|
|
|
Ermeni meselesi ve Said Nursî |
Geçen yüzyılımızın en parlak simalarından, vahye dayalı toplumsal değişim sürecini yeni bir paradigma ile inşa eden, ahrarın kudvesi, F tipi hücrelerin ilk konuğu, yirmi bir defa zehirlenerek tarifsiz acılar çektirilen ümmetin kimsesiz yetimi, yirmi yedi yıllık zindan hayatıyla mazlumiyeti Hüseyin b. Ali’den devralmış İslami kimlik ve onur abidesi, tenhada sessiz acılar, soğuk zindan duvarları, tecrit, ret ve inkâr politikasının millet ve ümmet adına büyük kurbanı, öğrencileri ve idealleri dışında dünya adına hiçbir serveti olmayan, ölümü ardından bıraktığı terekesi peygamberlerinkine en çok benzeyen, mabedin en münzevisi, Diogenes’ten daha çok târik-i dünya, meydanların en cesur hatibi, Adam Smith’den daha özgürlükçü bir ilim adamı, esir kampının en onurlu üyesi olarak tarif edilmesi mümkün olan Said Nursî’nin 1900’lü yılların başında İttihat ve Terakki Fırkası’nın Ermeni vatandaşlarımızın can ve mal güvenliğini tehdit eden açıklamalar karşısında ahlakî bir tavır takınarak Osmanlı halkını ve bilhassa Kürtleri İttihat ve Terakki’nin bu oyununa karşı dikkatli ve sağduyulu olmaya davet etmiştir.
Nursî, “Şu memleketin saadeti ve selâmeti Ermenilerle ittifak ve dost olmaya vabestedir” anlayışını aklî, mantıkî ve şer’î delillerle topluma anlatmış olmasına rağmen İttihat ve Terakki’nin kirli senaryolarının galebe gelmesiyle o dönemde yaşanılan büyük facianın önüne geçememiştir. Buna rağmen, Nursî Ermenilerle dostça beraber yaşamanın toplumsal barış adına çok anlamlı olduğunun vurgusunu yapmıştır.
Nursî “Amma, komşularımız ve bizi teyakkuz ve terakkiye sevk eden Ermenilerle kemal-ı memnuniyetle dost olup elele vereceğiz. Zira husumette fenalık vardır. Husumete vaktimiz yoktur. Hükümetin işine karışmayacağız” diyerek halkı dönemin hükümetinin kışkırtmalarına karşı ihtiyatlı olmalarını tavsiye etmiştir.
Nursî “Ermeni vatandaşlarımızla bil külliye umuru dünyeviyede kardeşiz. Zira her vecihle birbirimize lazım ve melzum kabilindeyiz. Fakat ben camiye gidip itikadım üzere ibadetimi eda, o da kilisesinde ibadet eder” diyerek de İttihat ve Terakki’nin komplolarına karşı yaşadığı dönemdeki İslam toplumunu uyarma gayreti içerisinde olmuştur.
Nursî, 1900’lü yılların başındaki İttihat ve Terakki’nin toplumsal barışı bozmaya yönelik senaryolarının uygulama zemini bulmaması için de elinde gelen gayreti her zemin ve şartta göstermeye gayret etmiş iken bu dönemde bilhassa Ermeni vatandaşlarımıza yönelik saldırılar karşısında en ilkeli ve onurlu duruşu sergileyemememizin önemli sebeplerinden biri Müslümanların önemli bir kısmının resmî ideolojinin dilini benimsemiş olmalarından kaynaklanmaktadır.
Toplumsal barışın tesisi için elinden gelen gayreti göstermekten kaçınmayan Hrant’ın haince öldürülmesine Türkiyeli Müslümanların tepki koymasını acaba İslâmiyet mi yoksa resmî ideoloji mi engellemişti!
Evet, Nursî yaşadığı dönemde İttihat ve Terakki’nin toplum üzerinde gerçekleştirmek istediği kirli senaryoların uygulamasına fırsat vermemek için gece gündüz bir gayret içerisinde bulunarak aydın ve âlim olmanın sorumluluğunu yerine getirmişti
Nursî’nin mücadele verdiği İttihat ve Terakki anlayışının günümüz uzantıları son dönemlerde yeniden kirli senaryolarla toplumsal barışı dinamitleme eylemleri içerisine girmiş olmaları karşısında Türkiye toplumunun ve bilhassa dinle yaşantısı arasına mesafe koymadığı iddiasında bulunulan Müslümanların teyakkuz içinde bulunmaları ahlakî ve dinsel bir gerekliliktir. Bundan dolayı Trabzon, Malatya ve Hrant Dink olaylarının arkasındaki derin güçlerin ortaya çıkarılması için güçlü bir kamuoyu oluşturulması ve Müslüman kimlikleriyle ön plana çıkmış aydınların bu konuda daha fazla gayret içerisinde olmaları gerekir ki yeni Trabzon ve Malatya’ların yaşanmasının önüne geçebilelim. Aksi takdirde İttihat ve Terakki zihniyeti her güneşin batımında yeni bir senaryo ile bu toplumun barışına dinamit koymaya devam edecektir.
Taraf, 28.12.2007
|
Av. Emrullah Beytar
29.12.2007
|
|
|
Laik ‘azınlık’ |
(...)Fazıl Say’ın kendisini “azınlığa düşmüş” gibi hissetmesini, toplumsal bir veri olarak görüp anlamaya çalışmak gerekir. Muhafazakârlar laik kesimde oluşan bu “azınlık” duygusunu anlamaya, kaygılarını gidermeye özen göstermelidir.
***
Duyguları anlamak
Fakat sorun tek taraflı değildir. Elit olmanın resmi kudretine sahip ‘laik kesim’ de ‘öteki’ kesimin duygularını, kaygılarını anlamaya çalışmalıdır.
Necip Fazıl’ın bir mısraına dikkat edin:
“Öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya!”
Bu sözler şairane bir kurgu değil, geniş kesimlerdeki köklü bir ıztırabın ifadesidir.
Geniş vatandaş kitlelerini kılıklarından, yaşama biçimlerinden dolayı aşağılamak, dışlamak maalesef bizim egemen siyasi kültürümüzün bir parçasıdır.
Sosyoloji diliyle, egemen “merkez”deki elitler, “kenar”daki milyonlara tepeden bakmıştır. “Taşralı, cahil halk, faso fiso vatandaş, haso memo” gibi terimler bu aşağılayıcı bakışın dışa vurumlarıdır.
Bu kitleler “müşteri” olarak iyidirler! Askere alındıklarında “Mehmetçik”tirler! Ülke savunmasında “şehit anası”dırlar!
Fakat vatandaş olarak siyasi ve sivil haklar eşitliğini istediklerinde bazı sorunlar çıkar!
1950’den beri temel gerilimlerimizden biri bu meseledir.
“Yeter söz milletindir!” sloganı niye milyonların desteğini almıştı? İşte bu sebepten...
Öbür taraf ise “Hasolar, memolar, fasa fiso vatandaşlar!” diye bu kitleleri hor görmeye devam etti.
***
Mütareke yapmak?
Demokrasi ve ekonomik gelişme olacaksa bu bu elitist hiyerarşiyi sürdürmek mümkün değildi. Herkesin oyu eşit olacaktı! Sınavı kazanan herkes üniversiteye gidebilecekti! Piyasa ekonomisi “hasolar, memolar”dan işadamları çıkaracaktı elbette!
Bu bir modernleşme sürecidir, “geliyorlar” diye tedirgin olmak anlamsızdır. Elitlerin bu psikozdan; her seçimde sandıktan çıkan çoğunluğun ise “garip, parya” psikozundan kurtulmaları gerekiyor.
Türkiye’de eski “merkez” ve “kenar” yapıları artık aşılıyor, bir “orta sınıflaşma” süreci yaşanıyor.
Orta sınıflar asla tek fikirli, tek kıyafetli, tek inançlı olamaz, tek partili olamaz!
Yeni sosyal realiteye eski gözlüklerle bakmak, “öteki”nden korkmak gibi yanlış duygulara yol açıyor. İki kanatta da...
Eski algıları keskinleştirecek ve sosyal gelişmemizin bu yeni aşamalarını görmemize engel olacak kamplaşmalar yerine bir süre ‘mütareke’ yapmak nasıl olur?!
Durup düşünmek, gözlemlemek, ufkumuzu açmak... En önemlisi, zihnimizdeki eski önyargılara oturttuğumuz “öteki”ni zihnimizin dışındaki gerçekliğiyle anlamaya çalışmak?..
Sanıyorum o zaman pencerelerimizden göreceğiz ki, bu kadar gelişmiş ve çeşitlenmiş Türkiye’de irtica korkusu abestir. Türkiye’de hâlâ Tek Parti veya darbe dönemlerindeki gibi baskıların olduğunu sanmak da abestir çünkü demokrasi hayli gelişmiştir.
Gözlüksüz bakabilsek, “azınlık” psikozundan da “parya” psikozundan da çıkarak daha hür, barışık ve yaratıcı bir toplum haline geleceğiz.
Milliyet, 28 Aralık 2007
|
Taha Akyol
29.12.2007
|
|
|
Vermeden alamazsınız! |
Biliyorsunuz, İngilizlerin dünyaca ünlü ve etkili dergisi The Economist, Kuzey Irak’ta gereçleştirilen PKK karşıtı operasyonlarla ilgili olarak özetle şöyle yazmıştı:
“Başbakan Erdoğan’ın, ABD Başkanı Bush’a bazı sözler verdiği sanılıyor. Bunlar, Kürtlerin bölgesel hükümetinin tanınmasını ve PKK için daha liberal bir affı içeriyor...”
Bu ve benzeri değerlendirmelerin Türkiye içinde de yapılması Başbakan Erdoğan’ı kızdırdı:
“Bu değerlendirmeler hiç şık değil, çok çirkin, çok alçakça. Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı, bir şeyler vermek karşılığı böyle bir işbirliğine girecek kadar şerefsiz değildir... Bizim o görüşmemizde yanımda notu alan Dışişleri Bakanımdır, resmi tercümanımızdır. Karşımızda da ABD Başkanı, kendi yardımcısı ve resmi tercümanı vardı. Oradaki görüşmeler de iletilmesi gereken yerlere verilmiştir...”
Burada birkaç kere, “Peki acaba biz ne verdik” diye yazan birisi olarak, Başbakanın eleştiri okları bana da saplanıyor.
Bu konudaki fikrim şöyle:
Biz devleti “ insan biçimli bir varlık “ gibi algılar... Ya da hakkında sanki öyleymiş gibi konuşuruz: Devlet... Kızar, döver, sever, kıskanır, sinirlenir, intikam alır...
Halbuki devlet insan değildir.
Devlet... Kendisini ve toplumu geliştirmek için uğraşan... Sorunlarını çözmeye çalışırken, diğer devletlerle rekabet eden, ittifaklar kuranbozan, icabında savaşan devasa ve soğuk bir egemenlik mekanizmasıdır...
Somut bir örnek verelim: PKK saldırıları başladığında, “yönetimi” (Hükümet artı Genelkurmay ) köşeye sıkıştırmak isteyenler, “ Hemen uçakları gönderip Kandil’i ve Barzani’yi vuralım “ dedi.
Tamam... Diyelim ki uçağı kaldırdınız... Barzani’yi vurmaya gidiyorsunuz... Karşınıza ABD uçakları çıktı... “ Burası bizden sorulur, lütfen geri dönün “ mesajını verdiler...
Bu durumda ne yapacaksınız?
50 yıllık NATO müttefikinizle savaşa mı tutuşacaksınız? Hayır! Mecburen geri döneceksiniz... Peki madem dönecektiniz, uçakları niye kaldırdınız?
Halbuki Ankara en doğrusunu yaptı... Diplomatik görüşmeler, ikna turları
sayesinde... Bugün sık sık operasyon düzenliyor.
Nedir bu olay? Ankara ile Washington’ın “anlaşmasıdır”. Bu anlaşmaya; ister “ alışveriş “ olarak bakarsınız, ister “ taviz “ olarak...
Yönetim açısından, devletler arasında “alışveriş” yapılmıştır. Muhalefet açısından ise “ Türkiye taviz vermiştir “.
Bence ortada gayet “ normal “ bir işleyiş var. Eğer, ABD gibi bir süper güce karşı, “ vermeden alıyorsanız “... İşte asıl o zaman işkillenmeniz, “ bu işte bir bit yeniği var “ diye tasalanmanız gerekir.
(Tabii en kötüsü, “ almadan vermek “: Yunanistan’ın, NATO’nun askeri kanadına dönüşüne, darbeci Kenan Evren’in “ hiç “ karşılığı, “ olur “ vermesi gibi...)
Biz devletleri birer insan gibi algıladığımız için “vermeden almak” sevdasına düşebiliyoruz. Ya da “ az verelim, çok alalım “ stratejisinin güdülmesini arzuluyoruz.
Halbuki insanlar arasındaki ilişkilerde dahi, “vermeden almak” pek mümkün değildir.
Devlet arasındaki ilişkilerde ise “ mütekabiliyet “, “ denklik “, “ karşılıklılık “ esastır: Kimin kime ne vereceği, kimin ne alacağı ince ince hesaplanır.
Mesela “ Soğuk Savaş “ döneminde Türkiye, Sovyetler Birliği’ne karşı, ABD’nin koruması altına girdi, yardımlar aldı; bunun karşılığında ‘ Hür Dünya’nın “ ileri karakolu “ oldu.
Özetle: Devletler arası ilişkide “ vermek “ şerefsizlik değildir, yeter ki “ karşılığını alalım “. Kaz gelecek yerden, tavuk esirgenmez!
Sabah, 28 Aralık 2007
|
Emre Aköz
29.12.2007
|
|
|
Birinci Cumhuriyet... |
Artık sonlarına geldiğimiz 2007 yılının en çok söz edilen kavramlarından biri de hiç şüphesiz ‘ İkinci Cumhuriyet’ oldu.
Nitekim, televizyonlar 2007 yılının son tartışma programlarını da bu konuya ayırmıştı...
Baktım, bu programlardan birini yapan Can Dündar dün köşesinde bu konuyu ve televizyonda yaptığı programın bir değerlendirmesini tartışmakta...
Başlığı da ‘Birinci Cumhuriyet’in sonu mu?’
Gene dünkü Taraf gazetesi’nde de Ahmet Altan’ın ‘cumhuriyet’ başlıklı bir yazısı vardı.
***
Görüyorum ki toplumların kavramları içselleştirmesi uzun zaman alıyor.
Bunda akılları karıştıran siyasal propagandaların, kavramları öğretmeyen eğitim sisteminin ve çok ayrı şeyleri ‘aynı anlamlara içeriyormuş’ gibi sunan ve ayrımlara vurgu yapmayan medyanın da payı var.
Toplum adına üzüntü veren böyle bir kavramsal sefalet yaşanmasa hala ‘cumhuriyet’ ve ‘demokrasi’ mi tartışırdık?
Tek parti rejiminden çoğulcu bir yapıya..
Kemalizm’den demokrasiye...
Birinci Cumhuriyet’ten İkinci Cumhuriyet’e (www.ikincicumhuriyet.org) geçmek konu mu edilirdi?
Ama...
Cumhuriyet ile demokrasinin...
Kemalizm ile çoğulculuğun çok farklı şeyler olduğunu yeni yeni ve yavaş yavaş öğreniyoruz.
***
Türkiye İstatistik Kurumu, Birinci Cumhuriyet’in 84 yıllık serüveni sonunda hala Türkiye’de 539 bin kişinin açlık, on iki milyon 903 bin kişinin de yoksulluk sınırı altında yaşadığını açıkladı.
İnsanlarımızı daha özgür ve zengin yapabilmek...
Vatandaşlarımızı daha mutlu kılacak bir değişime gitmek...
‘Yönetileni’ esas alan...
‘İnsan odaklı’, ‘vatandaş odaklı’ bir çağdaş rejime dönüşsek...
‘İnsanın yaşamına sürekli kalite ve nitelik kazandıracak’ AB standartlarını pusula bellesek fena mı olur?
Bunun tartışılacak...
Buna itiraz edilecek ....
Buna karşı çıkılacak ne var, anlaşılır gibi değil.
Eğer...
Çağdaş çoğulcu demokrasinin ne olup olmadığını bilmiyorsanız....
Demokrat değilseniz...
‘Kışla’ ile ‘cami’ arasında siyaset salıncağından inmemişseniz...
‘Demokratik bir cumhuriyet’ için de kolları sıvamaz...
Halkın sahneye girmesinden hoşlanmaz...
AB standartları için de çabalamazsınız.
Ne yaparsınız?
Korkar, ürker, tek parti rejimine tapınırsınız.
***
Can Dündar, yönettiği tartışmanın ‘ortak mesajını’ şöyle veriyor:
‘Şişeden çıkan farklı kimlikleri, kendilerini ifade edebilecek şekilde sistemin içine yerleştirebilen, ilk projeyi günün ihtiyaçlarıyla yenileyen, rötar yapmadan çözüm üreten, demokratik, dinamik bir cumhuriyet...’
Bunun için ne yapmalı?
Ahmet Altan’dan okuyalım:
‘Bu hengámenin üzerine kurulmuş Cumhuriyetle biz bugünlere kadar geldik.
Yolda bazı kaçınılmaz rötuşlar yaptık.
Ama bugün baktığınızda Avrupa’nın en fakir, en geri, en çağdışı, insan haklarından en uzak ülkesiyiz.
Zaten bu yüzden kendimizi Avrupa’yla kıyaslamaktan nefret ederiz.
Bugünü hep seksen yıl önceki Türkiye ile kıyaslarız.
Şimdi artık kendimizi Avrupa ile kıyaslamanın zamanı geldi.
İkinci Dünya Savaşı sırasında yakıp yıkılan, çöken, fakirleşen, milyonlarca insanını kaybeden Avrupa nasıl oldu da o savaşa girmemiş olan Türkiye’ye bu kadar büyük bir fark attı?
Bunun bir cevabı olmalı.
Sanırım cevap, Cumhuriyetin kuruluş biçiminde ve zihniyetinde yatıyor.
Bu Cumhuriyetin ‘padişahçı’ zihniyetini, İttihatçı kadrosunu, ancak bir diktatörlüğe uygun eğitimini ve ‘hoyrat devletini’ korumak için uydurulmuş hukukunu değiştirmek gerekiyor.
Hızla değişen dünyada İttihatçı bir diktatörlük varlığını uzun süre götüremez.’
***
Cumhuriyet’i demokrasiyle evlendirebilecek miyiz?
Bu aynı zamanda, ‘açlık ve yoksulluk sınırındaki milyonlarca insanımızın da çilesine son verebilecek miyiz’ anlamına bir soru?
Cevabı toplum verecek.
Star, 28 Aralık 2007
|
Mehmet Altan
29.12.2007
|
|
|
Senaryo gerçek oldu, ABD askeri Pakistan’a girecek! |
Dostumuz, kardeşimiz, gönül bağlarıyla bağlı olduğumuz bir ülke, Pakistan, dün çok trajik bir gün yaşadı. Son zamanlarda çalkantılar içinde oradan oraya sürükleniyor görüntüsü veren ülkenin en önemli siyasi figürlerinden biri, korkunç bir saldırı sonucu hayatını kaybetti. Daha önce çok sayıda insanın öldüğü saldırıdan sağ kurtulan Benazir Butto, dün, son derece iyi planlanmış görüntüsü veren saldırıdan kurtulamadı. Böylesine tehdit altında bulunan çok önemli bir kişinin korunamaması ve suikastin arkasında hangi güçlerin olduğu çok tartışılacak. Butto’nun ölümü, yakın tarihimizin en önemli suikastlerinden biri olarak tarihe geçecek. Babası idam edildi, bir kardeşi Paris’te zehirlendi, diğer kardeşi suikastle öldürüldü. Şimdi de kendisi, muhtemelen seçimlerde ciddi başarı kazanacakken ortadan kaldırıldı. Belki hiç aydınlanmayacak bir suikast bu.
Pakistan halkının başı sağolsun. Derin üzüntülerini paylaşıyoruz. Bu acı, sadece Butto’nun öldürülmesinden değil. Bu acı, Pakistan’ın içine sürüklendiği durumdan ve bundan sonra olacaklardan da kaynaklanıyor. Savaşta, işgal altında bulunmayıp da savaş şartları yaşayan bir ülkenin adım adım çöküşe, bölünmeye hatta iç savaşa doğru sürüklenmesinden kaynaklanıyor. Başbakan Tayip Erdoğan’ın ABD Başkanı George Bush’la görüşmesindeki en önemli maddelerden biri Pakistan’dı. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, iktidar ve muhalefet temsilcileriyle bir araya gelerek yaşanan krizi yumuşatmaya çalıştı. Son aylarda ülkede endişe verici gelişmeler yaşanıyordu. Ve bu ülke nükleer bir güç. Batı ile Doğu arasındaki küresel çatışmanın en önemli cephe ülkelerinden biri haline getirilmişti.
Sri Lanka’dan dönerken uçağına saldırı yapıldığı iddiasıyla yere iner inmez darbe yapan Pervez Müşerref, 11 Eylül sonrası ABD’nin bölgesel operasyonlarından en önemli müttefikiydi. Bush yönetimi onu “istediklerimizi yapmazsan ülkeni taş devrine döndürürüz” diye tehdit etmişti. Müşerref’in işbirliği hiçbir zaman tatmin edici bulunmadı. Afganistan’ın işgali, iç savaş, Taliban ve ABD operasyonlarında Pakistan hep belirleyici rol üstlendi. Bu süreç, darbelerle dolu tarihi olan Pakistan’daki iç siyasi ve toplumsal yapıyı büyük oranda sarstı.
Afganistan işgal edildi, Pakistan’da istikrarsızlık başladı. Bazı bölgelerin kopma eğilimi arttı. Taliban ve El Kaide’nin etkin olduğu bölgelere nüfuz edilemedi. Son haftalarda Afganistan’a yakın bölgelerde Pakistan ordusuyla yerel güçler arasında ağır çatışmalar yaşanıyordu. Daha da önemlisi, ABD Veziristan gibi bölgelerin kontrol edilememesi halinde askeri müdahale yapmakla tehdit etti.
Müşerref’in iktidarı paylaşmama yönündeki tavrı, iç siyasi kavgalar, etnik gerginlik, Şii-Sünni çatışmalarının artması, Taliban etkisi ve daha bir çok sorunun yanında Pakistan’ı nasıl bir kaosun beklediği en önemli soru. Bundan sonra Irak kadar da Pakistan’ı tartışacak dünya. Bugün sadece bir ayrıntıyı vereyim:
Müşerref 3 Kasım’da olağanüstü hal ilan etti. 2 Kasım’da ABD’li bir istihbarat şirketi, “nükleer silahların İslamcıların ya da ordu içindeki şahin grubun eline geçmeyeceğini” açıkladı. Yani olağanüstü hal ilanından bir gün önce. İstihbarat şirketinin Ortadoğu uzmanı The Washington Post gazetesinde “müdahale”nin gerçek sebebini açıklamış oldu. Açıklama, ABD yönetimini rahatlatmayı, Pakistan’ın nükleer silahlarının kontrolüne ilişkin kaygılarını gidermeyi amaçlıyordu. 12 Kasım’da aynı gazetede AFP kaynaklı bir haber yayınlandı. ABD’nin, Pakistan nükleer silahlarını korumak için gizli bir planı olduğuna ilişkin rapordan söz ediliyordu. Washington’ın silahların kontrolünü ele almayı planladığı, iyimser senaryoya göre Pakistan ordusunun ABD’ye destek vereceği bildirildi.
Kötümser senaryoya göre ise, Müşerref’in kontrolü kaybedeceği, siyasi krizin derinleşeceği, ABD karşıtı güçlerin nükleer silahların kontrolünü ele geçireceği ve bunun bir ya da iki yıl içinde olabileceği belirtiliyordu. Bu hesaba göre Pakistan ikinci İran olacak, nükleer güç İsrail’i tehdit edecekti. Tehlikeyi önlemek için önümüzdeki yıldan itibaren Pakistan’a ABD askeri gönderilecek, ülke içinde operasyonlar yapılacak ve yedi yıl orada bulunulacaktı. İşte o senaryo sanki şu an gerçekleşiyor. Geçtiğimiz ay pazarlıklar sona erdi ve Ocak’ın ilk günlerinde ABD askerlerinin Pakistan’a girmeye başlaması kararlaştırıldı. Butto’nun öldürülmesinden sonra ortam oluştu. ABD askerleriyle Pakistan halkı arasında keskin bir çatışma başlayabilir.
13 Kasım’da Pakistan Dışişleri Bakanlığı açıklama yaptı. ABD’nin planına karşı çıktı ve nükleer silahları koruyacak güçte olduklarına duyurdu.
Pakistan ABD’nin küresel savaşının tam merkezinde. Üslendiği rol onu parçalıyor. İç savaşa sürüklüyor. Keskin iktidar çatışmalarına, etnik ve mezhep kavgalarına iti-yor. Büyük bir kaos beklentisi var. Afganistan ve Irak’tan sonra Pakistan yeni bir kurban olabilir. Pakistan’ı kurtarmak için seferber olunmalı. Yoksa bu ülke iç çatışmalara sürüklenecek, parçalanacak, korkunç bir nükleer krizin içine yuvarlanacak.
Yeni Şafak, 28 Aralık 2007
|
İbrahim Karagül
29.12.2007
|
|
|
|
Son Dakika Haberleri
|
|
|
|
|