Ordunun görevi nedir? Yurt savunmasına hazır olmak, ülkeyi düşman orduların saldırılarına karşı korumak; bunun için gerekli olan personele, teçhizata, hazırlığa ve caydırıcılığa sahip olmak...
Bizim ordu hâlâ ‘iç siyaset’ mesajları vermeye devam ediyor. Madem ülkenin dört yanı düşmanlarla çevrili, madem şimdilerde Kafkasya kaynıyor, Irak tehdit kaynağı olmaya devam ediyor, İran ve Suriye ile Batı arasında ciddi bir gerilim var, terör can almaya devam ediyor; o zaman yapılması gereken ‘postmodernizm’e eleştiriler dizmek değil. Onu bırakın akademisyenler, yazarlar yapsın.
Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Işık Koşaner’den, devir teslim töreninde postmodernizme ve küreselleşmeye ilişkin bir söylev vermek yerine Türkiye’nin çevresinde beliren ‘tehdit ve tehlikelere’ karşı ülkenin askerî gücünü, hazırlığını, kapasitesini, yeteneğini öne çıkaran; böylece düşmanı ‘caydıran’ bir konuşma yapmasını beklemek hakkımızdır. Ordu, asli görevine acilen dönmelidir, hele etrafımızdaki güvenlik sorunları daha da derinleşmişken.
Orgeneral Koşaner, ‘askerî’ değil, ‘siyasî lider’ gibi konuşmuştur. Tezlere bakalım; ‘Ulus devletler adeta demokrasi adına dağılmaya, insan hakları adına da bölünmeye mahkum edilmektedirler.’ Yani, demokrasi ulus devletleri dağıtıyor, insan hakları bölüyor. Gerçek tam da bunların tersi. Demokrasi de insan hakları da ulus devleti tahkim ediyor, tehdit değil. Demokrasi olamayan, insan haklarına sahip çıkamayan ulus devletler eriyor, yok oluyor. Çünkü bunlar olmayınca bizatihi devletin meşruiyeti sorgulanır hale geliyor; zorba otorite de yeniliyor özgürlük ve hukuk taleplerine...
Bir başka iddia; AB uyum yasaları, güvenlik güçlerinin teröre karşı mücadelede elini zayıflatmış. Hemen soralım: AB uyum yasaları ne zaman Meclis’ten geçmeye başladı? Şubat 2002’de. Madem uyum yasaları güvenlik güçlerini etkisiz hale getirdi, bu yasalar yokken, yani 2002 öncesinde ordu PKK’yı neden bitiremedi? Bu sorunun cevabını iyi düşünmek ve sorumluluğu ‘özgürlükler’in üzerine yıkmamak gerek.
Kara Kuvvetleri komutanının AB sürecinde yapılan ve yapılması gereken reformları ‘dayatma’ olarak nitelemesi, AB kriterlerini ‘baskı ve tehdit’ olarak takdim etmesi, ciddi sorunların varlığını gösterir. Bunların en önemlisi de ordunun AB üyeliği konusunda oluşan kurumsal ve toplumsal mutabakatın dışında olduğudur.
Sivil toplum faaliyetleri hiçbir çağdaş orduda ‘bozucu ve yıkıcı özellikli güvenlik sorunu’ olarak nitelenemez. Yurtdışı ile işbirliği yapması ‘tehlikeli’ görülen sivil toplum, ‘içe kapatılan Türkiye’ vizyonunun bir uzantısıdır. Aslında tehlikeli görülen, ‘dışarı’ ile bağlantılı tüm kişi ve kuruluşlar. Elli yılı aşkın NATO üyesi olan bir ülkenin bu düzeyde bir komutanının ‘dış’a ve küreselleşmeye ilişkin bu yaklaşımı ordunun Soğuk Savaş sonrası yaşadığı ‘ulusalcı içe kapanma’ refleksinin bir tezahürü olmalı. ‘Ordu, Türkiye modernleşmesinin öncüsüdür’ sözünü çok duymuştuk, ama bu konuşmanın yansıttığı zihniyetteki ordu, Türkiye’de modernleşmenin öncülüğünü değil, aksine anti-modern bir tutuculuğu sahiplenmiş görünmektedir.
Orgeneral Koşaner’e göre ‘Küresel güçler tarafından kurgulanan’ medya, akademisyenler, sermaye çevreleri ve sivil toplum örgütleri ‘post-modern bir tabaka’ olarak ‘propaganda ve etki ağıyla ulusal birlik, ulusal değer ve güvenlik parametrelerinin zayıflatılması ve çözülmesi’ yönünde gayret gösteriyorlarmış. Böylesi vahim yanlışlar içeren bir yargıyı taşıyanlar ne yaparlar? Medyayı, akademyayı, sermayedarları ve sivil toplumu fişlerler, andıçlarlar, bunlara karşı psikolojik operasyonlar yürütürler ve hatta...
Orgeneral Koşaner’in konuşması AB karşıtı, demokrasi ve insan hakları karşıtı, piyasa ve küreselleşme karşıtı siyasi bir manifestodur ve ordunun vazifesiyle hiçbir alakası yoktur. Meraklısı çıkarır üniformasını, girer siyasete konuşur; alır kalemi eline tartışır. Kimse TSK adına kendi kişisel siyasetini yapmamalıdır.
Zaman, 29 Ağustos 2008
|