakan bir açıklamasını yapmakta ve maddî cihad döneminin kapanıp, manevî cihad döneminin başladığını belirtmektedir. 1928’li yıllarda, Türkiye’de laikliğin yerleştirilmesine dair çabaların sarf edildiği bu dönemlerde, vicdan hürriyetini sağlamak hükümetlerin görevi olacağından, manevî cihadın önü açılmış; “dinde ikraha ve icbara ve mücahede-i diniyeye ve din için silâhla cihada” (Şuâlar, s. 243) gerek kalmamıştır. Bundan sonra, “mânevî bir cihad-ı dinî, iman-ı tahkikî kılıcıyla olacak”, dindeki hakikatler “iman-ı tahkiki” kılıcıyla insanlara ulaştırılacaktır. Önümüzdeki süreçte, manevî cihadın “iman-ı tahkikî” kılıcının iletişimi ise Risâle-i Nur eserleri ile olacaktır.
Kaynaklar Nursî, Said, Emirdağ Lâhikası, Yeni Asya Neşriyat, İst. 1994. Nursî, Said, Lem’alar, Yeni Asya Neşriyat, İst. 1994. Nursî, Said, Münâzarât, Yeni Asya Neşriyat, İst. 1994. Nursî, Said, Sünûhat, Yeni Asya Neşriyat, İst. 1994. Nursî, Said, Şuâlar, Yeni Asya Neşriyat, İst. 1994. |
22.10.2010 |