|
|
|
Normalleşme ve gerçek gündem |
Türkiye’nin Avrupa Birliği sürecinde yol haritası niteliğinde olan ve gecikmeli olarak hazırlanan yeni bir Ulusal Programın arefesindeyiz.
Bu, ülkemizin son dönemlerde yaşadığı çalkantılı ve yıpratıcı bir süreci ivediyle geride bırakıp, gerçek gündemine dönmesi ve normalleşme sinyali vermesi bakımından oldukça heyecan verici bir gelişmedir. Özellikle günlük siyasi kaoslarla enerji ve güç kaybeden Türkiye’de reform sürecinin yavaşladığına ilişkin eleştiriler hatırlanırsa, yeni Ulusal Program AB’ne katılım müzakereleri sürecinde önemli bir eşik olarak değerlendirmelidir.
Ulusal Program, Türkiye’nin önümüzdeki 4 yıl içinde hayata geçirmeyi öngördüğü taahhütleri içermektedir. Program 33 fasıla ilişkin 131 yasal düzenleme ile 342 tane tüzük, yönetmelik gibi ikincil düzenlemeyi içermektedir.
Toplam 473 düzenlemenin yapılarak, ülkemiz standartlarının AB ile uyumlu hale getirileceğinin taahhüt edilmesi sevindirici olmakla birlikte, hala 473 konuda AB standardının uzağında olmamız ise üzüntü vericidir. Uzun yıllardır çağı yakalamak, yoksulluğu azaltmak ve birinci lig ülkesi olmak için çaba sarf ediyoruz. Türkiye-AB ilişkileri bu çabanın verildiği en önemli alanların başında gelmektedir.
Acaba Türkiye birinci lig ülkesi olma yolunda ilerliyor mu? Bu yolda gösterdiği çaba dışarıdan nasıl ve ne kadar görünüyor? Bu soruların cevabını da Kasım ayında yayınlanacak 11. İlerleme Raporunda göreceğiz. Eleştiriler ne olursa olsun, Türkiye-AB ilişkilerine başarıyla tamamlanmak üzere hız kazandırılmalı, gerekli reformlar bütünsel bir anlayışla hayata geçirilmelidir.
Türkiye’nin demokrasi, örgütlenme ve katılım mekanizmaları, yargı sistemi, bürokrasi, eğitim, kültür kısacası hayata dair her alanda çağdaş standartlara kavuşması asıl hedefimiz olarak gerçekleştirilmelidir. Özellikle son dönemde yaşadığımız süreç Türkiye’nin demokrasi ve hukuk çıtasını daha da yükseltmesi gerektiğini bir kez daha ortaya koymuştur. Bu amaçla AB’nin de altını çizdiği gibi yeni bir anayasa hazırlanmalıdır. Mevcut anayasa topluma, toplumsal gelişim ve dinamizme olanak sağlayan bir yol haritası niteliğinde değildir.
Kaldı ki, yeni Ulusal Program doğrultusunda 131 yasal düzenleme yapılacaktır. Bu düzenlemelerin büyük kısmı için zaten yamalı bir bohça haline gelen Anayasa’da değişiklikler yapma zarureti doğacaktır. Yeni yamalar yapmak yerine, bu düzenlemeleri de içerecek yeni ve demokratik Anayasa için harekete geçmek daha rasyonel bir yöntem olmaz mı?
Ayrıca sendikal mevzuatın değiştirilmesi ve örgütlenmenin önündeki engellerin kaldırılması da, ülkemizin demokratikleşmesine, ekonomik ve sosyal gelişimine katkı sağlayacaktır. 2821 sayılı Sendikalar ve 2822 sayılı Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt yasalarının çıkarılması AB müzakere sürecinde 19. faslın açılmasının önkoşuludur. Sendikal mevzuatta AB ve ILO normları dikkate alınarak yapılacak bir değişiklik Türkiye-AB ilişkilerine güç kazandıracaktır.
Türkiye’nin AB üyeliğ,i Avrupa ile toplumsal entegrasyonu ile ilgili bir konudur. Ancak şurası da bilinmelidir ki; AB bir kıta entegrasyonu projesidir ve kendi içinde olduğu kadar sınırlarının dışındaki düzenlemelerle de yakından ilgilenmektedir. Bu durum bazı uluslararası konularda AB-Türkiye arasında siyasi tartışmalara neden olabilmektedir. Akdeniz Birliği, Kıbrıs, Kafkasya ve veya diğer konular bu çerçevede değerlendirilebilir. Ancak tarafların bütün bu sorun ve tartışmaları ortak bir gelecek yaklaşımıyla ele alması gerekir.
3. Ulusal Programın tarama sürecinde ortaya çıkan eksikliklerin nasıl ve ne zaman çözüleceği konusunda bir vizyon sunmasını bekliyoruz. Bu vizyon en geç 2014’e göre ortaya konulmalıdır. Ayrıca ortaya konulacak vizyon doğrultusunda tabandan tavana bir motivasyona ve zihniyet dönüşümüne ihtiyaç bulunmaktadır. Bu anlayış ancak sivil toplumun katımıyla yani sosyal diyalog ile başarılabilir.
Her halükarda AB kriterlerini, siyasi ve sosyal modelini, sivilleşmeyi demokratikleşmeyi ve sosyal korumayı sağlayacak birikim ve niteliklerimizi artırmalıyız. Türkiye bu dönüşümü yaşamalı, AB yolunda akıl ve kararlılıkla ilerlemeye devam etmeli, uyum çalışmalarını kesintisiz sürdürmelidir.
Bugün, 25.8.2008
|
Salim Uslu
26.08.2008
|
|
|
Cumhuriyet... İmtiyazsız, sınıfsız bir kitle! |
Cumartesi günü Sabah’ın “İç sayfa manşeti” idi, Ankara Büro’dan Ceyda Karaaslan’ ın haberi:
“Başbuğ, astsubayları resepsiyona çağırdı” Alt başlık da şöyleydi:
“TSK’nın başına geçmeye hazırlanan Org. İlker Başbuğ, yıllardır ihmal edilen astsubaylara jest yapacak. Genelkurmay Başkanlığı, 30 Ağustos Resepsiyonu’na ilk kez astsubayları da davet etti.”
Şöyle bir şey:
30 Ağustos’un 86’ncı yılında, Silahlı Kuvvetler’in yüzde 70’ini oluşturanlara ilk kez davet!
Sizce neden böyle olmuştu?
Yani “Bu yıl neden çağırdılar?” diye sormuyorum; “Bunca yıl niye davet edilmediler”, diye hayret edelim istiyorum!
“En cumhuriyetçi kurum”, kendi yüzde 70 mensubunun temsilcilerini, “Gazi Orduevi”ndeki Zafer Bayramı” resepsiyonuna neden davet etmiyor, edemiyordu?
“Cumhuriyet”; laikliğin dışında, aynı zamanda, insanların kökeni, konumu ne olursa olsun, “eşitlik, kardeşlik ideali” değil miydi? “İmtiyazsız, sınıfsız bir kitle iddiası” değil miydi?
“İmtiyazların kaldırılması esası” değil miydi?
Şimdi, Org. Başbuğ, son anda karar değişmezse, “doğru ve hakkaniyetli” olan bir şeyi yapıyor.
Ama “yanlış olan” bir tek “resepsiyon” değildi ki!
Bizzat Org. Başbuğ, şubatta Astsubay Meslek Yüksekokulu’ndaki konuşmasında, belli ki “haksızlık” gördüğü şu hususların da altını çizmiş, bir yerde vaat vermişti (Aslında kimisi sivil iktidar ve TBMM konusu ya!):
1. OYAK yönetim ve denetim kurullarında astsubayların da yer alması. (Ne tuhaf değil mi? Serbest piyasa holdingi mi yoksa emir komuta zincirinde bir şirket mi, yardımlaşma sandığı mı olduğu belirsiz OYAK’ta, cebri tasarrufun yüzde 70 kaynağının, yönetimde tek temsilcisi dahi olmaması! Bu konu zaten Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne gitti.)
2. Astsubayların da ceza ve ödül verme yetkisine kavuşturulması. (Sadece iki dudak arasında 21 güne kadar oda hapsi cezası almakla kalmaması! AİHM bu cezaları insan haklarına aykırı bulduğu halde uygulama sürüyor.)
3. Astsubayların 1’inci derece 4’üncü kademesine kadar ulaşabilmesi. (Üniversite mezunu, yüksek lisanslı, iki veya üç dil bilse bile, onca kıdeme, liyakate rağmen “bir tek bu memurların” o kademeye ulaşmasının yasak olmasına siz ne derdiniz?)
4. Kıdemli astsubaylara da görev tazminatı verilmesi. (Özellikle yarbay ve üstü subaylara görev, temsil, kadrosuzluk gibi tazminatlar verilirken, binbaşı ve altındaki subay, astsubaylara verilmemesinin yarattığı maaş uçurumunu bilen biliyor!)
5. Astsubayların lojmandan yararlanma oranının yükseltilmesi. (Yüzde 70, lojmanların yarısından da çok azına ulaşabiliyor. Lojman kaliteleri ciddi farklı. Çocukların oyun yerleri de. Servis araçlarındaki ön ve arka koltuklar bile.)
6. Özel eğitim merkezlerinin astsubaylara tahsisinin artırılması. (Kastedilen, kamplarda tatil imkanı. Derin adaletsizlik orada da. Hem tahsis, hem koşullar. Orduevleri de öyle. Ama beterin beteri var. Birer, ikişer şehit olan uzman çavuşlar, jandarmalar orduevine giremiyor bile.)
7. Emekli maaşının yükseltilmesi. (Tazminat uçurumu yüzünden emekliler zaten uçuruma yuvarlanıyor.)
8. Yaş haddinden emekli astsubayların askeri hastanelerin B polikliniğinden yararlanabilmesi. (İşte bilmediğim bir konu: Demek ki, hastanenin A’sı, B’si, C’si var... Demek ki, herkes her polikliniğe giremiyor. Demek ki, hastanın da beyazı var, siyahı var!)
Org. Başbuğ, hiç olmazsa iyi bir adım atıyor.
Sabah, 25.8.2008
|
Umur Talu
26.08.2008
|
|
|
Derin sağ: Millî Mücadelecilik |
Türkiye’nin son 40 yılı bir masanın üstünde öylece önümüzde duruyor. Karmakarışık bir sürü bilgi, belge, isim, resim yığını. Bakıyoruz, inceliyoruz, arıyoruz, tarıyoruz, hayret ediyoruz, kafamız karışıyor, bir şeylere benzetiyor ama bir benzerini daha bilmediğimiz için çıkaramıyoruz. Karanlık 40 yılın resmi biraz seçiliyor ama tüm resmi görmek için daha çok resme, bilgiye ve belgeye ihtiyaç var.
Ergenekon soruşturmasıyla Türkiye’nin son 40 yılı neredeyse önümüze fırlatıldı. 40 yıl öyle uzun bir süre değil. Tanıkların, faillerin, aktörlerin pek çoğu hâlâ içimizde, yaşıyor. Daha çok kişi konuşacak, daha çok sır ortaya çıkacak.
Artık iyi bildiğimiz bir şey var: Türkiye’nin son 40 yılı komünizmle mücadeleden, bölücülükle mücadeleye, oradan irtica ile mücadeleye devletin siyasi hayat üzerinde yaptığı türlü operasyonların tarihi aynı zamanda. Ergenekon soruşturması Türkiye’de devletin kamusal hayatın her yanına sızmış iktidarını, siyasetin her cephesine uzanmış kollarını teşhir edecek kadar kapsamlı bir hesaplaşmaya yol açabilir.
Ama bu hesaplaşmayı sadece hukuk, iddianame, polis eliyle yapmak mümkün değil. Yola gerçek siyasi dertlerle çıkmış, olan bitenden habersiz sempatizan ve aktivist kitleleri olan siyasi örgütleri, tümüyle ajan, işbirlikçi, derin devlet operasyonu merceğinden suçlayıp karalayarak bu hesaplaşmayı yapmak da mümkün değil.
Şimdilerde Ergenekon iddianamesi kapsamında soldaki bazı siyasi gruplar, partiler ve örgütler hakkında çok ciddi iddialar dillendiriliyor. Bu iddialarla ilgili sol içinde ciddi bir hesaplaşmanın başlayacağına dair güçlü işaretler de var. Tabii daha yolun çok başındayız. Henüz herkes bildiklerini anlatmadı, daha kimse kutsal sırları deşifre etmeye cesaret edemedi. Belki bu hesaplaşmadan ve temizlenmeden demokrat sol yeni bir siyasi seçenek doğacak.
Peki, Türkiye’de sağ, İslami hareketler ve milliyetçiler kendi son 40 yıllarıyla yüzleşmeye hazırlar mı?
Şimdi size bazı isimler sıralayacağım. Pek çoğunu tanıyorsunuz.
Cemil Çiçek, Taha Akyol, Aykut Edibali, Yavuz Aslan Argun, Melih Gökçek, Necmettin Erişen, Prof. Dr. Mustafa Erdoğan, Halil Şıvgın, Mustafa Ruhi Şirin, Atilla Yayla, Ali Müfit Gürtuna, Ahmet Taşgetiren, Gaffar Yakın, Dr. Necmettin Turinay, Galip Demirel, Ömer Vehbi Hatipoğlu, Hüseyin Gülerce, Ahmet Taşgetiren, Kemal Yaman, Burhan Özfatura, Hamza Türkmen, Altan Tan...
Bugün siyasetin, medya dünyasının, düşünce hayatının farklı yerlerinde halen çok önemli pozisyonlarda bulunan bu isimler 1960’ların sonlarından 1980’e kadar çeşitli dönemlerde Yeniden Milli Mücadele Hareketi içinde yer almış isimler.
Yeniden Milli Mücadelecilik (ya da kısaca Mücadeleciler) 1960’ların sonlarına doğru Konya’da İslami duyarlılıkları güçlü bir grubun başlattığı daha sonra Türkiye genelinde etkili olan bir hareket. Hareketin liderliğini şimdi Millet Partisi genel başkanı olan Aykut Edibali yapıyor.
Önce geleneğe karşı modern selefi bir İslamcılıktan yola çıkıp, oradan Türkiye’de o yıllarda varlık gösteren Müslüman Kardeşler, Hizbu’t Tahrir, Rabıta gibi “milli olmayan İslamcı hareketlere karşı” milli İslamcılığa, anti- Komünizm, Siyonizm, Masonluk karşıtlığıyla da katı bir devletçi, millici bir çizgiye, son olarak devletçi merkez sağa doğru yol almış bir hareketten bahsediyoruz.
Kuruluş sürecinde Ziya Uygur gibi “antisemitik seminerler vererek gençleri aydınlatan” emekli askerlerin isimlerinin geçtiği, 12 Mart darbesini “Ordu-Gençlik Elele” sloganlarıyla desteklemiş, o yıllarda DGM’lerin kurulması için kamuoyu yapmış, “DGM’ye karşı Çıkanlardan Millet Hesap Soracak” sloganlarıyla mitingler düzenlemiş, “Ortak Pazar, Millete Mezar” kampanyalarıyla Türkiye’nin Avrupa Birliği macerasına en baştan karşı çıkmış bir hareketten bahsediyoruz.Türkiye’de muhafazakâr sağın, AKP’nin, halen pek çok radikal demokrat reformun önünde en büyük engel olan devletçi-milliyetçi kökenlerini anlamak için dönüp bakılması gereken düşünsel dönüm noktalarından biri Mücadelecilik.
Mücadelecilik, MTTB, Komünizm ile Mücadele Dernekleri’ni anlamadan bugün AKP’yi de muhafazakâr demokrasiyi de anlamak zor. Hareketin içinden gelen isimlerden birinin de Cemil Çiçek olması bile dönüp bakmak için yeterli bir neden. Çiçek 16 Haziran 2002’de o zaman Yeni Şafak’ta olan Mustafa Karaalioğlu’na verdiği röportajda eski örgütü için şöyle diyor:
“Yeniden Milli Mücadele devletin ilgisi ve bilgisi dâhilinde kurulan bir teşkilattır. Ben orada belli bir süre bulundum ve neticede bazı şeyleri de görüp en erken ayrılanlardanım... O neviden gruplar, günün soğuk savaş şartları altında kıymet-i harbiyesi olan gruplardı zaten.”“
Taraf 25.8.2008
|
Yıldıray Oğur
26.08.2008
|
|
|
|