"Gerçekten" haber verir 21 Eylül 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Sistemin zirvesinde çöküş

Dünya panik içinde. Hayır, bu ekolojik kıyamet paniği değil. Bu, ekonomik kıyamet paniği...

Bu da, ötekisi gibi geldim, geliyorum diyordu ve geldi. Geldi ve tüm dünyayı salladı. Amerika’da başladı, Avrupa’dan, Rusya’dan Japonya’ya kadar her yeri vurdu. Türkiye de böyle durumlarda, Amerika öksürürse Türkiye nezle olur gerçeğini yaşıyor. Borsa’da düşüşlerle ilk deprem işaretlerini almış olduk. Peki ne oldu? Faizli yapının mabedi diye bilinen kurumlar çökmeye başladı.

Dünya, Lehman Brother’s der başka bir şey demezdi. Tam 158 yıllık bir kuruluş, dünyaya borç para veriyor, dünyanın ekonomik nabzını tutuyordu. Türkiye’de bir kriz mi olacak, önce o görüyordu, çünkü kredi açacak ve bu kredinin faiz oranları Türkiye’deki borç ödeme riskleriyle ilgili olarak belirleniyordu. Kim derdi ki Lehman Brother’s kendi krizini göremeyecek ve bir gün iflas bayrağını çekecek.

Meryll Linch de Lehman Kardeşler gibi dünyaya para satan bir yatırımcı kuruluş. O da ipten döndü. Onu da Banc of America satın alarak kurtardı. Amerika’nın en büyük sigorta şirketi AİG (EY Ay Ci) Amerikan Merkez Bankası 85 milyar dolar aktardı, hükümet AİG’ye el koydu.

İngiltere’de en büyük mortgage şirketi HBOS devlet tarafından satın alındı. Dünya Merkez Bankaları krizi durdurmak için piyasaya para pompaladılar. Şu ana kadar, liberal sistemin mantığına aykırı ve daha çok devletçi (sosyalist - komünist) sistemlerde öngörülen 900 milyar dolarlık bir operasyondan söz ediliyor. Hani zaman zaman Ahmedinejad’ın “Amerika yıkılacak, şu olacak bu olacak!” gibi konuşmalarını çok uçuk bulur, onlara “Acem palavrası” gibi bakarız ya...

Birisi “Lehman Brother’s yıkılacak” dese, bizdeki ekonomi üstatları dahil bütün dünya güler geçerdi mutlaka. Dağ gibi adamlar, yıkılır mı? İşte yıkıldı. Bu, küresel anlamda ekonomi dünyası için kaç şiddetinde bir deprem sayılır bilmiyorum, ama Lehman Kardeşler’in ve öteki devlerin yıkılması ile ilgili olarak söylenecek ilk şey şu ki, küresellik, küresel depremleri de birlikte getirecek, bunu herkesin böyle bilmesi lazım.

Bundan sonra artık yerel kriz yok, dünyanın bir yerinde meydana gelen çatlama, şu veya bu ölçekte arzın öteki bölümlerini de ilgilendirecek. Amerika’daki bir deprem ise, artık nasıl bir yıkım getirdiğini Açe’den bildiğimiz tsunamilere, hem de küresel çapta yol açacak.

Küresel şirketlerin çöküşü, ekonomide, insanoğlunun ürettiği birçok artı değeri yutan kara delikler oluşturacak. Lehman Brother’s’ın iflası ve krize yuvarlanan devlerin ikinci boyutunda, hiç şüphesiz faizli yapının felaketinin altını çizmek gerekir. Ekonomi yorumcularından hiçbirisi oraya gelmek istemiyor. Bir TV yorumcusu, Amerika’nın kredi notunun düşürülmesi ile ilgili haberleri değerlendirirken, “Bu, liberal kapitalist sistemin iflası anlamına gelir” diyordu ve böyle bir sonuç çıkarmaya yanaşmıyordu.

Ne de olsa, faizsiz yapı düşünülemezdi. Faiz ekonominin can damarıydı. Faiz olmazsa ekonomi işlemezdi. Ama deniz bitti. Lehman Brother’s tırmandı tırmandı ve faizli yapının zirvesine ulaştığında iflas bayrağını çekti. Bizde bir söz vardır: “Karınca kanatlanınca zevalini bulur.” Ya da sistem, Marksist yorumla içinde taşıdığı diyalektik tezadın limitine vardı ve inişe geçti. İslam faizi yasaklıyor. Kur’an’da faiz alıp verme konusunda çok sert ve tehdit dolu ifadeler var. Bakın işte ayet meali:

“Faiz yiyenler, tıpkı Şeytan çarpmış insan gibi kalkarlar. Bu onların ‘alışveriş de faiz gibidir’ demeleri yüzündendir. Halbuki Allah alışverişi helal, faizi haram kıldı.” (Bakara Suresi, 275) Sonra ayette “Allah faizi mahveder, sadakaları ise bereketlendirir” ifadesi yer alıyor. (Bakara, 276) Sonra bir başka ayette, “Faiz alıp vermenin Allah’a savaş açmak gibi” bir nitelik arz ettiği belirtiliyor. (Bakara, 279) Bunlar çok ağır ifadeler. Faizli bir yapıdan başkasını imkansız görenler için bu ayetler, çok şaşırtıcıdır.

Onun için İslam’ın faiz yasağı görülmek istenmez, hele ona göre bir ekonomik yapı tasavvuru düşünülmez. Ama bunun yanında, faiz ilişkisinde en iyi durumun sıfır faiz olduğu da ifade edilir. Sanılır ki, ekonominin tekeri faiz ile dönüyor, bu makine faizsiz işlemez. Ama işte, işlediği sanılan makine de, gücünün zirvesinde tık diye duruverdi. Lehman Brothers, faizli yapıdan kazananlardandı. Para satıyordu. Akıl satıyordu.

Kaldı ki tüm kapitalist düzen faizle işliyor, ve servet, sistemin işleyişi gereği büyük merkezlere doğru akıyordu. Buna karşılık faizle borç alanlar ise, faizin yükünü bir başka biçimde taşıyorlar ve borç batağından kurtulma mücadelesi veriyorlar. Türkiye de, onlardan biri. Ana paraya değil, borç faizlerine para yetiştirmek için deyim yerindeyse milletçe anamız ağlıyor. Çalışıyor, üretiyor ve gidip, küresel tefecinin avucuna sayıyoruz. Biz ve bizim gibiler faizli yapının bir başka kurbanı.

Ama işte, bu işten kazandığı sanılanlar da kurbanlık hale gelmiş bulunuyor. Bunun adı, Kur’an’dan yola çıkarak söylersek, “Şeytan çarpmış ekonomi” olamaz mı? Kaldı ki daha işin başlangıcındayız. Lehman Brother’s ve devamının oluşturduğu kara delik, bakalım yer küreye nasıl bir bedel ödetecek?

Ondan sonra Şeytan’a kızmak neticeyi değiştirecek mi? Ben, keşke İslam dünyası, kendi inanç ve kültür değerlerinden süt emen bir ekonomik model geliştirebilse ve elindeki zenginlikleri, küresel tefecilere kaynak olarak aktarmak yerine daha insani bir ekonomik yapılanmaya vücut verebilseydi, diye hayıflanıyorum.

Bugün 20.9.2008

Ahmet Taşgetiren

21.09.2008


 

CUNTA MI?

Çok tuhaf iddialar var.

Bu iddiaların bazıları resmen doğrulanıyor, bazıları henüz doğrulanmıyor.

Amerikan Konsolosluğu’na yapılan “El Kaide” saldırısının aslında bir Ergenekon operasyonu olduğu polis tarafından da söyleniyor.

PKK’nın üstüne yıkılan Güngören ve Selimiye saldırılarının da Ergenekon işi olabileceği ise henüz doğrulanmayan iddialar arasında.

Sanki her yerde Ergenekon’un işaretleri gözüküyor.

Şu bazıları tarafından “küçümsenen” örgüt tarafından yani.

Bombalamaların dışında örgütün başka hedefleri olduğu da anlaşılıyor.

Yeni bir 28 Şubat yaratmak istiyorlar.

Son tutuklananlar arasında 28 Şubat kahramanlarının bulunması da, “dinci” olarak tanınan kesimden birilerinin adının bu olaylara karışması da yeni bir arayış olduğu görüşünü doğruluyor.

Çünkü bu son operasyonla 28 Şubat’ın aktörleri biraraya toplanıyor.

“Dinci” görünüşlü birileri, askerler, “şaşırtıcı sahneler” yaratmakta uzman olmuş kişiler.

Tabii bunların arasında en ilgi çekici olanları teğmenler.

Emekli orgeneraller Eruygur ile Tolon’a resmî ziyaretçi gönderecek kadar “biz adamımıza sahip çıkarız” mesajı vermeye meraklı bir Genelkurmay Başkanı’nın döneminde beş “muvazzaf” teğmenin gözaltına alınması kolay değil.

Bu teğmenler gözaltına alınabildiyse, bu ancak polisin Genelkurmay’ı “ikna” edecek kadar sağlam belgeler göstermesiyle mümkün olmuştur.

Başka türlüsü mümkün görünmüyor.

Ama tabii burada yeni bir soru çıkıyor ortaya.

Bu gencecik teğmenleri kim yönlendirdi?

Askerlikle ilgili biraz bilgisi olan herkes, beş teğmenin öyle tek başlarına hareket edemeyeceğini bilir.

Birisi onları bu yola sokmuş olmalı.

Onlar kim?

“Yüzbaşılar” deseniz, “onları kim yönetti” sorusu gelecek.

Bu zincir böyle yukarı doğru tırmanacak.

Çünkü hepimiz ordu içindeki grupların ya da daha iyi bilinen ismiyle “cuntaların” mutlaka “yüksek” rütbeli birini aradıklarını biliyoruz.

O zaman, “beş teğmenle başlayan zincir nereye kadar uzanıyor” sorusu kaçınılmaz olarak akla geliyor.

Ergenekon’un ordu içindeki parçasının uzantıları kimler?

Bu sorudan kurtulmak mümkün olmayacak.

Eğer yarın bir gün “o beş teğmenin hiçbir suçu yoktu” derseniz, Genelkurmay Başkanı’na “o zaman o gençleri niye polise teslim ettin” diye sorar ordu.

“Onlar suçluydu” derseniz, o zaman da “onların komutanı kim” diye sorulmasını önleyemezsiniz.

Çok yıldızlı generaller ordu içinde olup bitenleri mutlaka biliyordur.

Bir general için en büyük eleştiri “astlarına sahip olamamaktır” herhalde, onun için hepsi astlarını iyi kontrol ederler.

Olanları izlerler.

Beş teğmenin macerasını da yakından bildiklerine eminim.

Bilemediğim şu:

Bu çocukları feda edip gerisini kapatmaya mı uğraşacaklar?

Yoksa bütün zincir ortaya çıkacak mı?

Ergenekon, ordunun “bir parçasını” içinde taşımakla övünebileceği bir örgüt değil.

Neşe Düzel’le yaptığı röportajda Adil Gür de söylemişti, “Ergenekon ordunun itibar kaybetmesine yol açtı” diye.

O itibarı yeniden kazanabilmesi için Ergenekon’la ilgili bütün gölgelerden kurtulması gerekiyor ordunun.

Bütün gölgelerden.

En büyüklerinden bile.

Oraya buraya bombalar atan, insanları öldüren, polisleri katleden bir örgütün uzantılarının ordunun içinde barındığına dair inançlar, ordu-halk ilişkilerini onarılmaz biçimde zehirler.

27 Nisan muhtırasıyla büyük bir hata yaptı ordu.

Çok ağır bir cevap aldı.

Ben o dönemde Anadolu’da dolaştım.

İnsanların nasıl konuştuklarını kulaklarımla duydum.

Ordunun da bunları duymamış olmasına ihtimal vermiyorum.

Zaten bu kadar yaralıyken bir de Ergenekon’u taşıyamazlar.

Hangi halk, “bombacıların” ordu tarafından korunduğu fikrine tahammül gösterir?

Hiçbir yerde öyle bir halk yoktur, bu ülkede de yok.

O beş genç teğmen çok genç.

Çok tecrübesizler.

O çocukları mahveden birileri olmalı.

Onlar ortaya çıkarılmalı.

Bırakın Ergenekon’u falan, sadece bu beş genç adamı bu işlere itmek bile ağır bir suç.

“Büyükleri” o teğmenleri bu hatadan koruyamadıysa bari alacakları tedbirlerle, verecekleri cezalarla diğerlerini kurtarmalı.

Arındırmalılar orduyu.

Halkına saygılı, disiplinli bir ordumuz olmalı.

Korkutucu olmak yerine saygıdeğer olmak bir orduya daha çok yaraşır.

Saygıdeğerlik de, dürüstlükle, hakkaniyetle, adaletle ele geçer.

Belki yanılıyorum ama beş teğmenin arkasında bir “cunta” gölgesi seziliyor.

Ordu, bu gölgeden temizlenemezse bu bir daha bu halkla kolay kolay barışamaz.

Korkutmaya çalışmak da işe yaramaz.

Korkmaktan bıktı çünkü bu halk.

Taraf 20.9.2008

Ahmet Altan

21.09.2008


 

Devletin ajanı olarak öğrenci tasavvuru

Taraf gazetesinden ilginç bir haber: ‘Marmara Üniversitesi, Erasmus (Avrupa Birliği Eğitim ve Geliştirme Programları) kapsamında yurtdışına göndereceği 150 öğrenciye ‘kritik’ konularda devletin resmi görüşlerini anlatan bilgilendirme toplantıları düzenliyor. Program kapsamında Avrupa’nın pek çok üniversitesinde eğitim görecek öğrencilere e-posta gönderen üniversite yönetimi, ‘oryantasyon (bilgilendirme) eğitimi’ne katılmayanların yurtdışına gidemeyeceklerini bildiriyor.’ Amaç da, ‘Türkiye Cumhuriyeti’nin uzun yıllardan beri sorunu olan başta sözde Ermeni soykırımı olmak üzere Kıbrıs, Güneydoğu ve Rum Pontus konularında devletin resmi görüşlerini anlatıp ögrencileri bilgilendirmek’miş.

Haber ‘ilginç’ ama benim için şaşırtıcı değil. Nitekim daha önce konuyla ilgili olarak meselá şunları yazmıştım:

‘Türkiye’de baştan beri üniversiteler bağımsız araştırma kurumları olarak değil, fakat orta-öğretimin bir devamı olarak tasarlanmıştır. Bu çerçevede akademisyenlerden beklenen de mahza hakikat arayışına adanmaları olmayıp, kurulu düzeni ideolojik olarak meşrulaştıracak malzeme üretmeleri, daha doğrusu devletin zaten üretmiş olduğu malzemeye ‘bilimsellik’ kılıfı giydirmeleridir. Üniversitelerin esas amacı, gençleri ‘Atatürk ilke ve inkılápları doğrultusunda’ terbiye etmek ve onları dünyaya kabileci bir nazarla bakmalarını sağlayacak şekilde zihinsel olarak donatmaktır. Bizim üniversitelerimizde Atatürkçülüğü ve ‘Devletin çıkarlarını’nı desteklemeyen bilgi bilgiden sayılmaz.’ (18 Ağustos 2005)

‘Kanun’un üniversitelerin önde gelen amaçları arasında gençlerin devletin ideolojisine göre yetiştirilmelerini saydığı, bu ideolojiye uymayan düşünceler dile getiren akademisyenlerin takibata uğradığı, hatta meslekten çıkarıldığı bir ülkede, akılcı ve özgür düşünceye dayalı üniversiteden söz etmek bir hüsnü kuruntudan başka bir şey değildir. ‘ (16 Kasım 2005)

Şimdi tekrar belirtmek gerekirse, Türkiye’de üniversitelerin varlık nedeni ilk ve orta öğretiminkinden özünde farklı değildir. Bu öz de çocukların ve gençlerin zihnini resmi ideolojiyle ve devlet tezleriyle şartlandırmakta ifadesini bulur. Onun için, bizde üniversiteler ‘bağımsız araştırma kurumları’ olarak değil, fakat ilk ve orta öğretimin bir üst kademede devamı olarak tasarlanmışlardır.

Aslında, eğitim-öğretim kurumlarının devletin ‘ideolojik aygıtları’ olarak varlığı modernliğin siyasi uzantısı durumundaki ulus-devletlerin genel bir özelliğidir. Şu var ki, Türkiye’nin sisteminde bu özellik hem çok daha belirgin, hatta kaba-sabadır, hem de üniversiteler bile bunun dışında tutulmamıştır. Bu sistem devlete aynı anda birçok şeyi garanti ediyor: Bu yolla, her şeyden önce, çocuklarımızın devleti ‘doğru’nun ve ‘iyi’nin yegáne ve meşru kaynağı olarak içselleştirmeleri sağlanmaktadır. Öte yandan, resmi eğitim-öğretim sistemi devletin toplumu hem ‘gözetim’ altında tutmasını kolaylaştırmakta, hem de toplumun ‘münhasır sadakati’ni garanti etmektedir.

Böyle bir sistemde üniversite öğrencilerinin—aslında öğretim üyelerinin de— yurt dışına çıktıklarında devletin birer ‘ajanı’ gibi davranmalarının bekleniyor olması hiç de şaşırtıcı değildir. Aslına bakılırsa, akademisyenlerin, özellikle de ‘dış politika’ ve ‘uluslararası siyaset’ alanlarında çalışanların çoğunun kendi görev algıları bile bundan farklı değildir. Çoğu uluslararası politika ‘uzmanı’, uzmanı olmak iddiası güttükleri alanda ‘bilimsel bilgi’yi aramaktan çok, devletin bu konularda izlemekte olduğu siyasetleri meşrulaştırmaya yarayacak terminoloji bilgisi edinmek peşindedir.

Star 20.9.2008

Mustafa Erdoğan

21.09.2008


 

Brakisefal soyda bulduk özlü kaynağı

Genç bilim adamı Umut Özkırımlı’nın “Milliyetçilik ve Türkiye-AB İlişkileri” adlı kitabını karıştırıyordum... Orada rastladım. Hep otuzlu yılları eleştiririz ya, yirmili yıllara da gittim.

İsmet Paşa, 1925’te, sonradan Halkevleri’ne dönüşecek olan Türk Ocakları’nın ikinci kurultayında bir konuşma yapmış... Demiş ki:

“Vazifemiz Türk vatanı içinde bulunanları behemehal Türk yapmaktır. Türklere ve Türkçülüğe muhalefet edecek unsurları kesip atacağız.”

İkinci perde 1932 yılında geçiyor, Atatürk (henüz Reisicumhur Gazi Mustafa Kemal Paşa’dır), Keriman Halis Hanım’ın (henüz ağa, bey, paşa, hanım gibi ünvan ve lakaplar serbest) dünya güzeli seçilmesi üzerine Cumhuriyet gazetesine bir demeç vermiş. Demiş ki:

“Türk ırkının necip güzelliğinin daima mahfuz olduğunu gösteren dünya hakemlerinin bu Türk çocuğu üzerindeki hükümlerinden memnunuz... Bu güzel Türk kızımız, ırkının kendi mevcudiyetinde tabii olarak tecelli ettirdiği güzelliğini dünyaya dünya hakemlerinin tasdikiyle tanıttırmış olmakla elbette kendini memnun ve bahtiyar addetmekte haklıdır... Şunu ilave edeyim ki, Türk ırkının dünyanın en güzel ırkı olduğunu tarihi olarak bildiğim için, Türk kızlarından birinin dünya güzeli intihap olunmuş olmasını çok tabii buldum.”

Üçüncü perde de ilk Türk operasından... Yıl 1934...

Hani Atatürk, Ankara’ya gelmiş olan İran Şahı’na “ne kadar batılılaştığımızı” göstermek istemiş ve bir opera bestelenmesi için emir ve direktif vermiş, ilk Türk operası “Özsoy” da böyle doğmuş ya... İftiharla anlatılır...

Konuyu da bizzat Atatürk vermiş hani... Libretto, yani sözler Münir Hayri Egeli’den, beste de, çok batılı bestecimiz Ahmet Adnan Saygun’dan...

1981 yılında yeniden sahnelenmişti, ben kaçırmıştım. Bir bölüm okuyalım:

“Tarih diyor ki bize,

Uygarlıklar ırmağı,

Brakisefal soyda

Buldu özlü kaynağı.

Bu soy Asya’dan çıktı,

Dört bir yana dağıldı.

Bu tarih, yükselişin

Başlangıcı sayıldı.

Avrupa, Anadolu, İran

Ve orta yayla

Uygarlığa girdi.

Bakın, bu büyük soyla

Zaman durur mu?”

İlkokul öğrencisi kompozisyon ödevi diye getirse kırık not alır da, benim asıl gönlümden geçen şu:

Seyhan Soylu ve Nurseli İdiz “içeriden çıktıkları zaman” şu “podyum konseptinde cumhuriyet kadınları” projesini rafa kaldırsalar da, asıl şu Özsoy operasını sahneleseler! Alın size milli ve de hamasi ve de ailevi ve de terbiyevi etkinlik. Üstelik kodese de girmezsin, tam tersine, plaket verirler.

Sabah 20.9.2008

Engin Ardıç

21.09.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
GAZETE 1.SAYFA

Bütün haberler

Site yöneticisi | Editör
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır