Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 28 Aralık 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Kendimizi kandırmayalım

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Kandil Dağı’ndaki bazı PKK hedeflerini bombalaması... Medyada yer alan kimi haber ve yorumlarda iddia edildiği gibi... Örgütün “çökertildiği”, “belinin kırıldığı”, “tarumar edildiği” anlamına geliyor mu?

Sanmıyorum...

Muhakkak ki örgüte bir miktar zarar verilmiştir. Ama o kadar!

Bu operasyonlardan çok önce, katıldığım bir TV programında, Ankara Ticaret Odası Başkanı Sinan Aygün, vurulması gereken hedefleri sayarken, ağzını doldura doldura, Kandil’de “üç” tane jeneratör olduğunu söylemiş, “Adamlar elektrik üretiyor, elektrik” demişti.

Ben de, muzırlık olsun diye, “Duyamadım, ‘kaç tane’ demiştiniz” diye sormuştum.

Aygün de faka basıp tekrar “Üç” deyince... Diğer katılımcılar bıyık altından gülmüştü.

***

Haksız değillerdi elbette.

Çünkü savaş tarihi bize hava saldırılarının düzenli orduları dağıtabildiğini... Kentlere, çeşitli tesislere büyük zarar verdiğini... Buna karşılık gerilla tipi mücadeleye karşı fazla işe yaramadığını gösteriyor.

Zaten sözü, yorumu ciddiye alınacak tüm emekli komutanlar da, “Kandil’e komandoları göndermeden... Mağaraları tek tek temizlemeden” bu işin hallolmayacağını belirtiyor. Özetle Kandil’in bombalanması, askeri olmaktan siyasi ve moral bir operasyondur.

Bir kere, çok çeşitli çevrelere “mesajlar” gitmekte... İşte iki örnek...

Barzani’ye: “ABD’ye güvenerek bize babalandın ama gördüğün gibi ABD ile ortak hareket ediyoruz...”

Halka: “Endişelenmeyin, hâkimiyet bizde, şehitlerin kanı yerde kalmayacak...” Bunlar siyasi mesajlardır.

Moral üstünlük de çok önemli elbette... PKK, Kandil gibi korunaklı bir coğrafyada huzursuz edilmekte... Elini kolunu kıpırdatamaz hale getirilmekte... Başka tarafa gitmeye zorlanmakta...

***

Tabii kendimizi kandırmayalım: ABD ile işbirliği çerçevesinde gerçekleştirilen bu operasyonlar... İşin mantığı gereği, yine “ABD’nin çizdiği sınırlar” içinde kalmakta...

Yani ABD, PKK’yı “hangi şekle sokmak”, “ne tarafa yönlendirmek” istiyorsa, tam da o yapılmakta. Eğer ABD, PKK’yı gerçekten Türkiye’ye saldıran bir unsur olmaktan çıkarmak istiyorsa... (Ki bütün ipuçları bu yönde; tersine bir veri ise yok!..)

O halde önümüzdeki dönemde hava saldırılarından başka şeylerin de yapılması gerekiyor.

Çünkü şu nokta açık: Havadan bombalamakla PKK bitmez. “Siner, susar, pusar” ama yok olmaz.

Dolayısıyla PKK’ya karşı “başka türde” askeri operasyonlar da yapılacak. Belki şimdi, belki ilkbaharda... Ama mutlaka yapılacak. Gerçekten “bitirmek” istiyorlarsa buna mecburlar.

PKK ise buna, Türkiye’nin büyük kentlerinde saldırılar düzenleyerek (sabotaj, bomba, canlı bomba, suikast, vs.) karşılık vermeye çalışacak herhalde.

Bu saldırılar... Halka büyük rahatsızlık verir... Muhalefet, hükümete bastırmaya başlar... “Meğer Kandil’i vurmak bir işe yaramamış” düşüncesini uyandırır...

O halde... Örgüte yönelik bir “Yeni Hayat” (adına ne derseniz deyin) programının uygulanması gerekiyor.

Önümüzdeki bu programın ne olduğunu, nasıl ve kime uygulanacağını göreceğiz.

***

Almanya, 1870’lerden 1940’lara Fransızlara büyük acılar çektirdi. Saldırdı, işgal etti, vurdu, kırdı, astı, kesti... Bu arada kendisi de ciddi dayak yedi.

Ama bugün iki ülke Avrupa Birliğinin temel direkleri durumunda.

Barışı ve huzuru sağlamak için bazen bağrına taş basmak gerekiyor.

Sabah, 27 Aralık 2007

Emre AKÖZ

28.12.2007


 

Yargı siyasî silâh olunca…

Farkında mısınız?

Türkiye’de yargıya ilişkin yeni ve tehlikeli bir ayrışma ve siyasallaşma eğilimi var.

Sözünü ettiğim siyasallaşma, yüksek mahkemelerin “rejimi kollama ve koruma görevi”ne soyunup, hukuk dengelerini alt üst edecek kararlar vermeleri değil, siyasetçilere yönelik tasfiye aracı işlevini görmeleri de değil…

Yargıç ve savcıların ülkenin dünü ve bugününü, siyasi durumunu kendi değerleri ve kanaatlerine göre yorumlayıp, bunu adli soruşturmalara, iddianamelere ve mahkeme kararlarına yansıtmaları eğilimi kastettiğim…

Bu eğilim sağı da kuşatıyor, solu da, asker yanlısını da polis yanlısını da, ulusalcıyı da milliyetçiyi de, dahası kendine liberal diyeni de.

İlk işaretleri Şemdinli iddianamesiyle gelmişti.

Şemdinli olayının vahametine, suçun aleniyetine rağmen savcı, elindekilerle yetinmemiş, hazırladığı iddianamede bu suçun kapsamını aşacak bir biçim ve içerikle sistemle ve askerle hesaplaşmaya kalkmıştı.

Savcının bu yüzden karşı karşıya kaldığı durum, meslekten men edilme cezası alması elbet Türk hukuk tarihine bir yüz karası olarak geçti. Ancak bu durum iddianamenin sıkıntılı niteliğini örtbas etmedi.

Bu iddianameyle tehlikeli gelişmenin ilk adımı atıldı.

O günlerde de yazmıştım: Savcının sivilleşme arzusunu paylaşmama, suçun ulaştığı merkezler konusunda onunla benzer kaygılar taşımama rağmen, kanaatlerin, kanıt olmadan “hükme davet eden yasal bir iddia” haline dönmesi, hukuk ilkeleri açısından kabul edilemezdi.

Ardından 159’lu ve 301’li günler geldi…

Kabul edilemez olan bu kez “öte yana” sıçradı ve “yargı bir siyasi silah olarak kullanılmaya başladı”.

Kimi kişi ve “adı sivil” kuruluşlar, durumdan vazife çıkarırcasına, yazarları takip ediyor, en küçük vesilede haklarında suç duyurusunda bulunuyordu.

Bu suç duyurularının büyük bir kısmı akıl almaz şekilde soruşturma savcılarının “onayı”yla davalara dönüştü.

Hrant Dink, Orhan Pamuk, Elif Şafak, Hasan Cemal, Murat Belge, Erol Katırcıoğlu, İsmet Berkan, Etyen Mahçupyan ve nice insan “Türklüğe hakaret”, “Silahlı Kuvvetler’e hakaret”, “yargıya hakaret” iddialarıyla mahkemeler önüne taşındı.

Sonuçta bu davaların büyük bir kısmı beraatla sonuçlansa da, her bir dava süreci, basının “aşırı ve manidar” ilgisi, “aşırı ve hastalıklı bir siyasi tartışma ve kutuplaşma” üzerinden hükümden beter bir işlev yerine getirdi.

Kurumlara ve millete hakaret suçuyla yargılananlar adeta o suçun simgesiymişçesine yaftalandı… Dink bu koşullarda öldürüldü…

Son olarak Malatya’da işlenen misyoner katliamıyla ilgili davanın iddianamesi akıllara durgunluk verecek yönler taşıyordu. Misyonerleri öldüren katiller kadar, misyonerliğin altını çiziyor, içerdiği tehlikeden dem vuruyor, ülkedeki misyonerlik faaliyetiyle anılan kişileri isim isim sıralıyordu.

Birkaç ay önce “tek hâkimli bir mahkeme” 1915’le ilgili bir sözle, “soykırım” kelimesiyle ilgili olarak “hayır tarihte böyle bir şey olmamıştır, oldu demek Türklüğe hakaret suçudur” diyerek, işi hükme bağlamaya kadar götürdü…

Bir kısım Türk hukukçusu adeta Batı’ya cevap vermeye çalışıyor, “sen soykırım olmadı diyeni mahkûm edecek yasa çıkarırsan, ben de elimde yasayı buna göre yorumlar, soykırım oldu diyeni mahkûm ederim” tarzı bir tutum takınıyordu.

Keser döner sap döner…

Adalet herkesindir, herkes içindir…

Yasaları siyasi ve tarihi yoruma tâbi tutan “bu keyfi tutum” ülkenin en önemli meselelerinden birisidir.

Siyasi irade açıklamalara, tavırlarla, genelgelerle hukuk politikasına ağırlığını koymalıdır. Yasaların özgürlüklerin ruhuna uygun bir şekilde uygulanmasını sağlayacak zemini ana meselelerin birisi haline getirmelidir…

Aksi halde ödenecek fatura gerçekten ağır olur…

Yeni Şafak, 27 Aralık 2007

Ali BAYRAMOĞLU

28.12.2007


 

O zihniyetle olmazdı

Cumhuriyet’in kurucu kadrosunda bir “Kürt endişesi” vardı. Osmanlı mirasını paylaşma hesabı yapan emperyalist güçler, Bulgarlar, Yunanlılar gibi Hristiyan Osmanlı tebaası yanında Arnavutlar ve Araplar gibi Müslüman kavimleri de kışkırtmışlar ve Osmanlı’yı parçalamışlardı.

Anadolu zor kurtulmuştu. Acaba Kürtler de böyle bir kışkırtmanın oyununa gelir ve Anadolu da parçalanır mıydı? Uzun süredir Kürtler’in üzerinde çalışıldığı da biliniyordu. Lozan’da, Kürtler’in “Azınlıklar” kapsamına sokulması için İngiliz temsilcileri öncülüğünde İtilaf devletleri temsilcileri Türk temsilci heyetine karşı büyük mücadele vermişlerdi. İngilizler’in bir “Kürt gündemi” vardı. İşte bu kaygı, Cumhuriyet’in kurucu kadrosu önüne bir “Kürt meselesi” koyuyordu. Varılan çözüm yolu ise “Kürtlerin Türkleştirilmesi” idi.

İsmet Paşa’nın 1935 tarihinde Doğu ve Güneydoğu’yu ziyaret sonrasında hazırladığı gizli “Kürt Raporu” devletin önüne böyle bir perspektifi koyuyordu. Şimdilerde Saygı Öztürk tarafından kitaplaştırılan raporda şu ifadeler yer alıyordu: “Türkler ile Kürtler aynı okulda okumalıdır. Bu, Kürtleri Türkleştirmek için etkili olacaktır.

“Diyarbakır, kuvvetli Türklük merkezi olmak için tedbirlerimizi kolaylıkla işletebileceğimiz bir olgunluktadır. “Düşman unsurlar içinde saldırgan olan teşkilat Kürt reisleri ve adamlarıdır. Fransız istihbarat subayları bunları çeteler halinde memleketimize saldırtmaya muktedirdirler. “Erzurum’un kalkınmasını az senelerde temin edebilirsek, kuzeyde hududa karşı, içeride Kürtlere karşı sağlam bir Türk merkezini kurmuş oluruz.

“Erzincan’ın Kürt merkezi olmasıyla, Kürdistan’ın meydana gelmesinden kaygılanmak yerindedir.” (Bu satırları Hasan Pulur’un 26 Aralık tarihli Milliyet’teki yazısından aldım. Daha önce bu raporu, Milliyet gazetesindeki yayınından okumuştum. Orada, ayrıca bölgede güçlü askeri yapıların oluşturulması ve böylece halka Ankara’nın gücüne dair psikolojik etkide bulunulması teklif edilmekteydi.) İfadeler gayet açıktır:

-Karma okullarda Kürtleri Türkleştirmek... -Diyarbakır’ı Türklük merkezi haline getirmek. -Erzurum’u kuzeyde hududa karşı, içeride Kürtler’e karşı Türklük merkezi halinde kurmak. -Erzincan’ın Kürt merkezi olmasını önlemek... Raporda bölgede Fransız istihbarat subaylarının çalışmasının ve “Kürdistan’ın meydana gelmesi kaygısı”nın da altı çiziliyor. Kaygı ve çare? Kaygıyı elbette önemsemek lazım, çünkü Osmanlı’dan sonra, Müslüman halklar üzerinde çalışarak Anadolu’yu da yutma hesapları güden bir emperyalist hesap söz konusu... Peki çare? Kürtleri Türkleştirmek bir çare mi?

Cumhuriyet döneminin böyle bir “proje”yi gerçek bir “çare” olarak gördüğü ve bunun ideolojisini - politikasını oluşturduğu bir vakıadır. Kısa süre önce “Paşaların itirafı” cümlesi içinde yer alan Em. Org. Aytaç Yalman’ın “Kürt deyince dağda yürürken kart kurt ses çıkaran Türkler’i anlıyorduk” sözleri, bu dönem politikalarının “Asker eğitimi”ne yansıyan bölümü olsa gerektir. Zaman zaman “Kürtler’in Türklüğü”nü ispat, zaman zaman “Kürtlerin Türkleştirilmesi” tarzında yürütülen politikaların etkisi ne olmuştur? Bugün gelinen sancılı yapının ortaya çıkması olmuştur. Etnik vurgu, karşıt etnik bilinci oluşturmuştur.

Ben buna, Türkiye’nin İtilaf devletlerinin Lozan’da savunduğu noktaya getirilmesi diyorum. Aslında etnik vurgu arttıkça, karşıt etnik bilincin bilenmesi kaçınılmazdı.

Ve aslında, mesela İsmet İnönü, Lozan’da, Türklerle Kürtler’in İslam ortak paydasında asırlar içinde kaynaştığı tezini kuvvetle işlemiş ve netice almıştı. Ama Cumhuriyet kurulurken İslam, kurucu kadroların gündeminde o etkinlik içinde mevcut değildi. Etnik bilinç öne çıkmıştı ve bana göre, ucu bugünkü sancılara kadar uzanan tarihi bir kırılma yaşanmıştı. Bugün her şeyi yeniden düşünme zamanındayız.

Bugün, 27 Aralık 2007

Ahmet TAŞGETİREN

28.12.2007


 

Sabah, 27 Aralık 2007

Salih MEMECAN

28.12.2007


 

Cumhuriyet

Şimdi hâlâ anlatılıyor mu bilmiyorum ama benim çocukluğumda ihtiyarlar durumdan yakınmak için sık sık tekrarlardı.

İstanbul’un ünlü ayyaşı Bekri Mustafa Yenicami’ye imam olmuş.

Bir gün cenaze namazını kıldırdıktan sonra eğilip mevtanın kulağına bir şeyler fısıldamış. “Ne dedin” diye sormuşlar daha sonra. “Öbür taraftakiler buraları sorarlarsa, Bekri Mustafa Yenicami’ye imam olmuş de, onlar anlar, dedim,” demiş.

Eğer, size Türkiye’yi sorarlarsa “AKP, ülkenin en ilerici partisi olmuş” deyin, onlar anlarlar.

Haksızlık etmeyelim, AKP’liler durumu şimdilik iyi götürüyorlar ama dünyanın bu büyük değişim dönemine Türkiye’yi taşıyabilecek bir kadroları ve zihniyetleri yok.

Varlıklarını sürdürebilmek için mecbur olmalarına rağmen Avrupa Birliği’yle ilişkilerinde bile nasıl tökezlediklerini görüyoruz.

Öyle hayati noktalarda kasılıp duruveriyorlar ki kendilerine de ülkeye de zaman kaybettiriyorlar.

Seksen yıllık Cumhuriyetin sonunda geldiğimiz nokta, AKP’nin en ilerici parti olduğu, sosyal demokratlığı ise “cami isimleri değiştirip” askerî operasyonların arttırılmasını isteyen bir partinin üstlendiği bir tuhaf iklim.

Cumhuriyetin bu yapısıyla da başka bir sonuç çıkmazdı zaten.

Mustafa Kemal, bu Cumhuriyeti İttihatçı kadrolarla kurdu.

Çöken bir imparatorluğun ve ona son darbeyi vuran kadroların bütün hastalıkları olduğu gibi Cumhuriyete geçti.

Yapı hemen hemen hiç değişmedi. Padişahın yerini Mustafa Kemal aldı. Siyasi kudreti, son padişahlardan çok daha fazlaydı.

Hele, İkinci Meşrutiyetle Cumhuriyetin ilk dönemlerini kıyaslarsanız, Cumhuriyetin çok daha koyu bir istibdada sahip olduğunu görürsünüz.

Eğer Mustafa Kemal’in bir oğlu olsaydı, cumhuriyet olarak mı devam ederdik yoksa Kuzey Kore’de ya da Suriye’de olduğu gibi yeniden hanedanlığa mı dönerdik, bilmek de pek mümkün değil.

Padişah olmayan birinin padişahlık misyonunu üstlenmesi, bizzat padişahın kendisinin yönetimde olmasından bile daha tehlikelidir.(...)

Ve bu, bütün sosyal dengelerin ve eğitimin alt üst edilmesi anlamına gelir.

Cumhuriyet, Osmanlı’nın toplumsal yapısı üzerine İttihatçı kadrolar tarafından bir diktatörlük olarak kuruldu.

Bu karmaşa yüzünden yolunu ve yönünü hiçbir zaman net olarak tespit edemedi.

Hem Batılılar gibi olmak istiyor ama Batılılardan nefret ediyor, hem Osmanlı’yı yıkıyor ama Osmanlı’nın mirasına sahip çıkmaya uğraşıyordu.

Yıktığı padişah aynı zamanda “halife” olduğu için onun din üzerindeki “doğal” etkisini, dini kontrol altına alarak azaltmaya uğraşıyordu. Ne Batı konusunda, ne Osmanlı konusunda, ne din konusunda, ne Kürtler konusunda Cumhuriyetin net bir tavrı vardı.

Cumhuriyetin yeni yöneticilerinin iktidarını koruyabilmek için hangisi gerekiyorsa onu kullanıyordu.

İnsanlara Batılı kıyafetler giydiriyor, ilk Meclis’i camide dualarla açıyor, Kürtlerle anlaşma yapıyor, zorlandığı yerde de politikasını değiştiriveriyordu.

Mustafa Kemal’in, hemen hemen her sözünün bir de tersini söylemesi, asıl çizgisinin ne olduğunun tam olarak anlaşılmamasının nedeni bu belirsizlikti.

Bu hengâmenin üzerine kurulmuş Cumhuriyetle biz bugünlere kadar geldik.

Yolda bazı kaçınılmaz rötuşlar yaptık.

Ama bugün baktığınızda Avrupa’nın en fakir, en geri, en çağdışı, insan haklarından en uzak ülkesiyiz.

Zaten bu yüzden kendimizi Avrupa’yla kıyaslamaktan nefret ederiz.

Bugünü hep seksen yıl önceki Türkiye ile kıyaslarız. Şimdi artık kendimizi Avrupa ile kıyaslamanın zamanı geldi.

İkinci Dünya Savaşı sırasında yakıp yıkılan, çöken, fakirleşen, milyonlarca insanını kaybeden Avrupa nasıl oldu da o savaşa girmemiş olan Türkiye’ye bu kadar büyük bir fark attı?

Bunun bir cevabı olmalı.

Sanırım cevap, Cumhuriyetin kuruluş biçiminde ve zihniyetinde yatıyor.

Bu Cumhuriyetin “padişahçı” zihniyetini, İttihatçı kadrosunu, ancak bir diktatörlüğe uygun eğitimini ve “hoyrat devletini” korumak için uydurulmuş hukukunu değiştirmek gerekiyor. Hızla değişen dünyada İttihatçı bir diktatörlük varlığını uzun süre götüremez.

Sonunda AKP’nin en ilerici parti olduğu noktaya gelir dayanır.

Durumdan memnunsanız devam edin.

Ya da neyi, nasıl değiştireceğimizi düşünmeye başlayalım.

Taraf, 27 Aralık 2007

Ahmet ALTAN

28.12.2007


 

Sınır ötesi operasyon

Ordumuzun sınır ötesi operasyonunu mantıkî bir şekilde soğukkanlılıkla ele alıp sonuçlarını değerlendirmeyi düşünmek bile Türkiye koşullarında entelektüel intihar gibi bir şey. Çünkü bu konuda ne denilmesi gerektiği adeta kanunla belirlenmiş gibi. Aksini söyleyenlere ne gibi suçlamalar getirileceği de önceden belli.

Formüllere uyarak değerlendirmede bulunmak herkesin kolayına geliyor. Ancak çoğunluk böyle yapınca doğru sonuçlara varmak da bir türlü mümkün olmuyor. Daha da kötüsü; Türkiye, durmadan yanlışlar yaparak doğruya varmaya çalışıyor gibi bir kısır döngü içine düşebiliyor.

Bizim tespit ettiğimiz yanlışlar şöyledir:

1- PKK terörü Türkiye’ye dışsal bir mesele değildir. Bu, terörü besleyen içsel bir meseledir.

2- Bu iç mesele sadece ideolojik bir Türkiye düşmanlığına dayanmaz. Çok net olarak sosyal ve ekonomik koşulları vardır. Bunlar ortadan kaldırılmadan terörü yok etmek belki de imkansızdır.

3- İçsel meseleye karşı devletin yıllardır izlediği politika yanlıştır. Baskı ve güç kullanımı terörü yok etmeyeceği gibi daha da güçlendirmekle sonuçlanmıştır.

4- Ordumuzun son operasyonları muhakkak son derece detaylı bir stratejik planlamanın sonucudur. Ancak dağı taşı yerinden yok etsek, tüm dağlık alanı bombalarla ova haline getirsek bile terör bitmeyecektir.

Her güç kullanımında olduğu gibi terör yandaşlığının ve eylemlerinin içeride tırmanma sürecine girdiğini göreceğiz.

Nitekim iç ortamdan beslenen terör, bu sefer şekil değiştirip dağdan şehirlere inmiştir.

Son günlerde büyük şehirlerde yaşanmakta olan araba yakma olayları, biz ne kadar kendimize itiraf etmesek de PKK sempatizanlarının şehirde hayatın düzenini bozma amacına hizmet gibi gözükmektedir.

‘Ordumuz çok başarılıdır, çok güçlüdür, uçaklarımız her tarafı dümdüz etti’ falan filan... Bunlar doğru ve asla küçümsemiyoruz.

Ancak savaşa fazla destek verir gibi gözükmek de bir gazeteciye yakışmamaktadır.

Ne yazık ki Türk basını ‘milliyetçi tepki vereceğiz’ diye operasyon desteğini abartılı laflarla göstermeye başlamıştır.

Gazetecinin bu gibi durumlardaki görevi barışçı çözüm yollarını aramaya çalışmak değil midir?..

Devletler tabii ki yeri geldiğinde askeri güçlerini gösterir. Nitekim bugün dünyada Türkiye’nin son operasyonunda haksız olduğunu söyleyen de neredeyse kalmamıştır.

Tarihten ders almak gerekirse; Türkiye durumundaki bazı ülkeler teröre karşı güç kullanımına girerlerken bir yandan da terörü doğuran sosyal ve ekonomik sorunlara çözüm üretmişler. Başarı da ancak ikisinin birlikte paralel devreye sokulmasıyla olabilmiştir.

AKP bölgede sosyal ve ekonomik koşulların iyileştirilmesi zorunluluğunu kabul etmiş durumdadır. Sosyal demokratların da buna itirazı olabileceğini düşünmüyoruz.

Ancak AKP bölgede yerel seçimlere kilitlenmiş durumdadır. Amaç başta Diyarbakır olmak üzere belli başlı önemli belediye başkanlıklarını kazanmaktır.

Bu tabii ki çok önemli bir hedeftir ve ayrıca devlet politikasına da uygundur ama sosyal ve ekonomik koşulların iyileştirilmesi hedefi, yerel gücü onların elinden alma hedefi ön plana çıkınca unutulabilmektedir. Çünkü Kürtler ekonomik ve sosyal iyileştirme getirmeyi hedefleyen yatırımları siyasette verilen kavganın bir parçası olarak görmektedir. Bölgede devletin şefkatli yaklaşımı da mutlaka kurulmalı, kültürel özgürlüklerin önü hemen açılmalı, bunun yanında ekonomik ve sosyal koşulların iyileştirilmesi acilen başlatılmalıdır. Ancak bunlar yapıldığı takdirde askeri operasyonlar amacına ulaşabilir.

Askerî operasyonlar, terörü besleyen sosyal ve ekonomik koşullar yok edilmeden başarıyı getirmez, sadece terörün şeklinin değiştirilmesine yol açar.

Nitekim terörün şehre yayılması uğraşı da bunun bir göstergesidir. Üstelik devlete, şehirde yaygınlaşan terör olayı hiç de sürpriz değildir. Çünkü bunun istihbaratı yıllar öncesinden devletin elinde vardı.

Zamanın Dışişleri Bakanı Gül, davet ettiği gazetecilere bunu bizzat anlatmıştı.

O zaman milliyetçi övünmelere girmeden rasyonel çözümlemeler yapmak gerekiyor.

Evet; askerimiz çok başarılıdır ve ordumuzla gurur duyarız, ama onların gayretlerini tamamlayacak desteği de hep birlikte göstermeliyiz.

Kürt kökenli vatandaşlarımız fakirdir, çok büyük sosyal sorunlarla karşı karşıyadır. Üstelik üzerlerinde baskılar da var. Mutsuzlar. Devlet her vatandaşını mutlu kılacak adımları atmak zorundadır. Atmazsa sınır ötesi operasyon başarı getirmek yerine içerdeki bu durumda olan vatandaşlarımızı daha da tepkili yapabilir.

Biliyoruz bunlar genelde duyulmak istenen türde laflar değil. Bunları kendi kendine bile söylemekten çekinen insanların ülkesi burası.

Gazeteci, güç kullanımına alkış tutmaya ara vererek, düşünme yeteneğini biraz da ülkesini barışa ulaştırmak için de kullanmak zorunda.

Bu dediklerimize isteyen kızsın, ama tarihe bir not düşelim. Çünkü haklılığımız ileride nasıl olsa ortaya çıkacaktır.

Akşam, 27 Aralık 2007

Serdar TURGUT

28.12.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri