29 Ağustos günü (2008) akşam saatlerinde Su TV’yi izlerken kulaklarıma inanamadım. Keçiören Belediye Başkanı Turgut Altınok’un bazı tasarruflarının ele alındığı veya daha doğrusu çekiştirildiği oturumun sunucusu, benim ilk defa muttalî olduğum ilginç bir ifade kullandı: “Biz Alevî ulusu olarak…” Bu söz bir süre hafızamda takılı kaldı ve elbette ülkenin bir ferdi olarak hazmetmem de mümkün değil. Alevîlerin kahiri ekserisinin de bu sözden incineceklerini ve rencide olacaklarını zannederim. En azından hoşnut kalacaklarını zannetmem. Ama Alevîler adına birileri Alevîliği besbelli ki uca, hatta uçtan uca çekmek istiyorlar. Galiba bu zevatın ağızlarından çıkanı kulakları duymuyor veya ağızlarına mukayyet değiller. ‘Alevî meşrebi, anlayışı, mezhebi’ denmiyor, aksine açıktan bir şekilde ‘Alevî ulusu’ deniliyor. Alevîleri ulus olarak tanımlamak ne demektir? Burada kastedilen ulus, etnik bir ulus olamayacağına göre, besbelli ki dinî bir ulus kastedilmektedir. Bu takdirde hem İslâmiyetten, hem de diğer dinlerden farklı olmalı. Genellikle Müslümanlar kendilerini ‘Millet-i İbrahim’ olarak tanımlarlar. İslâmiyetin atası O’dur. Bunun yerine başka bir ulus oturttuğunuzda durum değişir ve İslâmiyet dairesinin dışına taşmış olursunuz. Biz biliyoruz ki, Alevî ulusu diye bir ulus yoktur. Sadece birilerinin zorlamaları vardır. Bununla birlikte, Alevîliği yeniden tanımlama süreci bıçak sırtı tehlikeli bir mecrada seyrediyor. ‘Ali’siz Alevîlik’ deyiminden sonra bir de cemevlerine mabed statüsü verilmesi istekleri gerçekten de Alevîleri bambaşka bir mecraya sürükler. Cemevlerini cami gibi (alternatif) bir ibadet yeri olarak düşündüğünüzde ülke yeni bir ayrışmanın eşiğine sürüklenir. Günümüzde Alevîlik iki uç fikir arasında gidip geliyor. Bunlardan birisi: Ali’siz Alevîlik, yani dinsiz Alevîlik projesidir. Diğeri de İslâm’dan ayrı yeni bir din kisvesinde bir Alevîlik. Bu iki ucun, ikisi de hem Alevî kitleler açısından, hem de ülkemizin geleceği açısından birbirinden daha tehlikelidir.
***
Esasında Alevîlik ne ayrı bir din, ne ayrı bir mezheptir, sadece bir meşreptir. Bu meşrep Ehl-i Beyt sevgisi üzerine müesses olduğundan Alevîlik denmiştir. Dolayısıyla bu tespit, yol haritasının teşekkülünü de kolaylaştırır. Alevîlik meşrep olduğunda, onun ritüellerinin ikame edildiği mekânlar tekke statüsünü alır. Nitekim geçmişteki Bektaşî tekkeleri de cami değil, tekke olarak anılırdı. Dolayısıyla, adı konsa da, konmasa da cemevleri cami statüsünde değil, tekke statüsündedir. Böyle olunca da tanım yerli yerine oturur ve dikotomik bir işkal (ikilem), yani problem ortadan kalkar. Bu durumda, Alevîlerin de (gitseler de, gitmeseler de) cami dışında bir mabede ihtiyaçları elbette ki yoktur. Dolayısıyla Alevîlik ne ayrı bir din, ne de Şiîlik gibi ayrı bir mezheptir. Cafer-i Sadık muhabbeti ve sevgisi de, Sünnîler de olduğu gibi, mezhep ilişkisi değil, meşrep kaynaklıdır. İmam-ı A’zam’ın Cafer-i Sadık, Sırrı Sakati’nin ise 8’inci İmam Ali Rıza ile münasebeti gibi… Cafer-i Sadık’ın Sünnîlerle ve Sufîlerle münasebeti Hacı Bektaşi Veli’nin münasebeti gibidir. Sünnî mezheplerin menasik-i hacdaki bazı uygulamaları, Cafer-i Sadık’ın Sahihayn’daki rivayetleri doğrultusundadır. Ünlü Sufî nazariyatçısı ve Ehl-i Sünnet büyüğü Ebu’l Kasım el Kuşeyri de gerek Risalesi’nde, gerekse Subkiler’in kaleminden çıkma Tabakatu’ş Şafiiyye içinde basılan Akaid kitabında Allah’ın sıfatlarıyla alâkalı olarak çeşitli görüşlerin zaptı ve sağlaması noktasında Cafer-i Sadık’a başvurmaktadır (Furkan’ul Kur’an, Selame El Kudai El Azzami El Şafii, s: 60, El Mektebetü’l Ezheriyye Liltüras).
***
Bununla birlikte, meşrep noktasında da Alevîlerin tek referansının Cafer-i Sadık buyrukları olduğu söylenemez. Vahdet-i vücud , hulûl, ittihad ve reenkarnasyon konularındaki referanslar farklıdır. Bu noktada, Cafer-i Sadık’ı aşma ve İsmailîlik gibi daha Batınî ekollere yaklaşma vardır. Meşrep noktasında da Sünnî tarikatlar ile Alevî-Bektaşîlik arasında mülâhaza hanesi açık bazı görüşler vardır. Sözgelimi Abant Platformu’ndaki asabî çıkışlarından tanıdığımız Ali Balkız, Hazreti Ali’nin reenkarne olarak Atatürk sûretinde geriye döndüğünü öne sürmektedir. Bu, Arap Alevîleri olarak bilinen Nuseyrîlerde de görülen reenkarnasyon inancının bir sonucudur. Son sıralarda Yaşar Nuri de—eğer siyasî nedenler veya oy kaygısından değilse—kat’i olmasa bile reenkarnasyon inancına açık kapı bırakmıştır. Alevîlik meşrebinin Sünnîler açısından sakıncalı ikinci itikatları da hulûliye inancıdır. Bu boyutu da Namık Kemal Zeybek, Ali Rıza Uğurlu’dan şöyle bir kesitle aktarmaktadır: “Kısaca, özünü insan sevgisinde bulan, Tanrı’nın insanda tecelli ettiğine, Tanrı’nın zerresinden oluştuğuna ve onun için de insanın ölümsüzlüğüne inanan inanç biçimine ve bu Kur’ân yorumuna Alevîlik denir...” Bu bir cümlede sarmal olarak birçok yanlış yan yana ve iç içe. Tanrı madde değil ki, zerresinden söz edebilelim. Aksi takdirde, onu cisimlendirmiş oluruz. Allah sadece bize ruhundan üflemiştir. Bu da maddî değildir. Bu açıdan Uğurlu’nun bu Kur’ân yorumu bizzat Kur’ân-ı Kerim’in kendisiyle çelişmektedir. Kur’ân hulûl ve ittihad inancını açık bir surette red ve tekzip eder. Ve ‘Caelu lehu min ibadihi cüz’en’ ifadesi kesinkes bütün bu anlayışları reddeder. Kullarına ondan ve ya kullarından ona cüz veya zerre atfedilmesi bu âyetle red edilmektedir. İster bu Hıristiyanların iddia ettikleri gibi Hazreti İsa’yı Allah’ın oğlu olarak tanımlamak sûretinde olsun, isterse başka sûretlerde olsun fark etmez ve hepsi Kur’ân-ı Kerim’in bu yargısının kapsamına girer. Allah’ın tenzih makamı bunu gerektirir. Balkız ve Uğurlu’nun ifadeleri İslâm Batınîliğinin bütün karakteristik özelliklerini içinde barındırmaktadır. Sevgi meselesine gelince: Birileri nefretin adını sevgi koymuş gibi. Sevgi köprüleri atmak değil, kurmaktır. ‘Alevî ulusu’ ifadesine bir kez de bu gözle bakalım... ‘Alevî ulusu’ ifadesi canların ayrı olmasına bir çağrıdır.
|