|
|
|
Mutabakat ne? |
Ülkede hakiki bir muhalefet olsa, başkomutan edasıyla hükümete ve Genelkurmay’a durmadan “sınır ötesi” nin nasıl olması gerektiğini söyleyeceğine, işlerin buraya nasıl geldiğini azıcık daha merak eder:
1. İlk cumhurbaşkanlığı seçimine giderken PKK saldırıları, Kuzey Irak’tan sızmalar, mayınlar neden, nasıl, kimin sayesinde birdenbire yoğunlaşmıştır?
2. Aynı dönemde ABD’de yönetimde etkin bir kesim neden (neredeyse) Türkiye’de darbe çağrıları yapmıştır?
3. O döneme neden bir “muhtıra” düşmüştür?
4. Dolmabahçe’de Başbakan ile Genelkurmay Başkanı arasında nasıl bir “mutabakat hasıl olmuştur”?
5. Seçimlerden sonra bu mutabakata uygun (ve uygun düşmeyen) neler olmuştur?
6. Bush yönetimi, “sınır içi Dolmabahçe mutabakatı”nı da kapsayan “sınır ötesi” bir “mutabakat”ı nasıl sağlamıştır?
7. PKK’yı Türkiye’ye ve hükümete karşı (hatta PJAK adıyla İran’a da karşı) kullanan Washington, “PKK’yı vurma vizesi” ni nasıl vermiştir?
8. “Washington mutabakatı” sadece Türkiye’nin “askeri” ihtiyaçlarını mı kapsamaktadır yoksa ABD’nin “askeri niyetleri” nce de mi belirlenmiştir?
9. Nedir bunlar, nedir?
10. Askeri sınır ötesine gönderme izni çıkaran Meclis bunları da sormalıdır. Medya bunları sormalıdır. Toplum adına
Askersiz ordu
ABD’de subaylar arasında yapılmış ciddi bir “Askeri Endeks” araştırması.
ABD’nin, askeri kabiliyet, ordu gücü açısından ikinci bir savaş kaldırıp kaldıramayacağı soruluyor.
1’den 10’a kadar notlamaları istenerek.
“Süper güç” 5’in altında kalıyor.
ABD ordu mensupları, içinde bulundukları ordunun Irak dışında ikinci bir savaşı yürütme imkan ve ihtimaline, bir tek Suriye için 5. 1 veriyor, İran’da 10 üstünden 4.5’te kalıyorlar.
Bir başka sayıyla, yüzde 80’i “imkansız” da diyor.
Hava kuvvetleri ve deniz kuvvetleri açısından bu ortalamalar daha yüksek ama deniz piyadelerinde düşüyor, kara ordusunda ise sürünüyor.
Irak’a saldırı başlarken, tabii bu tür kaynaklara dayanarak yazılmış (ve yazdığım) yazıları düşünüyorum:
Bunlar tahmin edilen şeylerdi.
ABD’nin aslında “kof bir imparatorluk” olduğu, kara gücü (asker sayısı) çok sınırlı olduğundan tek başına birkaç savaş, işgal, istila götüremeyeceği.
Gelindi o noktaya.
ABD’de bunun ortak cevabı, “O zaman saldırmayalım, savaşmayalım, yeni bela çıkarmayalım, işgale soyunmayalım” filan değil.
Bir kısım “akıllı”, özellikle İran, Suriye, belki Pakistan konusunda çok hevesli.
İsrail ittirmesiyle de bunlar Bush yönetimi bitmeden bir “saldırı” istiyorlar.
Sorun, saldırı sonrasında. Yeterli asker yok.
Civarda yeterli, fazlasıyla askeri olan kim varsa, oranın halkı, medyası, muhalefeti işte bu açıdan da hükümeti, Genelkurmay’ı sorgulamalı:
Bilmediğimiz bir şey var mı!
Sabah, 25.2.2008
|
Umur Talu
26.02.2008
|
|
|
İstiklâl Marşı değiştirilemez |
Lâiklik ilkesinin ardına sığınarak “ırkçılık” yapmak Anayasa’ya aykırıdır ve suçtur. 1994 yılında Ahmet Altan ve Neş’e Düzel’in yönettikleri bir programda söylemiştim: İstiklâl Marşı, Anayasa’nın 3. maddesinde belirtilir ve 3. madde de “değiştirilemez” maddelerdendir. Şu halde İstiklâl Marşı’nın “Hakkıdır Hakk’a Tapan Milletimin İstiklâl” mısra’ı da -İstiklâl Marşı’nın okunan son mısra’ı olarak- “dağda da davar izi var” mısra’ından farklıdır, önce İstiklâl Marşı’nda yer alır ve İstiklâl Marşı değiştirilemez. İşlerine geldiğinde, “İ’damı göze alırsınız” tehdidini savuranlar, işlerine gelmediğinde İstiklâl Marşı’na yönelen hücumlarda niçin sessiz kalıyorlar? Sonra: bu mısra, yukarıda zikredilen: “Dağda da davar izi var” mısraından farklı olarak, asıl söylenmek istenen “...gözü var” mısra’ına kafiye olsun diye söylenmiş gelişi-güzel bir mısra değildir, ikinci kıt’anın sonunda, “maksûd”u belirten mısradır. Bu mısra, Anayasa’nın 3. maddesi dolayısıyla, Tabiî Hukuk ile Anayasa arasında “boru hattı” kuran mısradır, bu boru hattını döşeyen Mehmed Âkif; bu mısra’ı içtenlikle söylediği için, inşaallah nur içinde yatmaktadır. Anayasa’nın Başlangıç bölümüne sokulan çok sakıncalı: “menfaatin Hakk’a üstünlüğü” kuralı; bu mısra bereketiyle giderilmelidir. Hakk yücelir ve O’nun üzerine yükselinemez.
Bu mısra’ın öneminin bilincinde olmayan bazı müteşairler; kendi yazdıkları karamelâ kağıdı beyitlerini İstiklâl Marşı yerine ikame etmek istediler. Allah’ın bu Millet’e rahmeti devam etmekte imiş ki emellerine ulaşamadılar. Merhum Âkif de “Allah bu Millet’e bir daha İstiklâl Marşı yazdırmasın!” demişti. Âmin!
1994 de söylediğim söz; birçok gerçek vatanseverin gözlerini yaşartmıştı. Üç yıl sonra 28 Şubat gelince -benim bu sözümü mü hatırladılar bilmem- İstiklâl Marşı bir süre fiilen terk edilip yerine başka bir marş birçok toplantıda fiilen ikame edildi. Çok şükür 28 Şubat coşkusu dağılınca İstiklâl Marşı’nın itibarı da iade edildi. Ne var ki bazılarının içinde yer eden İstiklâl Marşı sevgisizliği; yeni bir (28) Şubat sevdasına düşülen bugünlerde yeniden patlak verdi. Allah bu Millet’i “Hakkıdır Hakk’a Tapan Milletimin İstiklâl!” mısra’ından mahrum etmesin! Bu bilince sahip olan -yetmiş milyon kişi içinde- “yedi” kişi de olsa ve onlar da sığındıkları mağarada derin bir uykuya daldırılmış olsalar, yine de Allah’ın bu ülkeyi koruyacağı ümid edilir. Bütün toplum uyur-gezer gafillerden ibaret olursa, ozaman halimiz gerçekten yamandır ey Azizan! Uyur-gezer olmaktansa, Ashâb-ı Kehf gibi uyumak hayırlıdır!
Hakk, Allah’ın sıfat (isim)larından biridir. Allah’ın bütün isimleri güzeldir ve biribirinden ayrılmazlar. Mehmed Âkif Merhum, bugün bazı kişilerce övülmeye “hak” kazanmak için ne demeli idi? “Hakkıdır Hakk’a tapan milletimin izmihlâl mi? Yoksa: “Hakkıdır ırka tapan milletimin istikbâr!” mı?
İmansız Sevgi; sevgisiz iman olmaz, çünkü Allah’ın hiçbir sıfatı zatından soyutlanamaz. Böyle olunca da bilinçli bir ateistin sevgi iddiası, zalimin de iman iddiası saydam bir nikab (maske) altında sırıtan bir yalandan ibarettir. Bir kimse yırtıcı hayvana parmak ısırtan bir canavarlık tezahürleri gösteriyorsa, “-ossun, ne var yani? Adam Müslüman, helâl olsun ona bu yollar!” diyen ya ahmaktır, yahut zalimin şerîk-i zulmüdür. Aynı şey bir zalim için aksi gerekçelerle söyleniyorsa, yine aynı hüküm değişmez: -Adam jakoben, helâl olsun ona giyotinde düşen kelleler! Zulüm yardakçılığından kurtulup Sevgi ehli olmak isteyenleri sindiren ve yıldıran, daha da kötüsü: Sapmalarına ve sapıtmalarına sebep olan Vesvâs-ul- Hannâs vesveseleri vardır: -Benden söylemesi, Allah sevdiğini -hâşâ- yerden yere vurur! Kelime-i Şahadeti söyle, ne var ki içinden o kadar da ciddiye alma, yoksa Kerbelâ imtihanını kabul etmiş olursun! -Allah bize “âdil olun!” demiştir emme, “adalet”in ne olduğunun belirlenmesini de bize bırakmıştır buna dört yüz dirhem “ilâhiyyat Ekolü” derler, adaletin değişmez ölçütü olduğu görünüşü Şi’a, dolayısıyla Abdullah İbn Sebe’ adlı bir kurgu-kişilik, uydurma bir adam uydurmuştur, İslâm yönetimle ilgilenmez, sadece İşletmelerin kârlı yönetimiyle ilgilenir.
Bu vartayı atlatmak için, Resûl-i Ekrem’i (S.A.) tam bir güvenle sevmek ve O’na tâbi olmak gerekir. Bu sevgiye sahip olan, ondört ma’sûm-i pâk’ın her ferdini sever. Kerbelâ şehitlerini, Zeyneb’i, Ebul-Fazl Abbas’ı, Ondört Ma’sûm-i pâk sevgisinde fâni olan bütün suedâ’yı (said ve saideleri ebedi mutluluğa liyakat kazananları) sever.
Allah bu ülkeyi sevgisiz İslâm müddeilerinden korusun. “Şehitliği göze alamazsın, şu halde üç kağıtçı ol!” vesvesinden yakasını kurtarmak isteyen de şöyle düşünsün: - Herkes Huseyn olamaz, ancak herkes Huseyn’i içten sevebilir. Kerbelâ’ya güç yetiremeyene oradan firâr izni verilmiştir, ne var ki ayrılırken ağlamayana yazıklar olsun!
Zulm ile iman aslâ bağdaşamaz. Zalimin övülmesinden Arş titrer. Bu idrâk seviyesine yükselen birisi de şöyle bir vesvese ile karşılaşabilir: - Haklısın, ancak, zulmün anlamı başkasına zulm söz konusu olmadıkça yoktur, insanın kendine zulmetmesi ise Allah’ın rızâsına uygundur, buna “keffâret” denir. Ferdi alanda, cinsel alanda, toplumsal alanda zulme boyun eğme ve nefsini aşağılama en büyük erdemdir! -Aslâ! Bu da şeytani bir vesvesedir!- Vesvâs-ul- Hannâs’ı da Allah yarattığına göre, sen Şerr’e karşı çıkmakla Allah’dan daha iyisini mi biliyorsun? - Şu halde Allah niçin Vesvâs-ul- Hannâs’dan kendisine sığınmamızı buyuruyor?
Yeni Şafak, 25.2.2008
|
Hüseyin Hatemi
26.02.2008
|
|
|
Değiştirelim paşam |
Bir emekli paşa... Doğu Silahçıoğlu... Geçen gün Cumhuriyet Gazetesi’nde yazmış...
Roosevelt ile Churchill’in “uyguladıkları yanlış politikalar” sonucu Almanya’yı yenerek “Alman milletinin cengâverliğini öldürdüklerini” ileri süren Afif Paşa’dan sonra, şimdi de Doğu Paşa, “İstiklal Marşı’nda ‘Hakk’, ‘ezan’, ‘cennet’, ‘iman’ gibi ümmetçi kelimeler geçtiğini” söylüyor...
Nihal Atsız’ın yolunu terk etmekle yanlış yaptığımızı da belirtmiş.
Bu tür yazılar da ne hikmetse hep aynı gazetede yayınlanıyor! Hani şu İkinci Dünya Savaşı’nda Almanya’yı tutan Yunus Nadi’nin gazetesinde.
Paşa haklıdır. İstiklal Marşı’nın sözlerini değiştirelim! Bize yakışmıyor.
1921 yılında ümmetçilerle Kemalistler henüz “papaz olmamışlardı”, cicim aylarının ürünü olan marş aradan kaçmış, sonra da dokunulmamış, öylece kalmış.
O zamanlar “ittifak yapıp” sonra da pişman olanlar liberal aydınlar değil, ötekilerdi... Sırayla bu işler.
Üstelik prozodisi de bozuk, içinde “larda yüzen al sancak”, “nim milletimin”, “dir o be” gibi laflar geçiyor.
1924 yılından 1930 yılına kadar Zeki Bey’in bu bestesinin değil, Ali Rıfat Bey’in bambaşka bir İstiklal Marşı bestesinin çalındığını bilir misiniz? Bilmezsiniz.
Demek ki değiştirilebiliyor... Yeni besteci bulalım. Örneğin İlham Gencer’e yakışır.
Değiştirelim. Fakat paşam, önce siz de, Doğu olan isminizi değiştirip Batı yapacaksınız, anlaştık mı? Çünkü isminiz Batı Çalışma Grubu ilkeleriyle de, Atatürk devrimleriyle de çelişiyor, 28 Şubat felsefesine aykırı...
Beste değişebiliyorsa sözler de değişebilir. Değiştirelim de... İslam dininin bize Araplar tarafından zorla dayatıldığını, ondan önce Orta Asya’da “şaman inancında” yaşadığımızı yazmışsınız. O da doğrudur.
Öz kaynaklarımıza dönmek için taa Göktürk dönemine, Orhun Yazıtları’na gitsek, onları alıp besteletsek... Fakat o yazıtlar, “üze Kök Tengri asra yagız yir kılındıkta ikin ara kişioğlu kılınmış” diye başlarlar...
Tengri, yani Tanrı... Hay Allah kahretsin, pardon, Kök Tengri, yani Gök Tanrı kahretsin!
Kahr-ü bela! Bin kunduz! Ugh!
Peki kime yazdıralım paşam?
İlhan Selçuk’a mı gideceğiz? Onun işi başından aşkın. Gazetesine atılan bombanın çöpünü temizlemesi gerekiyor. Mıntıka temizliği...
Ozan Arif’e başvursak tutar “koşma” ya da “varsağı” yazar, gerçi köylü milletin efendisidir ama o zümre oyunu AKP’ye veriyor, hiç olmadı.
Fazıl Hüsnü Dağlarca düşünülebilir, hem yüzbaşılıktan ayrılmadır, hem de manzumelerini “sizinkilerin gazetesi” Cumhuriyet’te yazıyor. Fakat onun da “Çocuk ve Allah” diye bir eseri var, uymadı.
Acaba, içinde geçen “yıldırımlar yaratan bir ırkın ahfadıyız” dizesiyle Nihal Atsız’ın yolunda giden Harbiye Marşı’nı mı İstiklal Marşı yapsak?...
Ben buldum: Veli Paşa “içeride” sıkılmıştır, boş vakti bol, yeni bir güfte üzerinde çalışsa fena mı olur? Bir sürü de yazar var yanında, yardımcı olurlar.
Olmazsa, “çırpınırdı Karadeniz bakıp Türk’ün bayrağına” şarkısını ulusal marş yapalım ama bu sefer de Akdenizli, Egeli, Marmaralı ulusalcılar bozulacaklar...
Ah paşam ah... Şu sözlerinizle gene kaç oy kaçtı “sizin taraftan” öbür tarafa, farkında mısınız?
Hani Genelkurmay bu tür çıkışlar yapan emekli paşalara sus emri vermişti yahu, o yasak yalnız televizyonda mı geçerli, yazılı eserlere uygulanmıyor mu?
Sabah, 25.2.2008
|
Engin Ardıç
26.02.2008
|
|
|
Sevgili Özkök bu nasıl sosyoloji? |
Türk modernizminin icadıdır; “din” kavramı sosyolojik temellerinden soyutlanır ve “Allah’la kul arasında mahrem bir ilişki” olarak tanımlanır.
Oysa dünyanın her yerinde ve elbette evrensel bilim ölçülerinde böyle bir tanım, inancı anlatır.
Bireyin inanç dünyasını; daha doğrusu inancını yaşama biçimini...
Ama “din”i anlatmaz, anlatamaz.
Peki bu yanlışı ısıtıp ısıtıp önümüze koyanlar bunu bilmezler mi? Bal gibi bilirler.
Zaten basit bir ansiklopediyi açıp okumayı bir yana bırakın, sokağa çıkmak bile bu tanımın doğru olmadığını anlamaya yeter!
Fakat bizim laik ve otoriter modernistlerimiz dini “Allah’la kul arasında mahrem bir ilişki” olarak tanımlayıp, “aman ha, bu ikisinin arasına girilmez” dediler mi, laikliğin daha sağlam ayaklar üzerine oturacağına inanmışlardır bir kere!..
Temelsiz bir kanaattir. Üstelik din aynı zamanda bir eylemler bütünü ve toplumsal paylaşım olduğu için laiklik elzemdir asıl!
Ama gelin de anlatın bunu onlara!
***
Cumartesi günü kaleme aldığı yazıda Ertuğrul Özkök işi daha da ilginç bir boyuta sürükledi.
Yazısının bir yerinde “bu ülkenin laik insanlarından” söz ederken; “onlar için İslam Allah ile aralarındaki bir inanç iletişimidir” dedi.
Tabii burada “laik insanlar” deyiminin ne kadar problemli olduğundan söz etmeyeceğim. İnsan değil, devlet laik olur! İnsanlar devletin laik olmasına inanır; bunu desteklerler, hatta bunun mücadelesini verirler, o ayrı. Seküler bir hayat (yani din dışı hayat) sürdüren insanlardan söz etmek ise tamamen farklı bir şeydir.
Benim asıl takıldığım nokta, şu “Allah ile birey arasındaki inanç iletişimi”ni “din” sayma tavrı...
Oysa ne İslam ne de herhangi bir din böyle bir şeydir!
Din böyle “kişiye özel” ve deyim yerindeyse “toplumsuz” bir şey değildir, din böyle yaşanmaz!
Bunu da en iyi Özkök bilir!
Bilmesi gerekir.
Çünkü sosyologdur, akademisyenlik geçmişi vardır. Ara sıra da bunu yazılarında vurguluyor.
İnançla dini karıştıran kişi bir sosyolog olamaz!
Kaldı ki vazgeçtim sosyoloji literatüründen, Türk Dil Kurumu’nun sözlüğünde bile “din” şöyle tanımlıyor; “inançları kurallar, kurumlar, töreler, semboller biçiminde toplayan düzen.”
Peki neden böyle yapıyor Özkök?
Hatta neden iyice ileri gidip dini bir “iletişim” olarak tanımlayarak ya da öyle tanımlayanlara katıldığını belirterek işe spiritüel bir hava da katıyor?
Bütün bunlara gerek var mı?
Türkiye’de birçok kişinin Sünni Müslümanlardan çok farklı ritüel-kurum-inanç bütünü içinde yaşadığını, birçoğunun ise sadece “deist” denebilecek bir hayat sürdüğünü ve laikliğin bu kesimler için hayati önem taşıdığını söylemek neden zoruna gidiyor da, din tanımına garip anlamlar yüklemeye çalışıyor?
Bir yanlış üzerinden giderek doğru tesis etmek mümkün müdür?
Mümkün olmadığını sosyal-siyasal tarihimiz apaçık gösteriyor.
Laikçi-otoriter kesimin yaklaşımı ne olursa olsun, Ertuğrul Özkök bilmez mi ki, dindar bir hayat sürmeyenler bile din denilince toplumsal olanı, gelenek-görenekleri referans alır...
Vatan, 25.2.2008
|
Haşmet Babaoğlu
26.02.2008
|
|
|
|