“Şu Ergenekon, artık kabak tadı verdi”, diyemiyorum. Zira, henüz bir tat vermedi.
Yarın öbürgün; olaylar açıklandığı ve netleştiği zaman, nasıl bir tat verdiğini göreceğiz. (Tabii herkesi tatmin edecek bir biçimde netleşeceği varsayımı ile...) Yıllardan beri bakmadığım yasa kitaplarına bakarak, yaşadıklarımızı isimlendirmeye çabalıyorum. Ama, “hukukçu” arkadaşlarımı dinledikçe, kafam karışıyor. Görüp okuduklarıma mı inanayım, yoksa duyduklarıma mı inanayım, bilemiyorum...
Bilebildiğim kadarıyla; dünya üzerindeki tüm demokratik rejimlerde, (demokrasi biraz eksik de olsa), aslolan şey; “zanlıların”, suçları kesinleşinceye dek, “masum” olduklarıdır. Fakat Ergenekon’la ilgili olarak, bizim “hukuk uleması”, garip şeyler dile getiriyorlar.
Evet, suç kesinleşinceye dek, zanlıların masum oldukları esası vardır. Fakat bizim bir kısım hukukçularımızın ihmal ettikleri şey, “suça teşebbüs” diye bir şey olduğu ve tüm demokratik ülkelerin ceza yasalarında, suça teşebbüsün de suç sayıldığı ve kimi zaman, ağır “yaptırımları” olduğudur.
Aralarından bazılarının, “masum” olduğuna inanmak istiyorum ama; bizim “Ergenekoncuların” önemli bir bölümünün, bir darbe yaparak, iktidara el koymaya hevesli olduklarını; ya da en azından, iktidara el koyabilecek birilerinin yakınlarında yer alıp, istedikleri gibi bir düzen içinde, etkin olmaya çabaladıklarına inanıyorum. Tabii, bunun için önce, “darbe ortamını” hazırlamak gerekiyordu.
Türkiye’de darbe ortamını hazırlamak, çok güç değildir. Önce, “öğrenci çatışmaları” başlar, (artık bunlar nasıl öğrenciyse); daha sonra, çatışma sokakta sürer; daha sonra, huzuru kaçan ve bir düzen açlığı içine giren insanlarımız, bir “kurtarıcı” beklemeye başlarlar. Bu filmi çok gördük. Ve sonunda işler öyle bir noktaya gelir ki; kurtarıcıdan kurtulmak, müthiş zor olur.
1990’ların başında, buna benzer bir film sahneye konulmaya çalışıldığında, değerli arkadaşım Şanar Yurdatapan aramış ve “Toktamış, biz bu filmi çok gördük. Sağ cenahtan biriyle, ortak bir metni, sizin üniversitenin kapısında okur musun?”, diye sormuştu. Ve böyle bir şeyi, memnuniyetle yapacağımı söylediğim zaman da; eski bir öğrencim olan, Abdurrahman Dilipak’la ortak bir çağrı yapmış ve gençleri, bu türden oyunlara karşı uyarmıştık. Bu olayı ve bunu izleyen gelişmeleri, geçtiğimiz günlerde bir kez daha yazmıştım. Fakat o yazımda değindiğim, bir başka gelişme daha var.
Yaklaşık olarak aynı dönemde; bir “28 Nisan” sabahı, bizim merkez binada, 28 Nisan 1960 öğrenci hareketlerini ve 27 Mayıs’ı öven bir bildiri yayınlandı. Bildirinin altında, (anımsadığım kadarıyla) herhangi bir örgüt adı yoktu. Derken bir grup öğrenci, İktisat dekanlığına gitmişler. (Daha doğrusu, Dekanlığı basmışlar). Fakat Dekan yerinde yokmuş. Öğrenci olmayan ve oralarda sık görülen, genç bir “gazeteci” (!), dekanlıktaki avizeye asılarak, o canım kristal avizeyi, yere indirmiş. (Artık nasıl bir gazeteciyse...)
Bu olay, bir gün sonra; birkaç gazetede, çok küçük bir haber olarak yayınlandı, fakat arkası gelmedi. Zaten gelmesi de mümkün değildi. Yanlış hesap yapılmıştı. Bir öğrencim, Dekanlığı “basan” grup içindeymiş. “28 Nisan 1960’da ne olmuştu da, protesto etmek gereğini duydunuz?”, diye sordum. İnanın, en ufak bir fikri yoktu. Birileri, “hadi dekanlığa gidelim” demiş, bunlar da peşine takılarak gitmişler. Maksat, ortalığı karıştırmak...
Bugünlerde Ergenekon’un avukatlığına soyunanlar, “Bu adamların elinde silah mı var? Nasıl darbe yapabilirler?”, sorusunu sık, sık dile getiriyorlar. Elbette bu yapıyla darbe yapılmaz, ama darbenin ortamı hazırlanır. Ve böyle bir ortam hazırlanması da, (tüm hukuk cehaletim bir yana), darbeye teşebbüstür. Ancak yazının başında da vurguladığım gibi, aralarından bazılarının, masum olduğuna inanmak istiyorum.
Eğer aklına-fikrine çok güvendiğim kimi arkadaşlarım, bu “tezgahın” içinde yer alacak kadar “zeka yoksunu” idiyseler, “eyvahlar olsun...” demekten başka, yapabileceğimiz bir şey yok.
Bugün, 15.7.2008
|