Bilişim-Teknik |
Hicret, Allah’a kavuşmanın yoludur
Hicretin üzerinden 1430 yıl geçti. Bu süre içinde dünyada neler değişti, neler?.. Hafızaları yenilemekte fayda vardır. Çünkü “Hafıza-ı beşer nisyan ile maluldür” demişler. Hicret, kısaca Resûl-i Kibriya (asm) ve güzide sahabelerinin Mekke’den Medine’ye gelip yerleşmesi olayı olarak bilinir. Hicret, İslâmî takvimin başlangıcına da adını vermiştir. Her ne kadar Hz. Muhammed (asm) Medine’ye 12 Rebiu’l-Evvel günü varmışsa da, sahabesi, son Akabe Biatı’nın akdedilmesinden birkaç gün sonra, yine onun emir ve izni ile üç ay önce küçük kafileler halinde hicret etmeye başlamışlardı. Bu sebeple, 1 Muharrem, Hicrî takvimin başlangıcı olarak kabul edildi. Bu yıl, Miladî takvimde 622 yılına denk düşmektedir. Hicretle Mekke’deki büyük evlerden bazıları sahipsiz ve boş kalmıştı. Diğerlerinde ise birkaç yaşlıdan başka kimse yoktu. Sadece on yıl kadar önce, çok zengin ve ahenkli görünen şehri bir tek adam değiştirmişti. O, sadece Mekke’yi değil, bütün dünyayı değiştirmeye gelmişti. İnsanlığı kirden, küfürden kurtarmaya gönderilmişti. Mekkeli müşrikler, kuzeyde, dinleriyle çatışınca hiçbir akrabalık bağını tanımayan bu insanların toplandığı Yesrib'de (Medine), kendileri için büyük bir tehlikenin geliştiğinin farkındaydılar. Onlar Hz. Peygamberin (asm): “Ey Kureyşliler, sizi yerle bir edeceğim!” sözünü unutmuyor ve görünürde hiç korkulacak bir şey yokken bile korkuyorlardı. Gözlerini onun üzerinden hiç ayırmadıkları halde O (asm), Yesrib’e kaçmanın bir yolunu bulmuş ve artık bu söz sadece bir tehdit olmaktan çıkmıştı. Resûl-i Ekrem’in (asm) hicreti Peygamberliğin 13’üncü yılında, 12 Rebiülevvel / 23 Eylül 622’de gerçekleşmiştir. Bu tarih aynı zamanda Peygamber Efendimizin (asm) 53’üncü doğum yıl dönümüdür. Hicretle, 23 yıl süren Peygamberlik devrinin 13 yıllık Mekke Devri sona ermiş, 10 yıllık Medine devri başlamıştır. Hicret, Müslümanları müşriklerin zulüm ve baskılarından kurtarmış, İslâm’a daha hızlı yayılma imkânı sağlamış, böylece İslâm inkılâbının başlangıcı olmuştur. Bu itibârla olaydan 17 yıl sonra, Hz. Ömer’in (ra) hilâfeti zamanında Hz. Peygamberin (asm) hicret ettiği yılın 1 Muharrem’i olan 16 Temmuz 622 tarihi, Hicrî-Kamerî Takvim için “takvim başlangıcı” olarak kabul edilmiştir. Resûl-i Kibriya Efendimiz (asm), Medine’ye hicret ettiklerinde, Müslümanların kullandıkları kendilerine özel bir takvimleri yoktu. Bunun üzerine Efendimizin (asm) hicretini başlangıç kabul ederek, “Resûlullah’ın gelişinden bir ay, iki ay sonra...” diye hicrî tarih kullanmaya başladılar. Hz. Resûl-i Ekrem’in (asm) dar-ı bekaya irtihâline kadar da bu sûretle kullanıldı. Hz. Ebû Bekir’in (ra) hilâfeti zamanı ile Hz. Ömer’in (ra) hilâfetinin dört senesi böyle geçti. Sonra resmî işler ve medenî ilişkilerin zamanlarını belli etmek için böyle bir takvimin varlığına ciddî ihtiyaç duyuldu. Bunun üzerine Hz. Ömer (ra), ashabı topladı, onlarla istişare etti. Değişik görüşler ileri sürüldü ve tartışıldı. Hz. Ali (ra) ise, Resûl-i Kibriya’nın Medine’ye hicretlerinin tarihe başlangıç olarak kabul edilmesini teklif etti. Hicret’in 16 veya 17. yılında toplanan bu şûrânın müzâkereleri sonucunda, Hz. Ali’nin (ra) teklifi üzerinde ittifak edildi. Ancak, hangi ayın başlangıç olarak kabul edileceği hususunda bir mutabakata varılmadı. Yine değişik görüşler ileri sürüldü. Hz. Ali (ra), Muharrem ayını başlangıç olarak teklif etti. Bu hususta da yine Hz. Ali'nin (ra) teklifi kabul edildi. Böylece, Kamer (ay) yılı esas ve hicret tarihi başlangıç kabul edilerek, Müslümanlar kendilerine özel bir takvim düzenlemiş oldular.1 Hicret, İslâm ve dünya tarihinde çok büyük bir olaydır. İslâm’ın kurtuluşu ve İslâm inkılâbının başlangıcı olmuştur. İslâm dini hicret sayesinde bağımsızlığına kavuşup, yayılma imkânını bulmuştur. Hicret’in etkisi dinî olduğu kadar aynı zamanda siyâsî ve sosyaldır. Tarihin müstesnâ bir dönüm noktasıdır. İslâm dini, Hicret sayesinde bağımsızlığına kavuşup yayılma imkânını buldu. Medeni sayılan dünyaya kendini tanıtmaya muvaffak oldu. Hicret’ten önce İslâmiyet putperestliğin korkunç baskısı altında bulunuyordu. *** Hicret olayında belirtmemiz gereken parlak ahlâkî değerler, ibret alınacak nice tablolar vardır. Onlardan bir kısmını fedakârlık ve vefa örnekleri olarak sunmak istiyoruz. Hicret konusunda belirtmemiz gereken en önemli mesele, Resûl-i Ekrem’in (asm) büyüklüğüdür. Onun sarsılmayan iradesi ve sabrıyla, en zor ve kritik anlarda bile kalbine hiçbir ümitsizlik gelmeksizin güçlüklere göğüs germiştir. Hicret olayı bunun sayısız örnekleri ile doludur. Sevr Mağarası'nda müşrikler örümcek ağının ötesinde silâhları ile birlikte onları öldürmeye azmetmiş beklerken hiç sarsılmamış ve tereddüt bile göstermemiştir. Dostu ve arkadaşı Hz. Ebu Bekir'e (ra), “Korkma! Allah bizimle beraberdir!” diyerek sadece imana has bir kalbî sükûneti o dar mekâna getirebilmiştir. İmandan aldığı kuvvetle kendilerini at koşturarak takip eden Süraka’ya karşı olduğu gibi, evinin müşrikler tarafından kuşatıldığı o gece de aynı sükûneti göstermiştir. Sonra Resûl-i Ekrem (asm) hicretle, zaman ve mekân gibi bütün şartların sadece Allah rızası ve İslâm’ın başarısı için değerlendirilmesi gerektiği noktasında unutulmaz bir örnek teşkil etmiştir. İslâm’ın Mekke’de durumunu tehlikeli görüp, Medine’de de kök salacağı bir ortam bulunca doğup büyüdüğü ana yurdunu göz kırpmadan terk etmiş; yakınlarını, mal ve mülkünü geride bırakarak gayesini gerçekleştirmeye daha elverişli yeni bir yere hicret etmiştir. Gerçek şudur ki, kahramanlar için inançlarını gerçekleştirmek, hayatlarından daha önemlidir. Resûl-i Kibriya Efendimiz (asm), hicret edeceği zamanı Hz. Ebû Bekir'in (r.a.) dışında bütün insanlardan gizli tutmuştur. Onun ansızın hicret etmiş olması bu yoldaki başarısında yardımcı olmuştur. Bilindiği gibi hicret gecesi Hz. Ali'yi (ra) yatağına yatırmıştır. Bu, düşmanları yanıltmış ve gerçekleştirmek istedikleri hedeflerinden saptırmıştır. Resul-i Ekrem (asm) biliyordu ki, müşrikler İslâm dâvâsına engel olmak için kendisini aramak üzere Medine yolunu tutacaklardı. Bu sebeple müşrikleri yanıltmak için gerçekten fevkalâde isabetli olarak şu güzel tedbirleri almıştır: Müşriklerin bütün gayretleriyle arayacakları kuzey yolunu takip etmek yerine, biraz daha az aranacak güney yolunu tutmuştur. Yola çıkınca doğrudan Medine’ye gitmemiş, kendilerini arayanların yorulup ümitlerini keserek geri dönmelerini sağlamak üzere birkaç gece mağarada kalmıştır. Mekke ile Medine arasında bilinen iki yoldan gitmemiş, müşriklerin gelip gidenlerden haber alamamaları için daha az kullanılan veya hiç kullanılmayan üçüncü bir yolu takip etmiştir. Hicret olayında Resûl-i Ekrem’den (asm) aldığımız dersler yanında Hz. Ebû Bekir'in (ra) sergilemiş olduğu, sıkıntılı ve güç anlardaki vefa ve sadakat örneği de kayda değer. Günümüzde gördüğümüz nice arkadaş vardır ki, güç ve sıkıntılı anlarda arkadaşlarını hemen terk eder ve yalnız bırakır. Fakat o, sahip olduğu her şeyi hicret yolunda Resûl-i Kibriya’nın (asm) emrine vermiş, hatta bu uğurda kendisini, oğlunu, kızını, malını, mülkünü, her şeyini seferber etmekte bir an bile tereddüt etmemiştir. Bu konuda nakledilen örneklerin en güzeli şudur: Hz. Ebû Bekir (ra), Resûl-i Ekrem’le (asm) hicret ederken bazen onun önüne geçip önünde gider, bazen de arkasından onu takip ederdi. Peygamber Efendimiz (asm) ona niçin böyle yaptığını sorduğunda Hz. Ebu Bekir (ra); “Gözetleneceğinizi düşündüğümde önünüze geçiyorum, arkanızdan takip edileceğinizi düşündüğümde peşinizden geliyorum” diye cevap vermiştir. Hz. Ali de (ra) hicret olayında Resûl-i Ekrem’in (asm) kendisini tercih etmesi üzerine onun yerine geçerek büyük bir fedakârlık örneği göstermiştir. O biliyordu ki, o gün Resul-i Kibriya Efendimizin (asm) yatağında yatan kimse ölüme, “iki yay arası kadar, hatta daha yakın olacaktı.” Buna rağmen onun yatağında yatarak büyük bir kahramanlık örneği sergilemiştir. Bunların her biri Müslüman için bir hayat düsturudur. Hicret de bir sünnettir. Hicretin her safhasında Resûlullah’ın (asm) gösterdiği tavrı benimsemek de şarttır. Hz. Ebû Bekir (ra) ile Hz. Ali (ra) ise, Peygamber Efendimize (asm) gösterdikleri bağlılıkta eşsiz bir örnek ortaya koymuşlardır. Hicrette niyet önemlidir. Bu konuda şu hadis-i şerifleri hatırlayalım: “Amellerin kıymeti ancak niyetlere göredir. Herkesin niyet ettiği ne ise, eline geçecek olan ancak odur. Artık nâil olacağı bir dünyâ veya nikâh edeceği bir kadından dolayı hicret etmiş kimse varsa hicreti Allâh’ın ve Resûlunün rızâsına değil, hicret sebebi olan şeye müntehîdir.”2 “Her kimin hicreti Allâh’a ve Resûlune müteveccih ise hicreti, Allâh’a ve Resûlune müntehîdir.”3 *** Hicretle Müslümanlar için yepyeni bir devir başlıyordu. Bu, İslâm nurunun aydınlattığı yeni bir devir olacaktı. Hicret nefisten, nefsin isteklerinden, şeytandan kaçmak, Allah’a kavuşmak ve onun emirlerine gönülden yapışmaktı. Hicret dünyevî engellerden sıyrılmaktı. Müşrikler Müslümanları mallarıyla, canlarıyla tehdit ediyorlardı. Ama onlar bu tehditlere aldırmıyorlardı. İşkence arttıkça imanları adeta daha da kuvvetleniyordu. Birer kamçı gibi onları iman ve Kur’ân dâvâsında koşturuyordu. Kızgın demire verilen su gibi sadakatları sıradağlar gibi çelikleşiyordu. “İman hem nurdur, hem kuvvettir. Hakikî imanı elde eden adam kâinata meydan okuyabilir!” hakikatini değil Arabistan’a, belki dünyaya haykırıyorlardı. Mekke’deki Müslümanların sayıları azdı. Ama o azlar çok şeyi ifade ediyordu. Onlar bir araya geldiklerinde sarsılmaz, kopmaz bir halat olmuşlardı. Mekke’den birer ikişer Medine yollarına düşen Müslümanlar, Kuba’da toplandılar. Adeta inananlar orada içtimâ ettiler. Kuba Camii’nde toplandılar. Bir Cuma sabahı Kuba’dan ayrıldılar. Resûl-i Ekrem (asm) ve sahabeleri, onları bekleyen Hazrecli Benî Salim kabilesi ile namaz kılmak için Ranuna vadisinde durdular. Bu, o günden itibaren yurdu olacak olan ülkede kılınan ilk Cuma namazı olacaktı. Benî Neccar’dan bir grup akrabası onu karşılamaya gelmişlerdi, bazı Kubalılar ise onu yolcu etmek için yola çıkmışlardı. Muhteşem bir cemaatle Cuma namazını kıldılar. Namazdan sonra Peygamber Efendimiz (asm) devesi Kasva’ya bindi, Hz. Ebû Bekir (r.a.) ve diğer sahabeler de develerine bindiler ve Medine’ye yöneldiler. Medineliler yollara düşmüştü. Kimler yoktu ki.. Erkekler, kadınlar, çocuklar, yaşlılar… Kimse evinde kalmamıştı. O muhteşem güne şahitlik etmek ve o mübarek kafileyi karşılamak için koşmuşlardı. Ya Rabbi o ne muhteşem gündü!.. Tekbirler göklere yükseliyordu: “Allahu Ekber, Allahu Ekber, Allahu Ekber!..” Allah’ın gönderdiği İslâm nuru daha bir başka parlıyordu nurlu şehir Medine’de… Hicret, daha sonraki yıllarda da devam etti. O günkü sahabeler dünyanın dört bir köşesine aynı heyecanla hicret ettiler. Bu sefer zorla değil, isteyerek, gönüllü olarak. Allah rızası için, Allah’ın adını (İ’lây-ı Kelimetullah) daha ilerilere ulaştırmak gayesiyle kıt'aları aştılar. Sahabe mesleğini takip edenler aynı yolda hicret etmeye devam ettiler. Ne mutlu o sahabelere ve onların nurlu takipçilerine… 1430 yılını geride bırakarak 1431 hicrî yılına kavuştuk. İslâm âlemine ve insanlığa mübarek olsun.
Dipnotlar: 1- Tecrid-i Sarih Terc, 10:120-121. 2- Tecrit Terc., 1:1 3- Tecrit Terc., 1:64 |
Ahmet ÖZDEMİR 21.12.2009 |