Enstitü |
MÜKÜSLÜ HAMZA (1892-1958) |
Müküslü Hamza, 1892 yılında Osmanlı Devletinin sınırları içerisinde kalan Van vilayetinin Gevaş kazasının Müküs 1 nahiyesinde doğmuştur. Kürtçe adı Hemzeyê Muksî olup, bu adın dışında Seyda Hamza, Hemze, Müküslü Hamza, Molla Hamza, Hamza Efendi, Mela Hemzeyê Miksê adlarıyla da tanınır. Hasip Koylan, babasının adının “Hacı Bekir” olduğunu söyler. Fransızların hazırladıkları bir istihbarat raporunda ise bu isim “Bakır” olarak geçmektedir. Mezar taşında ise babasının adı “Hemze Beg kurê Hac Bakîrê.” olarak geçer. 1919’da Diyarbakır’da yargılandığı iddianamede ise, babasının adı konusunda “Bekir oğlu Hamza Efendi” ibaresi vardır. Bütün bunlardan anlaşılacağı gibi Müküslü Hamza’nın babasını adı “Bekir”dir. Müküslü Hamza’nın ailesi Müküs Beylerindendir. Bu aile bugün de Müküs’te yaşamakta olup, kasabanın politik hayatında etkili olan bir ailedir. Müküslü Hamza, İstanbul’da, önce, şimdiki adı İstanbul Üniversitesi olan o zamanki Darü’l-Fünun’da Fars Dili bölümünde; burayı bitirdikten sonra da Medresetü’l-Vaizîn’de (Vaiz yetiştirmek üzere 6 Şubat 1329/1914’te açılan medrese) eğitimini tamamlar. Bir süre Üsküdar’ın Ömerli kazasında ilkokul öğretmenliği yapar.2 Müküslü Hamza’nın eğitimi ve hayatı Müküs, Van ve İstanbul’da sürmüştür. Müküs’te Mîr Hasan Veli Medresesi’ni, Van’da Horhor Medresesi’ni, İstanbul’da İstanbul Üniversitesi Fars Dili ve Edebiyatı ile Medresetü’l-Vaizîn’i bitirmiştir. Müküslü Hamza, bütün hayatı boyunca eğitim ve öğretim faaliyeti içinde olmuş; öğrenci ve öğretmen olarak hayatını sürdürmüştür. Bu da onun eğitime bakış açısını yansıtmaktadır. Müküslü Hamza üniversiteden arkadaşı olan Prof. Dr. Ali Nihat Tarlan’ın ablası Adalet Hanım’la evlenir ve Menije adında bir kızları olur. Menije ismindeki bu kızcağız menenjit hastalığına tutularak yirmi yaşlarında vefat etmiştir. Kaderin acı bir tecellisi, ismine benzeyen hastalığın kurbanı olmuştur.3 Adalet Hanım, Dağıstanlı (Lezgi) bir ailenin kızıdır. Müküslü Hamza 1919 yılında Mardin’de tutuklanıp Diyarbakır’da yargılandığı zaman Adalet Hanım’la nişanlı bulunmaktaydı. Adalet Hanım’la bu dönemde mektuplaşan Müküslü Hamza daha sonra İstanbul’da kendisiyle evlenir.
Müküslü Hamza ve Said Nursî Müküslü Hamza’nın gençliğinde eğitim ve öğreniminde en fazla katkısı olan, kendisini yetiştiren, yönlendiren kişi Said Nursî’dir. Van’da başlayan tanışıklık uzun yıllar sürmüş olup, Müküslü Hamza’nın dini açıdan şekillenmesini de sağlamıştır. Müküslü Hamza ile Said Nursî’nin tanışıklıkları Van’da Horhor Medresesi’nde olmuştur. Müküslü Hamza, Said Nursî’den bu medresede ders almış, kendisinin öğrencisi olmuştur. Buradaki tanışıklıkları İstanbul’da da devam etmiştir. Hamza’nın Suriye’ye gidişine kadar bu ilişki sürmüştür. Said Nursî 1897-1907 ve 1912-1914 yılları arasında Horhor Medresesi’nde ders vermiştir. Horhor Medresesi Urartulardan kalma tarihi Van Kalesi’nde bulunmaktadır. Horhor Medresesi Van’ın Ermenilerce işgalinin ardından yakılarak tahrip edilir. Said Nursî bu medresede yaklaşık 200 öğrenciye ders vermiştir. Müküslü Hamza, İstanbul’a eğitim için gittiğinde oradaki eğitimin aksi tesiriyle ırkçılığa kaymış, fakat daha sonra Said Nursî’nin ikazıyla bu düşüncesinden vazgeçmiştir. Bediüzzaman bu hadiseyi şu şekilde anlatmaktadır: “Eskiden, Türk olmayan bir talebem vardı. Eski medresemde, hamiyetli ve gayet zekî o talebem, ulûm-u dîniyeden aldığı hamiyet dersi ile her vakit derdi: ‘Salih bir Türk, elbette fasık kardeşimden ve babamdan, bana daha ziyade kardeştir ve akrabadır.’ Sonra aynı talebe, talihsizliğinden, sırf maddî fünûn-u cedîde okumuş. Sonra, ben, dört sene sonra esaretten gelince onunla konuştum. Hamiyet-i milliye bahsi oldu. O dedi ki: ’Ben şimdi, rafizî bir Kürdü, salih bir Türk hocasına tercih ederim.’ Ben de, ’Eyvah!’ dedim. ‘Ne kadar bozulmuşsun?’ Bir hafta çalıştım, onu kurtardım, eski hakîkatli hamiyete çevirdim.”4 Müküslü Hamza, İstanbul’da da Said Nursî’nin eserlerinin basılmasına yardımcı olmuştur. Bu dönemde Bediüzzaman’a ilişkin olarak Müküslü Hamza şunları söyler: “Hazret-i Üstad, bu tefsirini (İşârâtü’l-İ’câz) yazmadan önce halka-i tedrisinde bulunuyordum. Kelâm-ı Kadim’i eline alıp Kürdçe takrir ederdi. Hiçbir kitaba ve tefsirine bakmazdı. Arkadaşlarımızdan Molla Habib namında bir Efendi, Kürdçe not alırdı. Çok devam etmeden Harb-i Umumî başladı. Bediüzzaman Said Efendi muharebe esnasında yalnız o notlara mâlik olduğu halde elyevm (bugün) Evkaf Matbaası’nda tabıyla iştigal etiğimiz o kitabı telif etmiştir.”5 Müküslü Hamza, Said Nursî’nin “İşârâtü’l-İ’câz” adlı eserinin kâtipliğini yapmış, Arapça ilk baskılarında kitabın sonuna Said Nursî’nin hayatını da eklemiştir. Aynı zamanda bir yayıncı da olan Hamza, Said Nursî’nin ‘’İşârâtü’l-İ’câz’’ ile “Onuncu Söz’’ adlı eserlerini yayınlayan kişidir.6 Müküslü Hamza 1918 yazında “İşârâtü’l-İ’câz”ı yayına hazırlamıştır. Kitabın basımı için gerekli olan kâğıt, dönemin Osmanlı Harbiye Nazırı olan Enver Paşa tarafından karşılanmıştır. Said Nursî’nin kendisi, bu yardımı bizzat istememiş, Enver Paşa’nın ısrarı sonucu kabul etmiştir. Jîn dergisinin 8. sayısında Müküslü Hamza’nın yayıma hazırladığı Said Nursî’nin “İşârâtü’l-İ’câz” adlı eserinin ilânı vardır. İlan daha sonraki Jîn’in çeşitli sayılarında da yayınlanmıştır; adı geçen ilân şöyledir: “Darü’l-Hikmeti’l-İslâmiye aza-i kirâmından ve Kürdistan ulema-i meşhuresinden Bediüzzaman Said Kürdî Hazretlerinin telifatından ‘İşârâtü’l-İ’câz fî Mezanni’l-İ’câz’ nâmındaki tefsir-i şerifi mevki-i intişâre vaz’edilerek Şark Kütüphanesinde satılmaktadır. Müntesibîn-i ilmin birer dane edinmesi tavsiyesini vazife addederiz.” 7 Müküslü Hamza, Mayıs 1925 yılında öğretmenlik yaptığı Mardin’in Ömerli ilçesinde tutuklanarak, 1925 Ayaklanmasına katılanların yargılamalarının yapıldığı Diyarbakır’a gönderilir. Diyarbakır İstiklâl Mahkemesinde 1919’da İstanbul’da yayınladığı Mem û Zîn yüzünden yaklaşık on yıl ceza alarak Kastamonu hapishanesine gönderilir. Üç yıl sonra çıkan genel afla hapishaneden çıkan Müküslü Hamza, İstanbul’dan sonra bir süre Mısır ve Lübnan’da kalır, ardından da Suriye’ye gider. Vefat edinceye kadar orada kalır ve 5 Nisan 1958 (15 Ramazan 1377) tarihinde Hesîcê şehrinde, kendi evinde hayata gözlerini yumar.
Dipnotlar: 1- 1989’da Müküs adı “Bahçesaray” olarak değiştirilmiş ve Van’a ilçe yapılmıştır. 2- Bayrak, Mehmet, Kürtler ve Ulusal Demokratik Mücadeleleri, Özge Yay., s. 105. Osmanlı döneminde küçük bir köy olan Ömerli şimdi İstanbul Üsküdar’da belde statüsünde küçük bir yerleşim birimidir. 3- Şahiner, Necmeddin, Son Şahitler, Nesil Yay., Cilt: 1, s. 106. 4- Nursî, Bediüzzaman Said, Tarihçe-i Hayat, Yeni Asya Neşriyat, İst. 2001, s. 128-129. 5- Bediüzzaman Said Kürdî’nin Tercüme-i Halinden Bir Hülâsadır. Buradan İşaratü’l-İ’caz’ın medresedeki ilk taliminin Kürtçe yapıldığı anlaşılıyor. Fakat eser Arapça olarak telif ediliyor.
6- Nursî, Bediüzzaman Said, İşaratü’l-İ’caz, Yeni Asya Neşriyat, İst. 2007, s. 469. 7- Jîn (din, edebiyat ve iktisattan bahseder Türkçe-Kürtçe mecmua, no: 8) |
15.10.2010 |
CENNET |
ŞUURLU bir varlık olan insan dünyaya imtihan için gönderilmiştir. Allah’ın ve onun Resûlünün (asm) çizdiği yolda gidenler için vaad olunan gerçek cennet hakikatidir. “Örtmek, gizlemek” anlamına gelen cennet, “cenn” kökünden türemiş bir isim olup, sözlükte, “bitki ve sık ağaçlarla örtülü yer” anlamına gelmektedir. Terim olarak ise, çeşitli nimetlerle bezenmiş olan ve mü’minlerin içinde ebedî olarak kalacakları âhiret yurdu demektir. Kur’ân’da müfred, tesniye ve çoğul olarak 147 âyette yer alan cennet kelimesi, dünyadaki bağ, bahçe anlamındaki kullanımları istisna edilirse, tam yüz on yedi yerde âhiret cenneti mânâsında zikredilmiştir. Kur’ân’da cenneti ifade etmek üzere çeşitli isimler kullanılmıştır. Bunlar, cennet, “cennetü’n-na’îm, adn, firdevs, hüsnâ, dârü’s-selâm, dâru’l-mukâme el-makâtnu’l-emîn” şeklindedir.1 Cennetin, insanların kazandığı bir hak olmayıp Allah’ın ihsan ettiği bir nimet olduğunu Bediüzzaman şöyle ifade eder: “Bir seyyieyi bir yazar, bir haseneyi on, bâzan yetmiş, bâzan yedi yüz, bâzan yedi bin yazar. Hem, şu Nükteden anla ki, o müthiş Cehenneme girmek ceza-i ameldir, ayn-ı adldir; fakat Cennete girmek, mahz-ı fazldır.” 2 Kur’ân âyetleri incelendiğinde cennete müşerref olacaklar şu şekilde anlatılırlar: Cennet, takva sahipleri için hazırlanmıştır. “Ve Rabbinizden bir mağfirete ve eni gökler ile yer genişliğinde olan bir cennete koşunuz ki, muttakîler 3 için hazırlanmıştır.” 4 Cennet, iman eden ve amel-i salih işleyenler içindir. “İman edip salih ameller işleyenleri ise, içinden ırmaklar akan, içlerinde ebedî kalacakları cennetlere koyacağız. Onlara orada tertemiz eşler vardır. Onları, koyu gölgeler altında bulunduracağız.” 5 Cennette mü'minler akrabalarıyla bulunurlar. “Bu sonuç da Adn cennetleridir. Atalarından, eşlerinden ve çocuklarından iyi olanlarla beraber oraya girerler. Melekler de her bir kapıdan yanlarına girerler (ve şöyle derler):” 6 Mü'minler, cennette boş lâf ve kötü söz işitmezler. “Orada ne bir boş söz işitirler, ne de bir yalan.” 7 Mü'minler, canlarını ve mallarını cennet karşılığında Allah’a satarlar. “Şüphesiz Allah, mü’minlerden canlarını ve mallarını, kendilerine vereceği cennet karşılığında satın almıştır. Artık, onlar Allah yolunda cihad ederler, öldürür ve öldürülürler. Allah, bunu Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’ân’da kesin olarak va’detmiştir. Kimdir sözünü Allah’tan daha iyi yerine getiren? O hâlde, yapmış olduğunuz bu alış verişten dolayı sevinin. İşte asıl bu büyük başarıdır.” 8 Bediüzzaman Said Nursî, mezkûr âyetteki ticareti tefsir ederken âyetin beş kâr ve beş hasarete havî olduğunu söyler: “Birinci kâr: Fânî mal bekà bulur. Çünkü Kayyûm-u Bâkî olan Zât-ı Zülcelâl’e verilen ve O’nun yolunda sarf edilen şu ömr-ü zâil, bâkîye inkılâb eder. Bâkî meyveler verir. İkinci kâr: Cennet gibi bir fiat veriliyor. Üçüncü kâr: Her âzâ ve hasselerin kıymeti, birden bine çıkar. Dördüncü kâr: İnsan zayıftır, belâları çok; fakirdir, ihtiyacı pek ziyâde; âcizdir, hayat yükü pek ağır. Eğer Kadîr-i Zülcelâl’e dayanıp tevekkül etmezse ve itimad edip teslim olmazsa, vicdânı dâim azab içinde kalır. Semeresiz meşakkatler, elemler, teessüfler onu boğar; ya sarhoş veya canavar eder. Beşinci kâr: Bütün o âzâ ve âletlerin ibâdeti ve tesbihâtı ve o yüksek ücretleri en muhtaç olduğun bir zamanda Cennet yemişleri sûretinde sana verileceğine, ehl-i zevk ve keşif ve ehl-i ihtisas ve müşâhede, ittifak etmişler.”9 Cennetteki lezzet dâimî olan lezzettir, çünkü: “Zevâl-i elem lezzet olduğu gibi, zevâl-i lezzet dahi elemdir.”10 Buna binaen insan tam mânâsıyla huzuru, ebedî olmakla elde edebilir. Said Nursî ebedî saadeti şöyle izah eder: “Saadet-i ebediye, iki kısımdır. Birinci ve en birinci kısmı: Allah’ın rızasına, lütfuna, tecellisine, kurbiyetine mazhar olmaktır. İkinci kısmı ise, saadet-i cismaniyedir. Bunun esasları mesken, ekl, nikâh olmak üzere üçtür. Ve bu üç esasın derecelerine göre, saadet-i cismaniye tebeddül eder. Ve bu kısım saadeti ikmal ve itmam eden, hulud ve devamdır. Çünkü saadet devam etmezse, zıddına inkılâp eder.” 11 Said Nursî’nin yaptığı bu izahın doğrudan Kur’ân’dan olduğunu şu âyetler gösterir. En birinci kısım olan Rıza-i İlâhi’ye mazhar olmak şöyle geçmektedir: “Allah, mü’min erkeklere ve mü’min kadınlara, ebedî olarak kalacakları, içinden ırmaklar akan cennetler ve Adn cennetlerinde çok güzel köşkler va’detti. Allah’ın rızası ise, bunların hepsinden daha büyüktür. İşte bu büyük başarıdır.”12 Allah’ın cemaline nazır olmak: “O gün yüzler ışıl ışıl parlar. Rablerine bakıp durur.”13 İkinci kısım olan cismânî saadet ise şöyle geçmektedir: a) Mesken olarak: “İşte onlar için içlerinden ırmaklar akan Adn cennetleri vardır. Orada tahtlar üzerine kurularak altın bileziklerle süslenecekler, ince ve kalın ipekten yeşil giysiler giyeceklerdir. O ne güzel karşılıktır! Cennet de ne güzel bir yaslanacak yerdir!”14 “Allah’a karşı gelmekten sakınanlar ise güvenli bir yerdedirler.”15 b) Ekl (yiyecek) olarak: “…Cennetlerin meyvelerinden kendilerine her rızık verilişinde, ‘Bu (tıpkı) daha önce (dünyada iken) bize verilen rızık!’ diyecekler. Hâlbuki bu rızık onlara (dünyadakine) benzer olarak verilmiştir…”16 “Onların etrafında cennet pınarından doldurulmuş, berrak ve içenlere lezzet veren kadehler dolaştırılır. Onda baş döndürme özelliği yoktur. Onlar, onu içmekle sarhoş da olmazlar.”17 c) Nikâh olarak: “Yanlarında, kocalarından başkasının yüzüne bakmayan, yumuşak bakışlı, güzel gözlü, gün yüzü görmemiş yumurtanın pembe beyaz renginde eşleri de olacaktır.”18 “Oralarda bakışlarını sadece eşlerine çevirmiş dilberler vardır. Onlara eşlerinden önce ne bir insan, ne bir cin dokunmuştur.“19 “O cennetlerde hayırlı huylu, güzel yüzlü kadınlar vardır.”20 Netice itibariyle insan için cennette bütün nimetler vardır. “…Canlarının istediği ve gözlerinin hoşlandığı her şey oradadır. Siz orada ebedî olarak kalacaksınız.”21 Bu âyette de olduğu gibi insan orada ebedî olarak kalacak, hakikî mutluluğu tadacaktır. Tabiî ki, dünyada Allah’ın rızasını elde ederek, bu lûtfa lâyık olmuşsa… |
15.10.2010 |
Tesettür fıtrîdir |
İslâm’ın bütün emirleri gibi tesettür emri de kadının lehine ve yararınadır. Zirâ tesettür, fıtrat kanununa uygundur. Eğer tesettür kadınlar için bir haksızlık olarak anlaşılsaydı, Müslüman kadınlar zamanla bu emre karşı gelirlerdi. Oysa tesettür emrinin nâzil olmasından sonra Müslüman kadınlar bu emre hemen uymuşlar ve emri duydukları yerde bellerindeki kuşaklarını çıkararak başlarını ve boyunlarını örtmüşler, evlerine yeni kıyafetleriyle dönmüşlerdir. Bu itibarla Kur’ân’ın kesin emriyle sabit olan tesettür, kadının vakarını ve manevî haysiyetini koruma altına almış, onun kadınlık ve annelik vasıflarını güçlendirmiş ve kadını çeşitli fitne yuvalarından uzaklaştırmıştır. Tesettürün Müslüman kadınları eğitimden, sosyal ve kültürel hayattan uzaklaştırdığı yolundaki iddiâların gerçekle hiçbir ilgisi yoktur. Binlerce hadisi hafızasında tutan Hz. Peygamber’in (asm) zevcesi Hz. Âişe fevkalâde entelektüel ve zekî bir kadındı. Aynı zamanda tesettür emrine uyma konusunda son derece hassastı. Üstelik her zaman kendisine sorulan sorulara cevap vermiş ve uygun görmediği konuları rahatlıkla tenkit edebilen bir eleştirmendi.
Bediüzzaman’a göre tesettürün fıtrî olmasının hikmetleri Allah Kur’ân’da şöyle buyuruyor: “Ey Peygamber! Eşlerine, kızlarına ve inananların kadınlarına söyle. (Bir ihtiyaç için dışarı çıktıklarında) örtülerini üzerlerine alsınlar; onların tanınıp incitilmemeleri için en doğru olan budur.” Bu âyet tesettürü emrediyor. Batı medeniyeti ise Kur’ân’ın bu hükmünü kadınlar açısından bir esaret kabul ediyor. Kur’ân’ın tesettür hükmünün fıtrî olduğu ve tesettürsüzlüğün fıtrata aykırı olduğu hususunu şu şekilde izah etmek mümkündür: 1) Bediüzzaman’a göre tesettür fıtrîdir. Çünkü kadınlar yaratılış itibariyle zayıf ve nazik oldukları için kendilerini ve hayatlarından çok sevdikleri yavrularını himaye edecek bir erkeğin yardımına muhtaçtırlar. Bu yüzden kadın kendini sevdirmek ve nefret ettirmemek için fıtrî bir meyil taşımaktadır. Diğer taraftan kadınların önemli bir kısmı ya ihtiyarlıktan ya da güzel olmadıklarından, kendilerini başkalarına göstermek istemezler. Üstelik kadınların büyük bir kısmı da kıskanç olur ki, kendisinden daha güzel olanlara nispeten çirkin düşmemek, saldırıya maruz kalmamak ve kocasının nazarında hıyanetle itham edilmemek için fıtraten tesettür isterler. Nitekim kendilerini en çok saklayanların yaşlı kadınlar olduğu dikkate alınırsa, konu daha da iyi anlaşılacaktır. Kaldı ki, hem güzel, hem genç, hem de kendisini yabancılara göstermekten çekinmeyen kadınların oranı yüzde yirmi ya da otuz olabilir.1 2) Bediüzzaman’ın tesbitlerine göre, kadın göz hapsine alınmaktan hoşlanmaz. Çünkü kadın sevmediği adamların bakışlarından sıkılır. Denilebilir ki, açık giyinen güzel bir kadın kendisine bakan namahrem erkeklerin yüzde sekseninden sıkılır. Hatta denilebilir ki, fıtratı fuhuşla bozulmamış güzel bir kadın nazik olduğu için kötü bakışlardan sıkılır. Nitekim Avrupa’da bile birçok kadın kötü niyetli erkeklerin dikkatli bakışlarından sıkılarak “Bu alçaklar bizi göz hapsine alıp sıkıyorlar” diyerek polise şikâyette bulunuyorlar. Demek ki, Batı medeniyetinin tesettürü kaldırması fıtrata aykırıdır. Kur’ân’ın tesettür emri ise fıtrî olduğu gibi birer şefkat madeni olan kadınları alçaklıktan, zillete düşmekten, manevi esaret ve felaketten kurtarıyor.2 3) Bediüzzaman’a göre, kadınlardaki çekingenlik tesettürü gerektirir. Çünkü kadınlarda, yabancı erkeklere karşı fıtraten bir çekingenlik vardır. Çekingenlik ise tesettürü gerektirir. Şöyle ki: Kadın açısından sekiz-dokuz dakika sürecek gayri meşrû bir zevkin, dokuz ay sürecek ağır bir hamilelik döneminden başka, en az dokuz yıl sürecek babasız bir çocuğu terbiye etme gibi korkunç bir belâya sebep olma ihtimali de vardır. Bu tür olaylar toplumda sık sık meydana geldiğinden kadının bozulmamış fıtratı erkeklerin tacizlerinden korkar. Çünkü kadın yaratılışı itibariyle erkeklerin şehvetini tahrik etmek ve böylece onların tacizlerine maruz kalmak istemiyor. Kadın tesettür emrine riâyet etmekle, tacizci ve saldırgan erkeklere karşı en büyük siperinin tesettürü olduğunu ifade etmeye çalışıyor. Bediüzzaman der ki: “Mesmûâtıma (işittiğime) göre, merkez ve payitaht-ı hükümette (başşehre), çarşı içinde, gündüzde, ahalinin gözleri önünde, gayet âdi bir kundura boyacısı, dünyaca rütbeten büyük bir adamın açık bacaklı karısına bilfiil sarkıntılık etmesi, tesettür aleyhinde olanların hayâsız yüzlerine bir şamar vuruyor!”3 4) Bediüzzaman’a göre; eşler arasındaki ebedî arkadaşlık, tesettürü gerektiriyor. Çünkü kadın ve erkek arasındaki güçlü münasebet, alâka ve sevgi sadece dünyevî hayatın ihtiyacından ileri gelmiyor. Yani bir kadın, kocasının, sadece dünya hayatına ait bir arkadaşı değildir. Aksine kadın, ahiret hayatında da kocasının ebedî bir arkadaşıdır. Elbette ki bir kadın, ebedî hayat arkadaşı olan kocasının nazarından başka, yabancıların bakışlarını kendi güzelliklerine çekmemek, böylece kocasını küstürmemek ve kıskandırmamak için elinden gelen her türlü gayreti göstermelidir. Madem ki bir koca iman noktasında ahiret hayatında da karısıyla alâkadardır; ayrıca erkek karısının, sadece gençliğinde ve güzellik zamanında değil, ihtiyarlığında ve güzelliğini kaybettiği zamanlarda bile karısına karşı ciddî bir alâka besliyor; o halde kadının da kendi güzelliklerini sadece kocasına göstermesi insaniyetin gereği olmalıdır. Aksi takdirde kadın kazandığından daha çok kaybedecektir. İslâmiyet karı-kocanın birbirine münasip olmalarını (denkliği) esas almıştır. Denkliğin en önemlisi de diyanet noktasında olmalıdır. Ne mutlu o kocaya ki, eşinin diyanetine bakıp onu taklit etmek ister; ebedî hayatta onu kaybetmemek için kendisi de dindar olmaya çalışır. Ve yine ne mutlu o kadına ki, kocasının diyanetine bakıp “Ebedî arkadaşımı kaybetmeyeyim” diye takvaya girer.4 5) Bediüzzaman’a göre, tesettürsüzlük ailedeki mutluluğu da baltalıyor. Çünkü bir ailenin hayatî mutluluğu, karı-koca arasında olması lâzım gelen karşılıklı güven, samimî hürmet ve muhabbetle devam eder. Kuşkusuz tesettürsüzlük ve açık-saçık olmak eşler arasındaki karşılıklı hürmet ve muhabbeti kırıyor. Zira tesettürsüz kadınların yüzde doksanı kocalarından daha genç ve yakışıklı birisini bulabilir. Erkeklerin de yüzde doksan beşi hanımından daha güzel birisini bulabilirler. Aile içerisinde bu tür hislerin uyanması eşler arasındaki güven ve samimiyete büyük bir darbe vuruyor.5 6) Bediüzzaman’a göre; tesettürsüzlük, mahrem denilen yakın akrabalar içinde çirkin ve alçakça hislerin uyanmasına vesile olabilir. Şöyle ki: insan kız kardeş gibi mahremlerine karşı fıtraten şehevî hisler taşımıyor. Çünkü mahremlerin simaları akrabalık ve mahremiyet yönüyle, nefsânî meyilleri ve şehevî hisleri kırıyor. Fakat bacak gibi, şer’an mahremlere de gösterilmesi yasak olan yerleri açık bırakmak, süflî nefislerde son derece çirkin bir hissin uyanmasına vesile olabilir. Çünkü mahremin yüzü mahremiyetten haber verdiği halde bacakları mahremiyetten haber vermiyor. O kısımlar nâmahremle aynıdır. Dolayısıyla, mahremin yüzü dışındaki bölgeler, mahremiyetten haber verecek bir alâmet-i farika taşımadığından bir kısım süflî (alçak) mahremlerde bazı hayvanî bakışların uyanması mümkündür. Böyle bir bakış ise tüyler ürpertici bir alçaklıktır.6 7) Bediüzzaman’a göre, tesettürsüzlük neslin azalmasına da sebep olmaktadır. Bilindiği gibi neslin çok olması her millet tarafından arzu edilen bir husustur. Hz. Peygamber (asm) “Evleniniz ve çoğalınız. Şüphesiz ki ben kıyamet gününde sizin çokluğunuzla iftihar edeceğim” 7 buyuruyor. Oysa tesettürün kaldırılması, evliliği, dolayısıyla neslin normal bir şekilde devam etmesini engelliyor. Çünkü en serseri ve en modern bir genç bile eşinin namuslu olmasını ister. Hatta kendi gibi modern ve açık-saçık bir hanımla evlenmek istemediğinden uzun zaman bekâr kalabiliyor.8 Geç evlenmek, başka bir deyimle, uzun zaman bekâr kalmak ise neslin azalmasına sebep olmakla kalmaz, aynı zamanda erkeği zina yapmaya bile sevk edebilir. 8) Bediüzzaman’a göre tesettürsüzlük eşler arasındaki sadakati de bozar. Zira kadın ailede dâhilî müdür olması haysiyetiyle kocasının malı, evlâdı ve her şeyi için bir muhafaza memuru sayıldığından, en önemli özelliği sadakat ve emniyettir. Kocanın ailedeki en önemli görevi ise, karısını himaye etmek, ona hürmet ve merhamet göstermektir. Açık-saçık olmak ve tesettüre aykırı davranmak eşler arasındaki sadakati kırar.9 9) Bediüzzaman’a göre ülkemiz Avrupa ile kıyaslanamaz. Çünkü Avrupa’da “düello” denilen çok şiddetli geleneklerle açık saçıklık içinde namus bir derece muhafaza edilebilir. Söz gelimi, izzet-i nefis sahibi bir kimsenin karısına göz diken bir şahıs, kefenini boynuna takıp öyle bakar.10 Bizde ise, din dairesinin dışına çıkan insanlarda aileyi muhafaza etmek zorlaşır. Çünkü İslâm ülkelerinde ailenin iffetini koruyan gelenekler değil, dinî motiflerdir. 10) Bediüzzaman’a göre tesettür üzerinde etkili olan hususlardan birisi de iklim farkıdır. Çünkü Avrupa gibi soğuk memleketlerdeki insanların tabiatları o memleketler gibi soğuktur. Asya ve İslâm dünyası ise Avrupa’ya göre sıcak memleketlerdir. Kuşkusuz çevre ve iklimin insan ahlâkı üzerinde de etkisi vardır. Dolayısıyla soğuk ülkelerdeki soğuk tabiatlı insanların hayvanî duygularını tahrik etmek için kadınların açık olmaları aşırı bir şekilde sû-i istimallere sebep olmayabilir. Fakat sıcak bölgelerdeki insanların hayvanî duygularını heyecana getirecek açıklık birçok sû-i istimale, israfa ve neslin azalmasına sebep olabilir. 11) Bediüzzaman’a göre, köylüler ve bedeviler iş ortamı sebebiyle tesettürü kısmen kaldırsalar da, şehirli olan insanlar onlara bakarak tesettürü kaldıramazlar. Çünkü köylerde ve bedevilerde derd-i maişet meşgalesiyle işçi kadınların bir derece açık olmaları kötü duyguların uyanmasına yol açmadığı gibi serseri ve işsiz insanların azlığı sebebiyle şehirlerdeki kötülüklerin onda biri bile köylerde olmaz. O halde şehir köye kıyas edilemez. Tesettürün koruyucu özelliğinin yanında ailevî ve sosyal faydaları da oldukça fazladır. Denilebilir ki, kadının fıtrî kabiliyetleri, ancak tesettürle ortaya çıkabilir. Zira kadının en önemli özelliği olan şefkat ve fedakârlık, tesettürsüzlük ile ağır darbeler almaktadır.
Dipnotlar: 1- Said Nursî, Lem’alar, 24. Lem’a, Yeni Asya Neşriyat, İst., 2007. s. 454. 2- A.g.e., s. 454. 3- A.g.e.., s. 455. 4- A.g.e., s. 456. 5- A.g.e., s. 457. 6- A.g.e., a.y. 7- Aclunî, Keşfü’l-Hafa, I, 318. 8- Said Nursî, Lem’alar, 24. Lem’a, s. 458. 9- A.g.e., s. 459. 10- A.g.e., a.y. |
15.10.2010 |