|
|
|
Muhtıranın iyisi ve kötüsü… |
Demokratik tepkinin “refleks” haline gelmesi insana mutluluk verir. Askerin son muhtıramsı bildirisine, bu bildiri kimi yıpratır kime yarar sorusunu sormadan tepki verebilmek, bir reflekstir örneğin ve bu refleksi görmek mutluluk verir.
Çünkü “demokrat tutum faydayı değil ilkeyi hedef alır”.
Çünkü “demokrasilerde askeri otoritenin sivil otoriteye bağlılığı, askerî kurumun siyasetin dışında ve altında olması temel bir ilke”dir.
“Siyasi alanın geniş tutulması” ve bu alanda “sivil değerlerin yeşermesi” demokrasilerin olmazsa olmaz “iki kuralı”dır.
Siyaset alanına yapılan her “askeri sorti” bu alanı daraltır, sivil değerleri tahrip eder, sistemin işleyiş şemasını, şemadaki sivil-asker hiyerarşisini bozar.
Bugün de olan budur…
AK Parti’yi hedefleyen 27 Nisan muhtırası siyasi sistemde ne denli kabul edilmez ve olumsuz bir anlam ifade etmişse, bugün de muhalefet partilerine yönelen 4 Mart bildirisi o denli kabul edilemez anti-demokratik bir duruma işaret etmektedir.
27 Nisan muhtırasının CHP’ye, 4 Mart bildirisinin AK Parti’ye yaradığını düşünerek, bu bildirilere faydacı bir şekilde yaklaşmak, partizanca desteklemek ya da eleştirmek, yapılabilecek en vahim, en tehlikeli iştir.
Bu tür tutumlar tarih boyunca siyasi sistemlerin askerileşmesine ve siyaset alanının sivil desteklerle boğulmasına yol açmıştır.
Çağcıl değer açıktır:
Ortak sivil-siyasi alanın ve demokratik oyun kurallarının korunması bu alanın aktörleri arasındaki farklılık ve çatışmalardan çok daha önemli, onların üzerinde yer alan temel demokratik bir iş ve ana siyasi bir meseledir.
Ne var ki bu, bizde hemen hiç böyle olmadı.
Askerin vurduğuna siyasi rakipleri de vurdu, olmadı askerin vuruş şeklini meşrulaştırdı veya buna göz yumdu, beteri askerle birlikte hareket etti. Bu açıdan 28 Şubat, 27 Nisan hâlâ akıllardadır…
Umarız 4 Mart da bunlar arasına katılmaz…
Umarız diyoruz çünkü hükümetin bu konudaki suskunluğu, olup biteni dışarıdan seyretmesi dikkat çekicidir.
Bu hükümet değil midir, kendisine yönelik bir muhtırayı, 27 Nisan muhtırasını, 28 Nisan günü karşı bir bildiriyle cevaplayan?
Aynı hükümet aynı şeyi şimdi de yapmalı, en azından bu muhtıraya itiraz etmeli, siyasi alanı diğer siyasi partilerle el ele vererek savunabilmelidir.
Aksi halde şekli olarak “demokratik yerde durmak ile demokratik değerleri savunmak arasındaki devasa fark”, AK Parti’nin boynuna da sarılır.
Bakın “Genç Siviller”in 4 Mart bildirisine verdikleri tepkiye:
“Yine Genelkurmay sitesi, yine gece yarısı, yine kötü bir metin, yine sivil siyasete verilmiş bir muhtıra.
Tek bir farkla…
Açıklamadan sonra televizyonlara canlı bağlanan CHP’li yöneticiler çocuklar kadar şen değildi.
Erdoğan Teziç ‘Oh dünya varmış’ deyip huzur içinde yatağına gidemedi.
İş adamları, gazeteciler ve aydınlardan ‘Ne darbe, ne şeriat’ naraları duyulmadı (…)
Sayın taze mağdurlar, yarattığınız militarist dalganın sizi bile önüne katıp götürebileceğini yüzünüze vurmak istemiyoruz. ‘Demokrasi bir gün gelir hepinize lazım olur’ dememiş miydik de diyerek üste çıkmıyoruz. Kanlı bayraklarınızla, en büyük bayrak yarışlarınızla, militarist beyanlarınızla, linçlerinizle, vatana ihanet temalı yazılarınızla ektiklerinizi biçtiniz, oh olsun demeyi aklımıza dahi getirmemeye çalışıyoruz. Biz her zaman sivil siyasetin yanındayız (…)”
Evet, hükümet muhtırayı fayda gereğince sessizce izlemeye devam ederse, korkarız Genç Siviller’den ve benzerlerinden bir gün bu tarz bir sivil mektup alır…
Cesur, hakkaniyetli, demokrat bir hükümet sesi duymak istiyoruz…
Yeni Şafak, 7 Mart 2008
|
Ali Bayramoğlu
08.03.2008
|
|
|
Part-time demokrat |
Böyle zamanlarda herkesin “demokrasi” boyu ölçülüyor.
İbretle izliyorsunuz.
Dün Genelkurmay muhtırasını “antidemokratik müdahale” bulan nice “muhafazakar demokrat” ile “liberal demokrat”...
Bugün Genelkurmay’ın Meclis’teki muhalefet partilerine “hainden beter” diyerek muhtıra vermesine harbiden tavır almıyor, alamıyor.
Dün de muhalefet partileri “iktidara muhtıra” ya tavır almamış, başkalarının “hainlik” le suçlanması sırasında sessiz kalmış, hatta koroya katılmış, daha da beteri kendileri “hainlik, idamlık” üstüne fetvalar vermiş, güfteler yazmıştı.
***
Ama şimdi güncel olan, Genelkurmay’ın muhalefete “hainden beter” diyebilmesi.
CHP ile MHP pek altında kalmadı.
Belki bu sayede evrim de geçirirler. Belki demokrasi de evrim geçirir.
Ama, iktidar partisi, AKP bunun altında kaldı.
Çıkıp diyemediler, “Ne kadar sert olursa olsun eleştiri ve sorgulama muhalefetin hakkıdır”...
Çıkmayıp diyemediler, “Hükümetin emrindeki Genelkurmay, hükümete de, Meclis’teki muhalefete de muhtıra veremez”...
Hep o, Genelkurmay “yargı muhtırası” verince hemen Savcı ile Emniyet İstihbarat Daire Başkanı’nı görevden alan “demokrat” tavır!
***
“Hükümet yanlısı” denenlere bakıyorum.
İstisnai isimler dışında o “demokratlar” da da öyle net bir tavır yok.
“Part-time demokrat” başlığını görüyorsunuz bir gazetede; ümitleniyorsunuz, belki bir iktidar eleştirisidir diye... Hayır, bugün, yani Genelkurmay bindirdikten sonra muhalefete yükleniyormuş.
Tamam, muhalefet için söyledikleri doğru. Ama bugün bunun söyleneceği yer muhalefet değil, iktidar. Bir kez daha söyleneceği yer, Genelkurmay.
Bir başkası, “Şehitlere saygısızlık” diye, muhalefeti bir kez daha hain ilan ederek, hemen Genelkurmay ile iktidarın yanına koşuvermiş.(...)
***
Ama kabul edelim, “ezberler” bozuluyor.
Muhafazakar, liberal, milliyetçi, ulusalcı, cumhuriyetçi... yerini şaşırıyor.
Bir bakıyorsun, MHP ile AKP türbanla birbirine bağlanmış...
Emekli subaylar derneği ile MHP’liler kapışmış...
Yok liberaller AKP ile ittifakını bozmuş...
Bir bakıyorsun, ABD şemsiyesi altında iktidar ile ordu uzlaşmış...
Bir bakıyorsun, ordu ile ulusalcı CHP ve milliyetçi MHP birbirine girmiş.
Oysa yine ABD şemsiyesi altında ulusalcılar ile milliyetçiler, bir bakıyorduk, darbecilerle aynı safta imiş kısa süre önce.
***
Kendi adıma söyleyeyim.
Bizde ezber yok.
Çünkü ezber ilke tanımaz.
İktidara muhtıraya da gazeteci ve vatandaş olarak tavrımız aynıdır, muhalefete muhtıraya da.
Sivil hayatta insanların ezilmesine de tavrımız aynıdır, askerlikte hor görülmelerine de.
Ama kabul edin; çok kişide çok ezber bozuluyor.
Çok cenahta yaldızlar, yıldızlar dökülüyor.
Ezberci sloganları, şablonları balon balon patlıyor.
Demokrasi ile hakiki cumhuriyet mektebinde, insan ve vicdan tedrisatında dur durak yok.
Hepimizi yeniden eğitiyor, çok bilmiş papağanları öğütüyor.
Bakmayın sakız çiğneyip çekirdek çıtlattıklarına!
Sabah, 7 Mart 2008
|
Umur Talu
08.03.2008
|
|
|
Militan laiklik |
Sayın Sabih Kanadoğlu, laiklik anlayışını “mücadeleci” olarak niteler. Vural Savaş’ın “militan laiklik” kavramlarından daha özenli bir ‘kelime’ seçimidir bu. Kanadoğlu, Yargıtay Başsavcısı iken de ‘mücadeleci laiklik’ anlayışıyla, mesela türbanlıların parti kurucusu olamayacağını iddia etti! Demek ki, bazı haklara sahip olmak için “vatandaş” olmak yetmiyor! Üniversitede bilim öğrenmek için de sınav kazanmak yetmiyor!
Arkadaşımız Abbas Güçlü’nün Genç Bakış programında türbanın kadını ikinci sınıf yaptığını söyleyen Kanadoğlu’na öğrenciler itiraz ediyor:
- Siz de okutmayarak onları üçüncü sınıf yapın! Bırakın okusunlar, birinci sınıf olsunlar!
Sayın Kanadoğlu, örtünen kızların örtünmeyen kızlara “Ben daha dindarım, sen değilsin” mesajını vererek ayrımcılık yaptığını iddia ediyor; hiçbir bilimsel araştırmaya dayanmadan. Ve “Bunları içinize sindiriyorsanız diyeceğim yok” diyor.
Kanadoğlu, hukuken, laiklik anlayışına uygun bulmadığı yurttaşlara bazı hak mahrumiyetleri uygulanabileceğini savunuyor! İyi de hangi laiklik? Liberal mi, militan ya da çatışmacı laiklik mi?
Fransız tecrübesi
Burada “çatışmacı laiklik” terimi, merhum Prof. Bülent Tanör’ün bizdeki resmi laikliği tanımlamak için kullandığı bir terimdir; “militan, mücadeleci” terimleriyle aynı.
Fransız laikliğinin de geçmişinde var bu... Belkıs Kılıçkaya’nın “Laikliğin Kalesi Fransa’da Laiklik” başlıklı mükemmel yazı dizisini okudunuz mu? (Sabah, 2-6 Mart 2008)
‘Laiklik kürsüsü’ Başkanı sosyolog Prof. Jean Bauberot, Fransız Devrimi sırasındaki militan laikliği “laikçilik” olarak niteliyor:
“Laikçilik bireyleri dinden kurtarmaya çalışan militan bir tutumdur...”
Bauberot, Türkiye’dekinin de “laikçilik” olduğunu anlatıyor; üniversitedeki türban yasağını yadırgıyor.
Fransa militan laiklikle militan Katoliklik arasındaki kavgayı nasıl aşmış?
“Zaferi kazananların eski düşmana özgürlüğünü vermeleriyle...”
Yani laikçiliğin demokratik laikliğe dönüşerek Katoliklerin özgürlüğünü tanımasıyla...
Sevgili Belkıs’a bu çalışmasını genişletip kitap yapmasını öneriyorum; Fransız tecrübesinden öğreneceğimiz çok şey var çünkü.
Laik devlet
Bizde Türkiye’de resmi bir çevre “laikçilik” aşamasından demokratik ya da liberal bir laikliğe geçemedi.
Bu laikçi ideolojinin tipik örneği Anayasa Mahkememizin 89/12 sayılı kararıdır: Mahkemeye göre laikliğin “hukuki ve klasik tanımı”, din ve devlet işlerinin ayrılmasıdır. Evet, doğrudur. Anayasamızın 24. maddesindeki tanımda böyledir.
Fakat mahkeme bunu yeterli bulmuyor! “Laiklik din-devlet işleri ayrılığı biçiminde daraltılamaz” diyor; “dinsel duygular sahibinin vicdanında” kalmalı, “dinin, bireyin manevi yaşamını aşarak toplumsal yaşamı etkileyen” bir faktör haline gelmesi önlenmeli diyor. Bu mantıkla da Türkiye’de Batı’daki türden (özgürlükçü) bir laikliğin benimsenemeyeceğini söylüyor!
Bu laikçi anlayışla; Fransa’nın çoktan aştığı kavgaları 21. yüzyılda biz yaşıyoruz!
Daha vahimi, “laikçi” ideolojinin hiçbir sosyolojik araştırmaya dayanmaması, “hurafeler”e inandıklarından korkulan kızlara modern bilimleri öğrenmeyi yasaklamasıdır!
Akılcılık mı bu?!
Mutlaka laikçilik itikadını laikleştirmek, yani siyasi bir itikat olmaktan kurtarıp özgürlük konusu olarak ‘anlamak’ gerekiyor.
Milliyet, 7 Mart 2008
|
Taha Akyol
08.03.2008
|
|
|
Dünyada her gün bunlar oluyor |
Hani “Bugün de bu oldu” diye ‘irtica’ haberleri peşinde bir gazete var ya, işte o gazete kollarını ABD’ye kadar uzatmış bulunuyor. Dün, “Harvard’ta harem-selâmlık dönemi” başlıklı bir haber yer alıyordu. Okuyanlar üzerinde, “Allah, Allah, Amerika’yı da mı kaybediyoruz yoksa?” etkisi uyandıracak biçimde hem de...
Olay aslında basit: Altı Müslüman kız öğrenci üniversitenin Kadın Merkezi’ne “Biz de jimnastik yapmak istiyoruz” diye başvurmuş. İstedikleri, etrafta erkek bulunmayan bir salon... Kadın Merkezi’nin desteklediği talebi yönetim de uygun bulmuş. Bundan böyle Harvard’ın spor salonu belli gün ve saatlerde sadece kadınlara açık olacak ve kadın görevliler çalışacak... Haberde Harvard sözcüsü Robert Mitchell’in “Dini topluluklardan her zaman özel istekler alıyoruz ve bunları mümkün olduğunca yerine getirmeye çalışıyoruz” açıklamasına da yer verilmiş...
Gözümün önüne kendi Harvard günlerim geldi. Kayıt için toplandığımızda elimize tutuşturulan bir kâğıda hangi dine mensup olduğumuzu yazabileceğimiz hatırlatılıyordu. Dinini belirtenler, o dine bağlı olanların oluşturduğu örgüt tarafından Harvard’taki dinî etkinlikler hakkında bilgilendiriliyordu. Vakit namazlarının hangi binada, cumanın hangi salonda kılınabileceğini daha ilk günden öğreniyordu öğrenci. Kep giyme ve mezuniyet töreni yerleşke içerisindeki çok sayıda kiliseden birinde, Harvard’ın en büyük kilisesinde yapılmıştı.
Arap öğretim üyelerinden birinin eşini görmüştüm, yüzü peçeliydi; kadının üniversitenin önemli bölümlerinden birinde doktora yaptığını öğrendiğimde hiç şaşırmamıştım.
Bence Milliyet “Bugün de bu oldu” sütununu gerçekten ilginç öykülerle doldurmak istiyorsa Harvard’a değil, “Tanrı’nın Harvard’ı” diye anılan ve sayılarının yirminin üzerine çıktığı anlaşılan yeni üniversitelere göndersin muhabirlerini... Hemen hepsi de 2000 yılı sonrasında açılmış bu yeni üniversiteler, her biri istediği üniversitede okuyabilecek kadar sınavlarda başarılı olmuş gençlere Harvard düzeyinde eğitim veriyorlar.
Birçok önemli gazetede yazıları yayımlanan Naomi Schaefer Riley yeni açılan bu üniversitelerden yirmisini dolaşıp ‘God on the Quad’ (Okul Avlusundaki Tanrı) adıyla bir kitap kaleme almış. Katolikler tarafından açılan Ave Maria Hukuk Fakültesi ile Patrick Henry Üniversitesi üzerine yazdığı bir makalenin ilgi görmesi üzerine araştırmasını yaygınlaştırmış Riley. Hepsi de yeni açılmış, hepsi de dindar ailelerin çocuklarına hitap eden ve hepsi de kaliteli eğitim veren 20 okul...
O etkilenmiş, yazdıkları beni de etkiledi.
Patrick Henry Üniversitesi ABD başkenti Washington’a bir saat mesafede. Okulun özelliği, evde özel öğrenim gören çocukları kabul etmesi...
Evet, Amerika’da sayıları her yıl biraz daha artan bir biçimde devlet okullarına gönderilmeyip evde eğitilen çocuklar var. Eyaletler okula giden her bir çocuğa ne kadar masraf yapıldığını hesaplayıp çocuk başına düşen miktarı çocuğunu evde eğitmek isteyen velilere veriyor. Daha çok dindar aileler tercih ediyorlar çocuklarını evde eğitmeyi. Evde eğitilen çocuklar dışarıdan sınavlara giriyor ve başarılı olurlarsa üniversiteye gidiyorlar.
Evde eğitilen çocukların en parlakları 2000 yılından beri Patrick Henry College’ı tercih ediyorlar ABD’de... Birinci sınıf çocukları kuralları dinin belirlediği bir atmosferde yetiştirip devlette görev alabilecekleri mesleklere yönlendiriyorlar. Okulun iddiası ‘devleti ele geçirmek’... Mezunların çoğu, Kongre’de, Adalet Bakanlığı’nda, Anayasa Mahkemesi’nde, Beyaz Saray’da ve medyada çalışıyorlar bu üniversitenin...
Riley, “Olağanüstü başarılılar” diyor bu okulların öğrencileri için...
“Tanrı’nın Harvard’ı” Hanna Rosin adlı bir başka gazetecinin kitabı. Rosin 1,5 yılını Patrick Henry’deki eğitimi gözlemeye ayırmış. Bu okulda kızlar ayrı erkekler ayrı tutuluyor, günlük hayatlarını nasıl planladıklarına kadar her ayrıntıyla ilgileniliyormuş. İpod’una hangi müzikleri yüklediği, hangi filmleri izlediği bile okulun ilgisi altındaymış... Kızların kılık-kıyafetine de karışıyormuş okul.
Her iki kitabın yazarının Musevi asıllı olması ilginç... Riley, Yale Üniversitesi’ndeki Musevi öğrencilerin, “Yarı çıplak bedenlerini herkese gösteren kadınların da kaldığı yatakhaneleri istemiyoruz” diye okul yönetimini mahkemeye verdiğini hatırlatıyor.
Bir şeyi daha: UCLA’de yapılan bir araştırma ABD’deki yüksek okul öğrencilerinin yüzde 75’inin ‘hayatta anlam ve amaç arayışı’ içerisinde olduğunu ortaya koymuş...
Sütunun adını “Dünyada her gün bunlar oluyor” koymak lâzım.
Yeni Şafak, 7 Mart 2008
|
Taha Kıvanç
08.03.2008
|
|
|
Askerden iktidara muhtıra iyi, muhalefete kötü mü? |
Her Allah’ın günü siyaset yazarken, öyle olur ki, bazı toplara girmek içimden gelmez. Şu konu kapansın da yazmaktan kurtulayım duygusu içimi kemirir.
Ama bazen konu daha inatçı çıkar, sonunda çaresiz yazarım.
Kuzey Irak operasyonuyla ilgili tartışma da böylesi konulardan biriydi.
Yarım mı kaldı, zamanında mı bitti, Amerika derhal çıkın mı dedi, asker, başbakandan habersiz kendi başına buyruk mu davrandı derken içime afakanlar bastı.
Kuru, analitik bir yazıyla yetindim. Perde arkasını pek bilemediğim, askeri yanı ağır basan bir konuda fazla iddialı yorumlardan kaçındım.
Ancak, operasyonun bazı adreslere postaladığı mesajlardan dolayı yararlı olduğunu, özellikle kısa sürmesini de doğru bulduğumu belirttim.
Ölüm, kan ve gözyaşı demek olan operasyon kısa sürdü diye hükümetle askere insaf dışı eleştiri okları atan muhalefeti de sorumsuzlukla suçladım.
Sonra sustum.
Araya Brüksel’de, Avrupa Parlamentosu’ndaki bir Kürt konferansı girdi. Üç gün idare ettim. Ama yine kurtulamadım bu konudan.
İnatçı çıktı!
Birkaç satır yazmak farz oldu, satır başlarıyla da olsa...
CHP lideri Baykal ve bazı sözcüleri, operasyonla ilgili olarak işin başından itibaren sivil paşalar gibi davrandılar, ölçüyü kaçırdılar. Kan ve gözyaşı demek olan operasyon üzerinden muhalefet yapayım derken, sorumsuz bir çizgiye düştüler, askerle de, kamuoyuyla da çatıştılar.
İlginç olan şuydu:
Asker bu kez iktidara değil, muhalefete muhtıra verdi!
Şaka yollu söylenir:
Türkiye’nin gerçek sorunu yetersiz muhalefettir; iktidarın alternatifsizliği Türkiye’nin işini zorlaştırıyor; asker, asıl muhtırayı muhalefete verse...
Sonunda bu da oldu.
Askerle muhalefet kapıştı.
Türkiye tuhaf memleket.
Bazen tımarhane gibi...
Adı demokrasi olan bir rejimde muhalefetle asker kamuoyu önünde kavga ediyor, ağız dalaşı yapıyor. Genelkurmay’dan muhalefete zehir zemberek bildiri çıkıyor.
Muhalefet sözcüleri şaşkın.
Anlaşılan hazırlıksız yakalandılar.
Baykal alınmış, üzülmüş...
Kürsüdeki CHP liderinin o her zamanki bağırış çağırış halini izlerken bir soru aklıma takıldı:
Asker iktidara muhtıra verince iyi, muhalefete verince kötü, öyle mi?..
Askerin demokrasiyle zerre kadar bağdaşmayan 27 Nisan Muhtırası’na selam duran Baykal ve sözcüleri, sıra kendilerine gelince şaşırıp kaldılar. Biraz da komik duruma düştüler, “Muhtıranın adresi biz değiliz!” derken...
Yanlış anlaşılmasın.
Muhalefet, bir askeri operasyon konusunu sorgulayabilir, bu açıdan askeri de eleştirebilir.
Ama bu açıdan Baykal da, MHP lideri Bahçeli de kantarın topuzunu kaçırdılar.
Tabii burada olağandışı olan, askerin muhalefete muhtıra vermesi ya da kamuoyu önünde muhalefet partileriyle polemik yapar duruma düşmesidir.
Bu yanlıştır.
Silahlı Kuvvetler parti değildir.
Parti gibi davranamaz.
Davranmamalıdır.
İktidarla muhalefet, inşallah, bu olaydan gerekli dersi çıkarır ve asker-siyaset ilişkisine ikisi birlikte demokratik rejim penceresinden bakmaya başlarlar.
Dileğimiz bu.(...)
Milliyet, 7 Mart 2008
|
Hasan Cemal
08.03.2008
|
|
|
|