15 Ekim 2010 ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET VE ŞÛRÂDIR İletişim Künye Abonelik Reklam Bugünkü YeniAsya!

Eski tarihli sayılar

Günün Karikatürü
Gün Gün Tarih
Dergilerimiz

Basından Seçmeler

Şili’nin değiştirdiği madenci kaderi

A700 metre derinlikteki maden ocağından çıkartılan işçilerden Mario Espina ‘Bize yıldız muamelesi yapmayın biz işçiyiz ve çalışmaya devam edeceğiz’ dedi.

Emek, insan ve hayat arasındaki denklemi hanidir kaybeden küresel kamuoyu, Espina’nın bu sözlerinden ne anladılar.

Acaba dün Şili’nin kuzeyindeki çöldeki San Jose Maden Ocağı’ndaki kurtarma çalışmalarını izleyen dünya, bir an olsun ‘insan hayatının’ mutlak kutsallığını içinde duyabildi mi?

Çünkü iki yüz yaşındaki ihtiyar sapkın kapitalizmin gölgesinin vurduğu bakır ve altın madeninin 33 taşeron işçisi, iki ay sonra ulaştıkları günışığında bizden çalınan ‘yaşamın’ insani yüzünü gösterdiler...

Köktenci liberalizmin ilk önce ‘ insan emeğini’ dahil ederek ‘nesneleştirdiği’ küresel dünyanın dikkati kısa süreliğine ‘insan hayatının’ vazgeçilemez değerliliğine çevrildi. Kapitalist karlılığın, yeryüzünün 700 metre dibinde havalandırma deliğine merdiven yapmadığı için gömdüğü Şilili madencilerin heyecanlı öyküsünü çığlık atarak seyredenlerden, bu yeraltı öyküsünün evrenselliğinden bihaberdiler.

Madenciler, global medyanın popüler tüketim kültürüne armağanı, çok kullanışlı bir hikâyenin kahramanları değillerdi.

Onlar, kapitalizmin insan hayatının ahlaki değerini alaşağı ederek, insan ‘emeğini’ kiralanan, satılan, devredilen yığınlara dönüştürdüğü sürecin trajik özneleriydi...

Her şeyin ama her şeyin doğa, ekolojik sistem, insan, kavram ve değerlerin ‘ticarileşerek’ yıkımının arsızca sürdürüldüğü günümüzde Şilili madenciler ‘insan hayatının’ ahlaki değerini dileriz bir nebzecik geri çağırabildiler.

Küresel coğrafyanın bir başka hareketli ekonomisinde yani ülkemizde işçilerin bırakın ‘yaşamasını’ her yedi dakikada bir iş kazası yaşandığından, olur da öldüklerinde cesetlerinin bulunamaması sıkıntı dahi yaratamıyor.

Tuzla Tersane Bölgesinde çalışan Zülfikar Uysal beş gün önce kaybolmuştu.

Zülfikar’ın cesedi önceki gün tersanenin havuzundan çıkartıldı, üzerinde işçi tulumu vardı kimse fazla mesaiye kalan Zülfikar’ın ‘öldüğünü’ bile görememişti.

Ama cep telefonunun sinyalleri tersaneyi gösteriyordu.

Altı aydır maaş alamayan Zülfikar’la ilgili patronları hemen intihar ettiğini ima etmeye başladılar.

Geçen yıl da denize düşen bir işçi aranırken denize düşerek ölen başka bir işçinin cesedi tesadüfen bulunmuştu. 2008’de denizden cesedi çıkartılan Metin Turan için de işvereni ‘denize yüzmek için atladığını’ söylemişti.

Kurbağalıdere’de sel sularına kapılan Mevlüt Macit’in cesedi 120 gündür bulunamadı ama taşeron işçinin öldüğü gün işten çıkartıldığı ve sigortasının kesildiği bilgisine ulaştık.

17 Mayıs’ta Karadon faciasında ölen iki taşeron madenci bulunmadı diyemeyeceğiz çünkü çalışma yapılmadı...

Türkiye Taşkömürü Kurumu’na kuyu açma işini yapan taşeron Çin firması bekleniyordu ama Çinli taşeron hala yok ortalıkta...

Tabi bir de bu iş kazalarının spekülatif ülke ekonomimize maliyetinin hesabını yapan neo-liberal iktisatçı akıllar bu yükün yıllık 4 milyar 875 milyar olduğunu söylüyorlar.

Varın ötesini vicdanınız namına siz hesap edin!

Nihal Kemaloğlu / Akşam, 14.10.2010

15.10.2010


ANNEN GİBİ OLMA!

OMUZLARIMDAN sıkıca kavradı. Öyle ki koptu sandım. Kuvvetle sarstı. Tırnaklarını etime öyle saplamıştı ki o günü andıkça hâlâ ilk günkü gibi hissederim acısını. Gözlerimin içine beni öldürecekmiş gibi baktı ve “Şimdi gözlerimin içine bak ve bana büyüyünce kesinlikle onun gibi olmayacağım de! Yoksa ellerimle gebertirim seni!” dedi bağırarak.

“Dilim tutuldu” derler ya, hakikaten tutulmuştu. Konuşmak istiyor ama konuşamıyordum. Biri sınıfa girip beni kurtarsın diye bekliyordum. Beni kurtarmak için kimse gelmedi. Suratıma art arda şaklayan tokatlardan sonra nihayet çözüldü dilim. Hıçkırıklara boğularak “evet” diyebildim. O hâlâ öfkeyle bağırıyordu ‘“Sıkma başlı annem gibi olmayacağım’ de! Yoksa kovarım seni bu okuldan! Sınıfımda yobaz zürriyetine yer veremem! Çabuk bana anan gibi başını kapamayacağına söz ver!”

Sonra artık onu duyamadığımın farkına vardım. Kalp atışlarım kulaklarımda çınlıyordu. Hiçbir ses duyamıyordum. Sadece öğretmenimin bir sağ, bir de sol gözüme odaklanan bakışlarını ayırt edebiliyordum.

Söylediği şeyleri dilim çözülüp de tekrarlayıncaya kadar dayak yedim. Derken burnum kanadı. Sonra kulağıma olanlardan anneme veya bir başkasına söz etmem halinde canıma okuyacağını söyleyerek saçlarımdan sıkıca kavradı. Beni öylece yürüterek ikinci kattaki sınıfımızın hemen solundaki lavaboya götürdü. İşte o an çok korktum. Beni ölüme götürüyor sandım. Kanayan burnumdan yüzüme dağılan kanı temizledi. Siyah önlük giyerdik o zamanlar. Beyaz yakalı siyah önlük... Yakamı değiştirdi. Son zil çalıncaya kadar bahçeye çıkmama izin vermedi. Masasında oturarak konuşmadan beni izlemesi içimi daha bir ürpertmişti. Daha 10 yaşımdaydım. Konuşursam beni gerçekten öldüreceğine inandığımdan ne istediyse yaptım, sırrımızı sakladım. Bu yüzden öğretmenimin ezici muamelelerine okulum bitinceye kadar katlanmak zorunda kaldım.

A. A, öğretmenlik mesleğine devam ediyor.

İngilizce Hocam C. K, sınava giren bütün öğrencilerin tanıklığında beni

“Sıkma baş! Sen buraya!” diye çağırdı. Karşısına oturttu. Okulumdaki müdür yardımcısı, H. Hanım da yanında oturuyordu.

İngilizce öğretmenim “Hadi, bana şu cümlelerin Türkçe karşılıklarını söyle.

Diyarbakır’dı burası. Sanki doğru düzgün İngilizce öğrendiğimiz vardı. Kitapta olmayan hiçbir soruyu yanıtlayamazdım. İyi çalışmıştım ancak hocamın sözünü ettiği sözcüklerle ilk kez karşılaşmıştım. Ama C. Hoca, ben yanıtlayamadıkça sürekli olarak cümleleri tekrar ediyor, bir yandan H. Hanım’la utanç içindeki halime bakarak gülüşüp duruyordu. Nihayet H. Hanım dayanamayıp “yazık ama bu kadar yeter” dedi.

Utancımdan yerin dibini boylamıştım.

Sonra, C. Hoca, bu kez aynı cümleleri Türkçe tekrar ederek, benim İngilizce karşılıklarını vermem gerektiğini söyledi. ‘Aptesimi aldıııımm, başımı bağladıııım, camiye gittiiiiim. Namazımı kıldııııım. Bir de eğer bu dersten sınıfta kalmak istemiyorsan İngilizce anlat bize bakalım başını neden kapadın?’”

Tabii ki söyleyemedim. Kahkahalarla gülmeye başladılar. Yanındaki H. Hocaya bakarak “İşte çocuklar, yobazlık, örümcek kafalılık budur! Bu başı kapalılar işte böyle kültürsüz ve cahildirler. İngilizce bilmezler. Babaları başlarını zorla kapatır. Kocaları aşağılar. Göreceksiniz! Bu geri kafalılar, bu ülkede yaşam boyu sürünmek zorunda kalacaklar. Siz siz olun, bu örümcek kafalı gibi olmayın!”

Kıpkırmızı olmuştum. Yerin dibine girdiğimi sandım. Ama yine de gözlerinin içine bakarak “Lütfen bana kitaptan sorun Hocam! Ben kitaba çalıştım!” diye tekrarlamaktaydım. Aileme hakaretler yağdırdı. Beni sınıftan kovdu sonrasında. Kaçınılmaz olarak o dersten sınıfta bırakıldım. 14 yaşımdaydım.

Bileklerim zonk zonk zonkluyordu. Evrak çantamı güçlükle taşıyabiliyordum. El bileklerimdeki ağrının benzeri ayak bileklerimde de başlamıştı. Her adım attığımda burkulma ağrısına benzeyen hatta farklı olarak daha yakıcı olan bu travmanın etkisiyle korkunç acılar çekiyordum.

Buna rağmen o günlerde Tercüman’daki köşemde yayımlanmak üzere kaleme aldığım “Dünya Emekçi Kadınlar Günü”yle alakalı yazımı tamamladıktan sonra İbni Sina Hastanesi’ne gitmek üzere sevk aldım.

Diyarbakır’daki doktorum beni İbni Sina Hastanesi çalışanlarından Prof. Dr. N. B.'ye yönlendirdi. Sekreterine doktorumun ismini verince, N. B “hemen buyursunlar” diye kabul etti. Odasına girince daha “Merhaba, ben Diyarbakır’dan geliyorum” der demez suratının asıldığının farkına vardım. Sonra gergin tavırlarla masasındaki evrakı incelemeye başladı. Ben zaten ayakta durmakta güçlük çekmekteydim, masasına yaklaşarak armağanımı bıraktım. “Uzak dur masamdan! Yaklaşma!” diye haykırdı. Neye uğradığımı şaşırmıştım. Başım döndü. Oradaki koltuğa oturmak zorunda kaldım. “Kalk çık odamdan! Ne hakla ben otur demeden oturursun terk et hemen burayı!” diye bağırdı. Karşılık vermeden dışarı çıktım. Dünya kadınlar gününde sırf başörtülü olduğum için üstelik bir kadın tarafından böyle ağır bir şiddete maruz kaldım.

Güçlükle hasta kabul noktasına yürüdüm. Değerli bilim insanı bir dostumu aradım. “Burada bana asgari bir insan muamelesi yapacak bir doktor yok mu?” dedim. “Prof. Dr. Ali Rıza Uysal demokrat ve insan haklarına saygılı bir insandır” dedi. Derken, N. B bu kez Ali Rıza Bey’in de tanıklığında sekreteri aracılığıyla armağanımı kabul edemeyeceğini söyleyerek bana iade etti. Hastaneden çıktım. Kar taneliyordu. Bir internet kafeye girdim ve 20 Mart 2005 Pazar günü yayımlanan “İbni Sina’nın asık yüzü” başlıklı köşe yazımı kaleme aldım. 34 yaşımdaydım.

Bunları bizzat yaşadım. Ancak hayatımın hiçbir evresinde benim gibi düşünmeyenlere yönelik böylesi bir muamele etmeyi insanî bulmadım. Bana yapılacak “olası” bir haksızlıktan ötürü, kimsenin yaşam alanını daraltmadım. Çünkü insan haklarına aykırı olan bu tür davranışların tedavi edilmesi gereken ruhsal rahatsızlıklar olduğuna inanıyorum.

Ortak yönleri şu: Bana göre şiddet yanlısı olanların hiçbirinin öfkelerinin temeli mutlak bir yaşanmışlığa dayanmıyor. Zihinlerinde anormal kaygılar yaratıyorlar... Olasılıklar ve varsayımlarla “başka” olanın yaşam alanlarını daraltıyorlar. Hiçbir gerçekliği olmayan o kaygılara saplantı derecesinde inanıyorlar. Sonra dehşete kapılıyorlar. Sanrılarının gerçekleşeceğinden çok korkuyorlar. Süreği olarak paniğe kapılıyorlar. Bu noktada akıl, her tür panik atak olayında olduğu gibi devre dışı kalıyor. Bu yüzden akılla izah edilemeyen, bilinçsiz tepkiler geliştiriyorlar. Bu tepkilerini, kurmacalarıyla gerekçelendirmek suretiyle köktenci karşıtlıklarının aslında sanıldığı kadar mesnetsiz olmadığını vurgulamaya çalışıyorlar.

Mehtap Yılmaz / Taraf, 14.10.2010

15.10.2010


Sınırlı demokrat

YANLIŞ anlamayın Mehmet Altan! Bu ülkeye demokrasinin gelmesi için en önde mücadele eden birisi olarak biliyoruz sizi... Fakat Mehtap televizyonundaki “Akıl Defteri” programında sizi izlediğimde şaşırdım doğrusu!

Akıl Defteri’ndeki akıl tutulmasını gördüğümde benim de nutkum tutuldu. Demokrasinin eksikliğinden bahsederken, baskıcı rejimden şikayet ederken sizin de bir sınırınız varmış meğer! Şu anda Kemalistler de “üniversiteye başörtülü girsinler bunda bir sorun yok” diyorlar, siz de...

Kemalist zihniyet “kamuda başörtülü olmaz” diyor, maalesef siz de... Mesela Mine Kırıkkanat “örtüleriyle okusunlar tamam ama kamuya girmesinler” deyip çözüm önerisini de getiriyor beraberinde: “Babalarının fabrikalarında, atölyelerinde çalışsınlar” diyor...

Mine’yi anlıyorum...

Ama sizi anlayamıyorum...

Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nden yola çıktığınız halde, Şahin Alpay “temel hak ve özgürlükler kapsamında başörtüsü kamuda da, reşit olmayanlar için üniversite öncesinde de serbest olmalıdır” derken, siz doğruluğu verilerle kanıtlanmamış garip bir söylemle buna karşı çıkıyorsunuz: “Bugün belediyelerde çoğulcu bir uygulama yok” diyorsunuz. Yani, bütün belediye birimlerinin başörtülülerle doldurulduğunu ileri sürüyorsunuz.

Rica ederim, hani en uç örnek olarak gösterilebilecek Sultanbeyli Belediyesi’ne gidin. Başörtülü kadınların belediye personeli içindeki oranına bir bakın. Sonra diğer belediyelere de gidin, araştırın. Nerde böyle bir uygulama var, örnek gösterin.

Yok böyle birşey, kaldı ki, yüzbinlerce devlet memurunun arasına girmesine müsaade edilmeyen kadınların belediyelerde yoğunlaşması da anlaşılır bir durum olurdu.

Peki nedir bu belediyelerden yola çıkarak ortaya koyduğunuz önerme: “Bunun her yerde uygulanabilir olduğu bir Türkiye devlet olmaktan çıkar!..” Bu tuhaf devletçi refleksle liberalizmi hadi gelin de bağdaştırın bakalım.

Ya o, “temel hak ve özgürlükleri ihlal eden her şey sınırlanır” cümleniz?!.

Daha yolun başındayız ve yeni bir sürece giriyoruz...

27 Nisan muhtırasıyla birlikte demokratlık sınavı veren aydınlarımız için ikinci bir sınav başlıyor. Hangi aydının demokratlık sınırı nereye kadar!!

Elif Çakır / Star, 14.10.2010

15.10.2010

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Son Dakika Haberleri

Dergilerimize abone olmak için tıklayın.
Hava Durumu
Yeni Asya Gazetesi, Yeni Asya Medya Grubu Yayın Organıdır.