‘Bilgi Destek Planı’ adıyla tanıdığımız dehşetengiz belgeye baktığımda birbiriyle bağlantılı iki şey öncelikle dikkatimi çekiyor. İlkin, böyle bir metni hazırlamış olan kurumun, içinde bulunduğu ve bir parçası olduğu toplumu yönetme konusunda, bu yönetimi kendinden başka kimseye bırakmama konusundaki azmi görülüyor. Bunun hakkında şüphesiz söylenecek çok şey var, ama bunları biraz sonraya bırakalım. İkinci konu, bu azmin gerçekleştirilmesinin yöntemine ilişkin: şimdiye kadar bunu gerçekleştirmenin bir numaralı (ve sık sık başvurulan) aracı olan ‘askerî darbe’ eyleminin bir nedenle devreden çıkmış olması.
‘Medya etkin olarak kullanılmalı’, ‘Elde edilen STÖ’ler kullanılmalı’, ‘Şarkı bestelenmeli’ ve daha bir yığın trajikomik ‘tedbir’ düşünüldüğü görülüyor.
İyi de, bütün bunların yerine sadece iki kelime yazılabilir ve ‘Darbe yapılmalı’ denebilirdi. Ondan sonra bunca zahmete gerek kalmaz, sayılan bütün işler uygun kurumlarda çalışan kişilere, görevlilere emir verilerek yerine getirilirdi.
Şimdiye kadar her seferinde böyle olmuştu, her şey olması gerektiği gibi yürümüştü. Bütün bu metin, bir ‘darbe yapılmama’ durumunda yapılması gerekli görülmüş işleri listelemek üzere hazırlanmış.
Konu Türk Silahlı Kuvvetleri olduğuna göre, iç koşulların, dış koşulların, şunların ve bunların darbe için uygun olmadığı, elverişsiz olduğu konusunda ne kadar fazla kanıt gösterilirse gösterilsin, ne kadar mantıklı ‘argümanlar geliştirilirse geliştirilsin, bunların ‘darbe olmaz’ diye bir cümle yapmak için yeterli olacağı kanısında değilim. Bundan öncekilerin ne gibi anlamlı gerekçeleri vardı da, nasıl bir zorunluk vardı da, şimdi olacak olanda böyle bir tutarlılık arayalım?
Ama bu ihtimal hesaplarının bir arada geçerli olduğunu sanırım düşünebiliriz, düşündürecek nedenler var. TSK ‘Darbe yapmayacağız’ demiyor. Hatta tersine, ‘Ordu şuna izin vermez!’ ‘Ordu buna göz yummaz!’ ‘Ordu koruma ve kollama görevinin bilincindedir’ yollu demeçlerini (bilinen bildiri, basın toplantısı v.b. yolların yanı sıra geceyarısı e-postasıyla da) eksik etmeyerek bu ihtimalin her zaman varit olduğu izlenimini yaratmaya çalışıyor. Ama aynı zamanda herhalde hepimiz gibi o da biliyor bu yöntemi bugünün dünyasında bir kere daha yürürlüğe koymanın kendisi için de yaratacağı iç ve dış sorunları. Onun için de hegemonyasını sürdürmenin ‘darbe-dışı’ yollarını araştırıyor ve bunun gibi çalışmalar da yaptırıyor.
Bunu böyle görünce Ergenekon türü örgütlenmelerin kendilerine nasıl bir işlev biçtiğini de sanki daha iyi anlayabiliyoruz. TSK kendi bünyesinde ‘Artık darbe olmamalıdır. Toplumu denetlemenin başka türlü yolları aranmalı ve bulunmalıdır’ deme noktasına geldiyse, Ergenekon ve benzerleri de onu başka türlü davranamayacağı bir ortamla buluşturma üzerine plan kuruyor olmalı. Ne de olsa ‘kurum’ların da bir çeşit ‘DNA’sı var; bir koşulla karşılaşınca, o koşulun harekete geçireceği bir ‘refleks’ var. Tabii aynı olaylar, tertipler, bu kurumda bu refleksi harekete geçirirken, bir yandan da toplumun ezeli ‘Artık ordu gelsin de bu işlere el koysun. Bu böyle yürümez’ refleksini sonuna kadar teşvik edecektir. Yani, denklemin iki ucunu birden gerekli kıvama getirecektir.
Bu dediklerimi de hesaba katarak, darbe eyleminin içereceği bütün ciddi güçlüklere karşın, büsbütün devre-dışı kalmayacağını düşünüyorum. En azından, nihai kararı verme konumunda—rütbesinde—olmasa da, bundan umudu kesmeyen, buna yatırım yapan birileri olduğuna göre.
Ünlü 28 Şubat süreci içinde çalkalandığımız günlerde Kuvvet Komutanlarından biri, ‘Bu işi de artık silahsız kuvvetler çözsün’ yollu bir söz söylemişti. Hem hoş, esprisi olan bir sözdü, hem de doğruydu. Üstelik işçi örgütleri, işveren örgütleri, tarihlerinde ilk kez bir konuda yan yana gelmişler, hükümete muhalefet ediyorlardı. Sivil toplum ayağa kalkmıştı. Sanki bu ülke tarihinde ilk kez toplum kendi işini kendi görecek gibi bir tavıra girmişti. Bundan mıdır, neden bilinmez, gene tanklar geçti, ayar yapıldı ve Erbakan hükümeti şüpheye mahal bırakmayacak bir biçimde gene asker eliyle iktidar makamının dışına itildi.
Şu yeni dönemin gidişatında da ‘artık siviller yapsın’ diye bir eğilimin varlığı seziliyor. Ama o zamanda olduğu gibi şimdi de ‘orkestra şefi’ ordu olmak kaydıyla. Bu yeni durumda ‘sivil lokomotif rolü (belgede de üstü örtülü olarak belirtildiği gibi) ‘Yargı’ kurumuna düşüyor ki ona ‘sivil’ demek için kavramın bayağı geniş kapsamlı bir tanımı ve içeriği olmalı. Ama ‘yargı’dan farklı, yani bu dünyanın normal ülkelerinde gerçekten ‘sivil’ kategori içinde sayılabilen ‘medya’ gibi kurumlar da, bizim gerçekliğimizin ‘yarı üniformalı’ ya da ‘geçici olarak üniformasını çıkarmış’ oldukları için, onların da bu strateji içinde önemli yerleri, işlevleri var ve olmalı. Zaten bu nedenle ‘Bilgi Destek Planı’ adıyla tanıştığımız bu belge o gibi kurumlarda neler olması, neler yapılması gerektiğini anlatıyor.
‘Darbe’, yalnız Türkiye ‘de değil, dünyanın her yerinde orduya, silahlı kuvvetlere özgü bir davranış, bir eylem biçimi olarak bilinir, öyle kabul edilir. Ama şu gördüğümüz, okuduğumuz belgeyi yazan, yaratan kurum nedir? O da mı ‘Silahlı Kuvvetler’? ‘Darbe’ bugünün dünyasında kabul gören, onaylanan bir şey olmaktan çıktı. Burada bir darbe—veya girişimi—olacak olsa bunun da herhangi bir destek bulamayacağını kolaylıkla tahmin edebiliriz. Ama şu ‘Bilgi Destek Planı’? Böyle bir belgeyi yazan veya yazdıran kurum ne olabilir? Bu bir ‘ordu’ mudur? Öyleyse, başka hangi orduda buna benzer çalışmalar yapılmıştır, yapılmaktadır? Uganda, Çad falan değilse, böyle bir ‘belge’nin gün ışığına çıkmasından, kamuoyunun önüne gelmesinden sonra neler olur?
‘Kayıtlarımıza geçmemiştir’ denir ve mesele biter mi?
Bugün bir çeşit ‘yöntem üstüne konuşma’ yapmış olduk. Bundan sonra, işin ‘öz’üne gelelim.
Taraf, 27 Haziran 2008
|