“Zaman cemaat zamanıdır”
Memuriyete yeni başlayacaklar için ön hazırlıklar yapılır. Genellikle şu soruların cevapları aranır: Nereye gidilecek? Nasıl gidilecek? Kimle görüşülecek? Nerede kalınacak? Ne iş yapılacak? Kiminle çalışılacak? Orada tanıdık var mı? Vs.
Siz memur olarak bir yere tayin olsaydınız, bu soruları nasıl cevaplandırırdınız? Ben diğer soruları bırakıp sadece son sorunun cevabını nasıl bulmaya çalıştığımı anlatacağım.
Liseyi bitirdikten sonra ilk tayinim, İstanbul’un bir sahil kasabası olan S…ya çıkmıştı. Memuriyetin verdiği heyecanla gideceğim yer hakkında bilgi toplamaya başladım. İnsan gittiği yerde tanıdık bir sima arar. Öyle olursa intibak etmek daha kolay olurdu. Önce İstanbul’a uğradım. Tanıdıklarımı ziyaret ettim. Tayinimin S….. kasabasına çıktığını söyledim. “Yakında göreve başlayacağım” dedim, “Orayı gördünüz mü, biliyor musunuz?”
“Oradan geçtik. Deniz kıyısı bir yer. Plajları ile tanınır” dediler.
“Peki orada selâm verebileceğimiz tanıdıklarınız var mı?” dedim.
“Var” dediler. Sevindim. Kim olduğunu merak ettim. Hemen,
“Kim, ismi ne?” dedim.
“Ahmet Özdemir” dediler. Bir an şaşırdım.
“Ahmet Özdemir, henüz tayini yeni çıkmış birisi. Daha oraya gitmemiş bile” dedim.
“…….”
“Yani!..”
“Yok. Olsa söyleyeceğiz. Siz gidince orada tanıdığımız ilk kardeşimiz siz olacaksınız” dediler. Demek ki tanıdıkları kimse yokmuş. Peki, ben orada ne yapabilirdim? Gideceğim yerde tanıdık olmadığına göre aklımdan bir pazarlık yapmak geldi. Dedim ki:
“Ben S…ya gidiyorum. Dostluğumuzun devam etmesi ve kaybolmamak için sizden bir şey istiyorum.”
“Ne istiyorsun?”
“Gayet kolay”
“Yani!..”
“Beni gideceğim S….da siz ziyaret edeceksiniz. Siz gelirseniz, beni orada bulursunuz. Gelmezseniz kaybedebilirsiniz. Şayet günahlara dalarsam ve sapıtırsam, Ahirette yakanıza yapışacağım: ‘Ya Rabbi, ben söylediğim halde bu kardeşlerim beni unuttular, arayıp sormadılar’ diye Allah’a şikâyet edeceğim. Kaybolursam doğacak vebal, günah sizin üzerinizdedir.” Doğrusu onlara ağır bir vebal yüklemiştim.
“Tamam, İnşallah gelmeye çalışacağız” dediler.
“Siz ziyaret ederseniz, ben de iâde-i ziyaret ederim.”
“Allah yardımcın olsun! İnsî ve cinnî şeytanların şerrinden korusun” diye duâ ettiler.
Pazarlığımı yaptıktan sonra tayin olduğum yere gittim. Göreve başladım. İntibakta fazla zorluk çekmedim. İnsanlarla irtibat kurmaya başladım. Esnafla, memurlarla tanıştım. En çok görüştüğüm kimse de kasabanın tek postacısı olan Selahaddin Bey’di. Fırsat buldukça PTT’ye gider sohbet ederdim.
Gazete bayii ile tanışıp görüştüm: “Bana her gün bir adet Yeni Asya Gazetesi getireceksiniz. Ben gelmezsem de iade etmeyeceksiniz. Sonra gelir, alırım. Ama isteyene satabilirsin. Parasını peşin de verebilirim” dedim. Gazete bayii isteğimi makul karşıladı. Ana dağıtıma bildireceğini söyledi.
Kısa bir süre sonra gazetem gelmeye başladı. Sabahın ilk saatlerinde bayiden gazetemi alıp okumaya başladım. Okuduğum gazeteleri de aynı gün değişik adreslere postalamaya başladım. Böylece gazetemizi onlara da okutmuş oluyordum.
İstanbul’da konuştuğum kardeşler beni unutmadılar. Ara sıra az da olsa beni ziyaret ettiler. Ben de iâde-i ziyarette bulundum. Bulunduğum kasaba günah işlemeye oldukça müsait bir yerdi. Yazın kasabanın nüfusu birkaç kat artıyordu. Kışın normale dönüyordu. Deniz kıyısına kış mevsiminde veya sabah namazından sonra gidip tefekkür edebiliyordum.
Cemaate mensubiyet duygusu güzel bir şeydi. Günah işlemekten bile uzaklaştırıyordu. Orada Bediüzzaman’ın “Zaman cemaat zamanıdır” sözünü daha iyi anladım. Çünkü fert dahi de olsa büyük günahlara karşı dayanamıyordu. Üstadın, Bayram Ağabey Kore’ye giderken “Hiç korkma, korktuğun zaman beni hatırla, bizler daima inayet-i Rabbaniye altındayız. Hiç merak etme, Cenâb-ı Allah senin yardımcın olsun” diye yaptığı duâ aklıma geldi. Bizler Allah’ın inayeti, yardımı altındayız.
|