Görüş |
Nur akan oluk: Sakarya
Dün Eskişehir’den sonra, Bozüyük, Bilecik, Osmaneli, Pamukova ve Sapanca’dan sonra Sakarya gelerek Marmara’ya açılıyor ve “TIR” Anadolu şehirlerinin sonuncu programını bu gün burada yaparak bitirecektir. Tabiî ki Sakarya deyince onun ismi ile perçinleşmiş “Sakarya Türküsü” akla gelir. Malûmunuz üzere Merhum Necip Fazıl’ın: “İnsan bu, su misali, kıvrım kıvrım akar ya; Bir yanda akan benim, öbür yanda Sakarya. Su iner yokuşlardan, hep basamak basamak; Benimse alın yazım, yokuşlarda susamak. Her şey akar, su, tarih, yıldız, insan ve fikir Oluklar çift; birinden nur akar, birinden kir. (……..)” Merhum sanki bu gün gelecek “TIR'ı” müjdeler gibi yazmış. “Kir akan oluğun” aksine bu gün “Nur akan oluk” sıfatına lâyık “TIR” burada olacak. Eminim eğer hayatta olsaydı: “Yol onun, varlık onun, gerisi hep angarya” cümlesinin devamını bunun için getirir ve M. Âkif’in: “Doğrudan doğruya Kur’ân’dan alıp ilhamı, / Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâm’ı” beytini yüksek sesle dillendirecek idi. Programın yapıldığı yere gitmeden şehri şöyle bir geziniyoruz. Osmanlı İmparatorluğu her yerde diktiği çınar ağaçlarının Taraklı’da beş adet olduğunu öğreniyoruz. Kayseri’deki iki ağaç gibi. Tarihî cami hangisi derken yolumuz Yunus Paşa Camiine düşüyor. Yavuz’un Mısır seferi sırasında Vezir-i Azamı Yunus Paşa tarafından 1517 yılında yaptırıldığını öğreniyoruz. Aynen Kayseri de Mimar Sinan’ın yaptırdığı cami gibi; kubbesi kurşunla kaplı olduğu için burada da halk bu mabedi “Kurşunlu Camii” ismi ile tesmiye etmişler. Biz Kayseri de “Kurşunlu Camii” karşısında “TIR'ı” misafir ettiğimiz için okuyucularımızın dikkatini çekmiş olmalıdır. Bu arada sepetçiler gözümüze ilişiyor, Acaba Üstad’ın bütün maddî sermayesini taşıyan sepet buradan mı gelmişti? diye hayal ediyoruz. Bilindiği gibi dil kültür yapısı en renkli şehirlerimizden biri olan Sakarya’da; Abhaz, Çerkez, Gürcü, Laz, Kürt, Türk, Tatar ve diğerleri yaşıyorlar. Bu gün bu zengin kültürleri koruyarak hayatlarını devam ettiren, bu mozaik, kendilerine mahsus en renkli elbiselerini giyerek, Saat: 11.00’de Sakarya Kent Meydanında “TIR'ı” karşılamaya geleceklerdir. Ve “biz ‘innemel müminüne ihvetün’ düsturu ile 1500 yıldır olan kardeşler bütünüyüz” diyeceklerdir. İzmir’de “TIR” ekibinden ayrılıp İstanbul’a giden İslâm Yaşar Bey, Sakaryalıların dâvetini kıramıyor ve iki-üç günlük dinlenmeden sonra bu gün de burada olacak. Anadolu’nun son noktaya yakın şehirdekilere, en doğudaki şehrin ve insanların duygularını, Bediüzzamanın “üç hedefini” anlatacak. “Kur’ân Tefsiri, dünyaya yayacak 50 talebe ve Ayasofya’nın İbadete açılmasını” izah edecektir. Kim bilir belki İzmir’den sonra İstanbul’da kaleme aldığı başka konuları da anlatacaktır. Bu “TIR” seyahatinden sonra “Avukat tutmak isteyen Risâle-i Nuru elde etsin yeter! Hem, korkmayın! Risâle-i Nur yasak olmaz” hakikatin çok bariz bir şekilde Sakarya’ya kadar takip ettiğimiz güzergâhta müşahede ettik. Eşref Edip’in “Başı Ağrı Dağı kadar dik. Hiçbir âlim onu yenememiş, hiçbir zalim onu eğememiş, İmanı sıradağlar gibi muhkem…” olduğunu “TIR'ı” ziyarete gelen herkes tasdik etti. “TIR” Koordinatörümüz İbrahim Beyin; Van Gölünde “Maşallahı”, Konya’da “Şemsi” ve Çarşamba günkü “Anadolu peteği” çizimleri mükemmel idi. Devamlarını bekleyeceğiz. “TIR” vesilesi ile “bahar çiçeklerini” hak eden “halis şakirdlere” selâm ve muhabbetlerimizi ileterek, “yol ne kadar uzun olursa olsun bir gün biter” hakikatini bizde yaşıyoruz. “TIR'ın” Anadolu’daki yolu bu gün Sakarya şehrimizde bitti. Yarın emaneti Kurtköy benzin istasyonunda, Saat:11.00 de, İstanbullulara, İstanbul’da teslim edeceğiz. “Beyazıt Meydanındaki” heyecan için!
ŞERİF GÜNDÜZ |
15.10.2010 |
Üniversitelerde mahalle baskısı nasıl önlenir?
YÖK Başkanı Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan’ın sözlerinden sonra yıllardır devam eden başörtüsü yasağı biraz esnetildi. Aynı üniversitenin farklı fakülteleri bu sözlere karşı farklı duruşlar sergilediler. Bir kısmı kapılarını inanç özgürlüğüne açtı fakat bazılarında hâlâ bu yasak uygulanmaya devam edilmekte. Mesela Erciyes Üniversitesi’nin Fen Edebiyat Fakültesi’nde kızlar özgürce derslere girebilirken, aynı üniversitenin Eczacılık Fakültesi’nde maalesef yasak hâlâ devam ediyor. Bu haliyle tarihte benzeri görülmemiş, hukukî dayanağı var mı yok mu belirsiz bir yasakla karşı karşıyayız. Ama her şeye rağmen başörtüsüyle derslere girebilen kızların sevinci, gerçekten görülmeye değer. Yasaktaki bu esneklik Tarhan Erdem’in çok daha önceleri yapmış olduğu, bir takım tesbit diyemeyeceğimiz, Nostradamus’u geride bırakır cinsten kehanetlerini gündeme getirdi. Sadece Türkiye’deki başörtülü kadınların yıllar içindeki sayısal verilerine dayanarak yaptığı psikolojik tesbitlerden en dikkat çekicisi şöyle; “Zaman içinde başı örtülü olanlar başı açık kızlara karşı bir tutum takınacaklar. Erkekler de ‘Niçin örtmüyorsunuz?’ diyecekler. Kanaatime göre böyle bir baskı kendiliğinden oluşacak. Erkek arkadaşlarından, kız arkadaşlarından, komşularından, ailelerinden. Bu baskıyı önlemek lâzım” Bu kehanetlere geçmeden önce kendini laik ve çağdaş olarak tanımlayan bayanların da “Özgürlüğe bir diyeceğimiz yok, ama sizin bir gün güçlenip, tersi bir baskıyı bize yapmanızdan korkuyoruz” türü düşüncelerini de hatırlatmak isterim. Öncelikle bu düşünceye birçok yazar köşesinde güzel cevaplar verdi. Benimse bu satırları yazmamdaki amacım kendimi direkt muhatap olarak görmem ve hakkımda işlemediğim, ama işleme ihtimalim olan bir suçun isnat edilmesi. Muhatap olarak görüyorum çünkü on bir yaşından beri başımı örtüyorum. İlk başörtüsü teşebbüsüm ise dokuz yaşındaydı. Doksanlı yılları yaşayan biri olarak “bir metrelik bir bez parçası (!)”ndan dolayı az baskı görmedim. Mahalle baskısı ne ki bunun yanında? Ben ailevî olarak nispeten şanslı olanlardanım. Yakın bir akrabam başını örtünce kendisini Atatürkçü ve solcu olarak tanımlayan babası reddetti ve ölürken bile yanına gelmesine izin vermedi. Gerçekten baskıdan mı söz ediyor bu Tarhan Erdem? Gelelim mahalle baskısına. Eğer mahalle baskısı olarak sadece bir sürü başörtülü kızın ortalıkta dolanıp, başka bazı insanların sözleriyle başını örtmeyen bayanları rahatsız etmesini kastediyorsa bunda yine başörtülülerin herhangi bir sorumluluğu olamaz. Mahalle baskısı da insanlarda bulunan çoğunluğa benzeme eğiliminden kaynaklı bir psikolojiden ibaret kalır aslında. Çoğunluğun kıyafeti eğer bir mahalle baskısı oluşturuyorsa, o zaman yine bizlere yıllardır gerek sözlü gerekse yazılı basından mahalle baskısı yapılıyor, çünkü ekranda başörtülü birini görmek neredeyse imkânsız. Yine de bu baskıdan madem bu kadar korkuluyor, çözüm yolları hakkında birkaç teklifim var. Öncelikle dokuz yaşındaki bir çocuğu başını örtmeye iten ve üniforma giymiş bir asker gibi onurlu hissetmesini sağlayan psikolojiyi iyi araştırmak gerekiyor. Çünkü ben bu durumun kesinlikle her kız çocuğunda olduğunu düşünüyorum ki biz zaten buna fıtrîlik diyoruz. Yani genlerimizde var. Eğer üniversitelerde bir başörtü fırtınası eser ve kızların çoğu başını örterse, bunu daha derinlerinde yani genlerinde aramak bence daha akıllıca olur. Çünkü sadece akıntının önündeki engel kaldırılmış ve su yolunu bulmuştur. Böyle hızlı bir değişimi mahalle baskısıyla açıklamak daha öncesinden başını örtmeyen insanlara hakaret olur. Evet, önce bu gen araştırılır ve bulunur ve yok edilir! Sonra “Babam sana feda olsun” dedirten inanç sistemi temelinden çürütülür! Tanrının sistemi yerine daha iyi bir sistem ve sonsuz vaatleri yerine daha sonsuz vaatler verilir! Böylelikle sadece zaten başı açık kızlar korunmuş olmaz, başını örtenlerin içinde bile karşı tarafa geçenlerin olması sağlanır! Bu temel iki aşama geçildikten sonra ise, her şey kendiliğinden hallolacak ve endişe edilecek bir mahalle baskısı kalmayacaktır. Eğer bunlar yapılamazsa ki, bin dört yüz yıldır yapılamamıştır, öyle bir demokrat sistem için çalışırsınız ki kişilerin ne maddî, ne manevî kuvvetine dayanmaz. Sadece hak ve hukuka dayanır, ki bizim istediğimiz de sadece ve sadece budur. Osmanlıya aşık insanlar olarak demokrasiyi benimsememiz bunun en önemli ispatıdır. Çünkü sadece bireysel güce dayalı sistemlerin bir gün gelip nasıl yanlış ellere düşebileceğini yaşayarak gördük. Bu yüzden artık Türk solu da dayandığı resmî ve gayr-i resmî güç odaklarını bir kenara bırakarak, başkalarının özgürlüğüne yol vermeli ve sadece kendisi için değil, herkes için demokrat olmalıdır. Yoksa biz ne kadar “Size bir şey yapmayız” desek bu onlar için sadece kuru bir lâftan ibaret olacaktır. Biz güç değil, özgürlük istiyoruz. Bunun için hep beraber tam demokrasiye geçmenin özellikle Türk solu için tam zamanı.
MERAL ERDOĞAN |
15.10.2010 |
Bediüzzaman’ı karşılamak
Sonbahar Umûmî Temsilciler Toplantısında ilk defa duyduğumuz zaman ne kadar heyecana vesîle olduğunu hatırlıyorum. O gün bütün temsilcilerimiz gibi bendeniz de heyecan ve coşku içinde idim. Aynı heyecan ve coşkuyu toplantı dönüşünde Uşaklı kardeşlerimize anlatırken de duyduğumu hatırlıyorum. Ondan sonraki her merhale heyecanımızı biraz daha arttırdı. Ve bu heyecan “Bedîüzzamân Tanıtım ve Hizmet TIR'ının şehrimize geldiği gün zirve noktaya ulaştı. Çok şükür bu tatlı heyecan yerini tatlı bir sürûr ve tatlı bir yorgunluğa bıraktı. Yüreklerinde mes’ûliyet hissi taşıyan insanlar, kendilerine tevdî edilen vazîfeyi netîceye ulaştırıncaya kadar rahat edemezler. Uşaklı Nûr Talebeleri olarak bu mes’ûliyeti hep birlikte iliklerimize kadar hissettiğimizi gönül rahatlığı ile söyleyebilirim. TIR'ımızın 13 Ekim’de şehrimize geleceği kesinleştiği tarihten itibaren, bu konuda üzerimize düşen vazîfeyi eksiksiz yapma gayretinin telâşı sardı hepimizi. TIR'ın program muhtevasını öğrenme gayretiyle başlayan çalışmalarımız, eksikliği hissedilebilecek unsurların tamamlanmasıyla devam etti. Bizlerin üzerimize düşen en önemli vazîfe, ‘TIR'ımız’ın Uşak’a geleceğini ve gâyesini mümkün olduğu kadar çok insana duyurabilmekti. Bunun için özellikle yerel basın ile sıkı bir ilişki kuruldu. Uşak’taki televizyon ve gazetelere haberler geçildi. Bazı radyolarda bir hafta boyunca reklâmlar döndü. “Çorbada bizim de tuzumuz bulunsun” diyen “Uşak Gençliğin Sesi Radyosu” sâhip ve yetkililerine teşekkür etmek bizim için bir vicdan borcudur; diye düşünüyorum. Basından gördüğümüz yakınlık için kendilerine teşekkür etmeden geçmek de gerçekten kadir bilmezlik olur. ‘Bedîüzzamân TIR'ı dahâ önce kendi ilçelerinden geçtiği için karşılama ve program muhtevaları hakkında tecrübelerini bize aktaran kadîm dostumuz, gazetemiz yazarlarından muhterem Bâkî Çimiç de Uşak’taki programımıza katkıda bulunma inceliğini gösterdiler. Bu çerçevede Üstâdımızın “başımın yanında asılı duruyor” dediği “Ey Nefsim!” diye başlayan fıkrayı 1000 adet bastırarak misafirlere dağıtmayı kararlaştırdık. Ayrıca toplanan kalabalık arasında kur’a ile tesbit ettiğimiz 50 kişiye Risâle-i Nûr’dan eserler hediye etmeyi plânladık. TIR, konuşlanacağı mevkie gelene kadar insanları meşgûl etmek gâyesi ile kitap sergisi yapmak, ses düzeni kurarak müzik, şiir, reklâm spotu yayınlamak sûretiyle tırın gelişinden herkesi haberdar etmek kararı aldık. Ve beklenen ân geldi. TIR'ımız konuşlanacağı meydana girerken, biz de elimizden geldiğince hakkını vermeye çalışarak Hz. Mevlânâ’nın sözleri ile Üstâdımız’ı karşıladık: “O geliyor; O… Yollara sular dökün, Bahçelere müjdeler edin, Bahar kokuları geliyor, O geliyor; O… Ay parçamız, sevgilimiz, yârimiz, Üstâdımız geliyor! O geliyor, O; Bedîüzzamân geliyor!” Toplanmış olan kalabalığın “Bedîüzzamân TIR'ına bakışlarındaki hayret ve şaşkınlığı anlatmak hakîkaten bizim tâkatimizin fevkindedir. Merak, şaşkınlık ve hayranlık dolu bakışlar. Ve yine mikrofonumuzdan yayılan nidâlar: “O geldi; O! Vâris-i Peygamber-i Zîşân geldi; Müfessir-i Kur’ân geldi; Müceddid-i Âhirzamân geldi; Bedîüzzamân geldi; Hoş geldin Üstâdım!” Bu karşılama merâsimini bize, Hz. Mevlânâ’ya Konya’da Bedîüzzamân TIR'ını “ŞEMS!” diye karşılatan Muhterem İbrahim Özdabak ilhâm etmişti. Biz de aynı duygularla misafirlerimizi karşıladık. Bedîüzzamân TIR'ının Uşak’taki serencâmını Umut Yavuz kardeşimiz detayları ile zaten yazacaktır. Biz sadece TIR'ımızın şehrimize gelinceye kadar ve ilk geliş ânındaki heyecanımızı bir nebze anlatmaya çalıştık. Yalnız program esnasında belki de çok kişinin fark etmediği, ama bendenizin hep takip etmeye çalıştığım bir ağabeyimizden ve onun heyecanından bahsetmeden geçemeyeceğim. Uşaktaki Nûr hizmetlerinin duâyeni, dahâ önce de “40. Yıl Röportajları” çerçevesinde bir nebze tanıtmaya çalıştığımız Kâzım Erfidan Ağabeyimizin hâli gerçekten görülmeye değerdi. 77 yaşında ve ayaklarından rahatsız olmasına rağmen, TIR geldiği ândan itibaren aslâ oturmayan, Üstâdımız’ın hayâtı ve mefkûresinin anlatıldığı konuşma esnasında göz yaşlarını tutamayan bu muhterem ağabeyimiz, bizlere bir dâvâya sadâkatin resmini çizdi sanki. Hey gidi Kâzım Erfidan! Allah sana sağlıklı ve uzun ömürler ihsân etsin! Âlem-i bekâda da Habîb-i Erkemi (asm) ve çok sevdiğin Üstâdın ile haşreylesin!
CEMİL ARIKAN |
15.10.2010 |