Taraf gazetesinden ilginç bir haber: ‘Marmara Üniversitesi, Erasmus (Avrupa Birliği Eğitim ve Geliştirme Programları) kapsamında yurtdışına göndereceği 150 öğrenciye ‘kritik’ konularda devletin resmi görüşlerini anlatan bilgilendirme toplantıları düzenliyor. Program kapsamında Avrupa’nın pek çok üniversitesinde eğitim görecek öğrencilere e-posta gönderen üniversite yönetimi, ‘oryantasyon (bilgilendirme) eğitimi’ne katılmayanların yurtdışına gidemeyeceklerini bildiriyor.’ Amaç da, ‘Türkiye Cumhuriyeti’nin uzun yıllardan beri sorunu olan başta sözde Ermeni soykırımı olmak üzere Kıbrıs, Güneydoğu ve Rum Pontus konularında devletin resmi görüşlerini anlatıp ögrencileri bilgilendirmek’miş.
Haber ‘ilginç’ ama benim için şaşırtıcı değil. Nitekim daha önce konuyla ilgili olarak meselá şunları yazmıştım:
‘Türkiye’de baştan beri üniversiteler bağımsız araştırma kurumları olarak değil, fakat orta-öğretimin bir devamı olarak tasarlanmıştır. Bu çerçevede akademisyenlerden beklenen de mahza hakikat arayışına adanmaları olmayıp, kurulu düzeni ideolojik olarak meşrulaştıracak malzeme üretmeleri, daha doğrusu devletin zaten üretmiş olduğu malzemeye ‘bilimsellik’ kılıfı giydirmeleridir. Üniversitelerin esas amacı, gençleri ‘Atatürk ilke ve inkılápları doğrultusunda’ terbiye etmek ve onları dünyaya kabileci bir nazarla bakmalarını sağlayacak şekilde zihinsel olarak donatmaktır. Bizim üniversitelerimizde Atatürkçülüğü ve ‘Devletin çıkarlarını’nı desteklemeyen bilgi bilgiden sayılmaz.’ (18 Ağustos 2005)
‘Kanun’un üniversitelerin önde gelen amaçları arasında gençlerin devletin ideolojisine göre yetiştirilmelerini saydığı, bu ideolojiye uymayan düşünceler dile getiren akademisyenlerin takibata uğradığı, hatta meslekten çıkarıldığı bir ülkede, akılcı ve özgür düşünceye dayalı üniversiteden söz etmek bir hüsnü kuruntudan başka bir şey değildir. ‘ (16 Kasım 2005)
Şimdi tekrar belirtmek gerekirse, Türkiye’de üniversitelerin varlık nedeni ilk ve orta öğretiminkinden özünde farklı değildir. Bu öz de çocukların ve gençlerin zihnini resmi ideolojiyle ve devlet tezleriyle şartlandırmakta ifadesini bulur. Onun için, bizde üniversiteler ‘bağımsız araştırma kurumları’ olarak değil, fakat ilk ve orta öğretimin bir üst kademede devamı olarak tasarlanmışlardır.
Aslında, eğitim-öğretim kurumlarının devletin ‘ideolojik aygıtları’ olarak varlığı modernliğin siyasi uzantısı durumundaki ulus-devletlerin genel bir özelliğidir. Şu var ki, Türkiye’nin sisteminde bu özellik hem çok daha belirgin, hatta kaba-sabadır, hem de üniversiteler bile bunun dışında tutulmamıştır. Bu sistem devlete aynı anda birçok şeyi garanti ediyor: Bu yolla, her şeyden önce, çocuklarımızın devleti ‘doğru’nun ve ‘iyi’nin yegáne ve meşru kaynağı olarak içselleştirmeleri sağlanmaktadır. Öte yandan, resmi eğitim-öğretim sistemi devletin toplumu hem ‘gözetim’ altında tutmasını kolaylaştırmakta, hem de toplumun ‘münhasır sadakati’ni garanti etmektedir.
Böyle bir sistemde üniversite öğrencilerinin—aslında öğretim üyelerinin de— yurt dışına çıktıklarında devletin birer ‘ajanı’ gibi davranmalarının bekleniyor olması hiç de şaşırtıcı değildir. Aslına bakılırsa, akademisyenlerin, özellikle de ‘dış politika’ ve ‘uluslararası siyaset’ alanlarında çalışanların çoğunun kendi görev algıları bile bundan farklı değildir. Çoğu uluslararası politika ‘uzmanı’, uzmanı olmak iddiası güttükleri alanda ‘bilimsel bilgi’yi aramaktan çok, devletin bu konularda izlemekte olduğu siyasetleri meşrulaştırmaya yarayacak terminoloji bilgisi edinmek peşindedir.
Star 20.9.2008
|