Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 27 Aralık 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

AKP’liler ve ulusalcılar nihayet birleştiler!

Bilmem dikkat ediyor musunuz? Kuzey Irak’a yapılan operasyonlar ile ilgili hemen her gazete neredeyse kelimesi kelimesine aynı cümlelerle bilgi veriyor, kanallar aynı kareleri kullanıyorlar.

Diyeceksiniz ki; medya operasyon alanına giremediğine göre resmi kanalların ürettiği bilgileri kullanmak durumunda. Resmi kanalların da her gazete için ayrı haber, her TV kanalı için ayrı kareler üretecek hali yok.

Tamam kabul edelim, haber kanallarında tıkanıklık var.

Peki, yorumlar neden hemen hemen aynı?

Neden kimse bu konuda Hükümet’in bir icraatını, veya TSK’nın bir çıkışını sorgulamıyor.

Bu sefer de diyeceksiniz ki:

Mesele milli mesele, milli meselede ayrı gayrı olmaz!

İşte ben burada tıkanıyorum. Milli meselede bazı sorular sorulmaz mı, bazı ayrıntılara dikkat çekilemez mi, bazı uyarılar yapılamaz mı?

Bunlar yapılırsa illa ki münafık mı olunur?

* * *

Operasyon kaça mal oluyor? Resmi bilanço ne? (Ben ortaya çıkan “300 PKK’lı öldürüldü” ifadesinin ne kadar resmi olduğunu çözemedim.) ABD doğru istihbarat mı veriyor? Yoksa boş köyleri mi işaret ediyor? Yerle bir edilen PKK kamplarında teker teker zayiat hangi seviyede? Vb. vb... (Dün genelkurmay bu konularda genel bir açıklama yaptı. Ölen PKK’lı sayısını 150-175 olarak açıkladı.Y.A.)

Bu sorular neden sorulmuyor?

Ne olur, kimse bana “Bu sorular TSK’yı rencide eder” demesin. Sorular TSK’nın teknik açıdan başarısını sorgulamıyor ki! Uçaklarımız ve toplarımız gösterilen hedefleri milim şaşmadan vuruyor. Bunu TV’lerde çıplak gözle dahi takip edebiliyoruz. Sivillerin vurulmadığı da kesin. Meskun köylere değil mermi, taş dahi atılmadığı muhakkak.

Tamam, bu operasyonlar siyasi açıdan (şimdilik) Türkiye ile ABD’yi yeniden yaklaştırdı, hükümet ile TSK’nın işbirliğini de pekiştirdi.

Hiçbir itiraz yok!

Ama askeri bir operasyonun illa ki askeri bir bilançosu (kâr-zarar hesabı) olmak zorundadır.

Akıl bunu söylüyor ve ister istemez yukarıda sorulan soruları da insan zihninden silemiyor.

* * *

Bir sürü unsuru birleştiren operasyonlar düşman kardeşleri de birleştirdi.

Hükümet yanlısı -İslamcı, eski liberal vb.- yazarlar ile hükümet karşıtı -ulusalcı, askerci, laikçi vb.- yazarlar nihayet operasyon hakkında soru sormama konusunda anlaştılar.

Birbirlerine sövmeye yine devam ediyorlar. Birbirlerini gammazlamaktan yine geri kalmıyorlar.

“Fikir sahibi olmadan küfür sahibi olmayı” yine bol bol tercih ediyorlar.

Ama operasyonla ilgili meselelerde tık yok! Asli görevi soru sormak, eleştiri üretmek olan normal yurdum aydını bu konuda arazi olmaya bayılıyor. Hiçbir detayı sorgulayamıyorlar, hiçbir konuda uyarıcı olmaya soyunamıyorlar.

Zira, biliyorlar ki tek bir soru bile ait oldukları kampta birilerini kızdırabilir. İtham altında kalabilirler. Bu da kendi konumlarını zora sokar.

* * *

Ben de Kuzey Irak’a yapılan operasyonların önemli getirileri olduğunu kabul ediyorum. Ama götürüleri de hesap etmeden, yarını sorgulamadan duramıyorum.

Ancak, şuna káni oldum ki:

Hükümetçiler ile laikçilerin suskunluk konusunda işbirliği muhakkak ki getiriler arasındadır!

Hürriyet, 26 Aralık 2007

Cüneyt ÜLSEVER

27.12.2007


 

Yargı sadece hukuktan yana taraf olur

Star gazetesinin 25 Aralık 2007 Salı günkü sayısının 14. sahifesi Türkiye’deki hukuk fakültelerinde mutlaka ders konusu yapılmalı; iki haberin damgasını vurduğu sahifeyi yapan arkadaşları tebrik ediyorum.

Birincisi, Yargıtay Başkanı Osman Arslan’ın emekli olurken yaptığı o ilginç konuşma.

İkincisi ise Türkiye’nin Yüksekova çetesi nedeniyle AİHM’de 83 bin avro ceza yemesi. Yargıtay Başkanı Sayın Osman Arslan emeklilik konuşmasından star’ın başlığa çektiği kısım ‘Yargı da taraf olur’ şeklinde.

Yargıtay eski Başkanı Sayın Arslan konuşmasında yargının da taraf olacağını ama Türkiye Cumhuriyeti’nden yana taraf olacağını, Cumhuriyet’in temel nitelikleri konusunda taraf olacağını, üniter devlet ve bölünmez bütünlükten yana taraf olacağını, ay yıldızlı bayraktan, Ankara’nın başkent olmasından yana taraf olacağını ifade ediyor. Yargının tarafsız olmasının anlamsız olduğu fikrini ben de paylaşıyorum ama yargının taraf olması gereken bir tek konu olabileceğini, bu konunun da evrensel hukuk olması gerektiğini düşünüyorum ama nedense dünkü konuşmasında Sayın Arslan, daha önce de başka yüksek yargı başkanları ve mensupları bu konuyu öne çıkarma konusunda çok çekingen davranıyorlar. Sayın Arslan, konuşmasında, doğrudur, Cumhuriyet’in temel niteliklerine yani demokrasi, hukuk devleti, laiklik ve sosyal devlete gönderme yapıyor ama yüksek yargının bu kavramlar arasından hukuk devletine, üstelik evrensel hukuka, yaptığı görev nedeniyle, öncelik tanıması şarttır; hukuk devleti olmayınca, ne demokrasinin, ne laikliğin ne de sosyalliğin bir anlamının kalmayacağı çok aşikardır.

Ama anlamadığım belki de çok iyi anladığım bir dizi nedenden yüksek yargı başkanları bir süredir hukukun mutlak üstünlüğü konusuna hep çekingen yaklaşıyorlar.

***

Star gazetesinin aynı sahifesinin üst başlığı ise ‘Yüksekova için AİHM 83 bin avro ceza kesti’ biçiminde; bu iki konunun yan yana ele alınmış olması gerçekten önemli bir gazetecilik başarısı.

CHP eski milletvekili Sayın Esat Canan’ın yeğeni Abdullah Canan’ın katli konusunda, bir PKK itirafçısının çok net açıklamalarına rağmen, Yargıtay’ın delil yetersizliğinden Yüksekova’da görevli ve maalesef adları yüksekova çetesi diye anılan üç subayı berat ettirmesi, AİHM’den 83 bin avro ceza yememize neden oluyor zira AİHM yaşama yönelik saldırıların cezasız kalamayacağını ifade ediyor.

AİHM’in cezalarının tüm vatandaşların vergilerinden ödendiğini de hatırlatalım.

***

Aklı başında herkes Cumhuriyet’in temel niteliklerinden yanadır ama birilerinin ve maalesef bir izlenime göre yüksek yargının da çok net algılayamadığı konu, devletin yüksek menfaatleri için evrensel hukuktan her sapmanın ilk vuracağı yerin devlet kavramının bizzat kendisi olduğudur zira devlet demek yurttaşa kamu hizmeti üreten bir hukuk örgütlenmesi demektir, başka tanımlar saçmalığın tam kendisidir.

Hukuk fakültelerinde önce bunu öğretsek galiba önemli bir mesafe alacağız.

Star, 26 Aralık 2007

Eser KARAKAŞ

27.12.2007


 

‘Mecidiyeköy bombacısı’ hakkında sorular

Önceki gün öğle saatlerinde geldi haber. Bir PKK militanının İstanbul Mecidiyeköy’de, Kandil’in bombalanmasına tepki olarak, meydanda bulunan metro istasyonu ve hemen karşısındaki Şişli Emniyet Müdürlüğü binasını patlayıcıyla havaya uçurmak planını gerçekleştiremeden kıskıvrak yakalandığını öğrendik.

İstanbul’un hemen herkesin yolunun geçtiği bu son derece işlek meydanında planlandığı söylenen bu büyük faciayı atlattığımız için ne kadar sevinsek azdır. Bombacının çantasından çıkan patlayıcıların çok yüksek tahrip gücü olduğu söyleniyor.

Saatler geçtikçe (önceki gündeyiz hâlâ) olaya ilişkin yeni bilgiler akmaya başladı. Bu bilgilerden çıkarttığımız ilk sonuç, PKK militanının çok uzun süredir polis takibi altında olduğuydu. Ne kadar “uzun zamandır” mı? Söylendiğine göre, Kandil’den ayrılıp Türkiye sınırını geçtiği andan itibaren. Bu bilgi içimizi ferahlatan cinsten bir bilgiydi doğrusu. Demek ki polis teşkilatı, PKK’nın sivillere yönelik şiddet eylemi (“terör”ün tarifi budur zaten) hazırlıklarını daha niyet halindeyken haber alabiliyordu. Nitekim, medyanın “bombacı” olarak adlandırdığı kişinin önce Gaziosmanpaşa’daki bir adresle bağlantıya geçtiği, sonrasında da Yeni Bosna’da bulunan bir binanın çatı katına yerleştiği biliniyormuş. Polisin “bombacı”yı sınırdan girer girmez yakalamamasının nedeni –haklı olarak- bağlantıların ortaya çıkarılmasıymış.

“Bombacı” elindeki bombaları bayramın üçüncü günü patlatmayı düşünüyormuş aslında. Ama olmamış. Gazeteler bu ertelemenin nedeni olarak birbiriyle ilgisiz bilgiler veriyor.

“Bombacı”nın Mecidiyeköy Meydanı’nda polis tarafından nasıl yakalandığına ilişkin bilgiler de muhtelif. Kimine göre (gazetelerden söz ediyoruz) “bombacı” meydanda bulunan Akbil gişesinin önüne gelince beş altı polisin üzerine atlamasıyla (mesela Hürriyet) kimine göre ise söz konusu gişenin önüne içinde bomba bulunan poşeti yerleştirip olay yerinden hızla uzaklaşırken (mesela Radikal) yakalanmış. Neyse, işin bu faslını da geçelim; “bombacı” sonuç olarak, öyle ya da böyle yakalanmış... Şimdi de gelelim gişenin önüne konulan bombaya:

Poşet içindeki bu bombayı akşam televizyon haberlerinde biz de gördük. Kırmızı bir poşet ve başında elindeki çakıyla bombayı etkisiz hale getirmeye çalışan bir polis memuru. (Taraf gazetesi bu son derece ilginç anı şu başlıkla vermiş: “Çakıyla bomba avladılar”.) Peki o zaman soralım: Çakıyla etkisiz hale getirilmek istenen bu poşeti oraya kim koydu? Bu soruyu sormaya mecburuz, çünkü anlatılanlara göre, polis “bombacı”yı (“üzerine atlayarak” ya da “kaçarken yakalayarak” farketmez) içinde bombaların bulunduğu sırt çantasıyla birlikte yakalamamış mıydı? İşin bu noktasına ilişkin olarak (eğer Radikal okuruysanız) şu itirazda bulunabilirsiniz: Hayır, bombacı bombasıyla birlikte yakalanmadı, bakın gazetemiz ne diyor: “bir şüpheli (...) Akbil gişesi önüne bir çanta bırakıp kaçmaya başladı...” Doğru, gazete öyle diyor ama olayın görgü tanıkları farklı konuşuyor. Gişede çalışan dolum memurunun açıklaması şöyle: “5-6 sivil polis yakaladı. Üzerine çullandılar. Hemen alıp götürdüler. Akbil alacaktı. Çanta şahsın üzerindeydi. Polisler şahsı alınca çantayı sonradan gişenin yanına bıraktılar.” (Burada bir ara yorum: Görüyorsunuz, artık halkımız da “şahsı alınca” filan diye konuşmaya başladı; ne acı...)

Görgü tanığına çerçeve açan bütün gazetelerde tanığın bu açıklaması yer aldığına göre, olayın böyle cereyan ettiğini söyleyebiliriz. Peki o zaman soralım: Bombacıyı “alan” polis, bombayı niçin almadı? Tahrip gücü son derece yüksek olduğu söylenen bir bomba su şişesi gibi gişenin yanına bırakılır mı?

Çünkü herkesin TV’da gördüğü gibi, bomba imha uzmanı elinde çakısıyla içinde bomba bulunan poşetin orasını burasını kesmeye çalışırken, pek çok yaya Mecidiyeköy’ün kâbustan beter trafiği içinde yollarını bulmaya çalışıyordu. Bol miktarda polis memurunun poşetin hemen yakınında bulunduğunu hatırlatmayı da unutmayalım.

Yani özetle, “terörle mücadele” pratikleri içinde bugüne kadar görülmemiş bir şey... Bombacı “alınmış” ama uzaktan kumandalı olduğu söylenen bomba ortada...

Son olarak olayın en anlaşılmaz-izah edilemez yönüne işaret edelim:

Verilen bilgilere göre, sabah saatlerinde Yeni Bosna’da ikamet ettiği evinden ayrılan bombacı Kuştepe semtinde bir yere uğradıktan sonra geliyor Mecidiyeköy Meydanı’na. Unutmayın polis peşinde, bir an için bile gözden kaybetmiyor. Sırtındaki çantaya yerleştirdiği bombalarıyla birlikte tabii ki.. Polis halen takipte; bakalım bombacı ne yapacak? Bombacının kötü emelini gerçekleştirmek için Mecidiyeköy Meydanı’ndan daha uygun bir yer bulamayacağı kesin. Ama polis hâlâ takipte... Düşünebiliyor musunuz; meydan, her zaman olduğu gibi o saatlerde de ağzına kadar dolu. Maazallah yani. Ama olsun polis hâlâ takipte... Adam elindeki çantaya yerleştirdiği uzaktan-yakından kumandalı bombalarla meydana ulaşmış, ama polis hâlâ takipte... Operasyon bombacının Akbil gişesine yönelmesiyle başlıyor ancak. Niçin? Çünkü anlaşıldı ki bombacının niyeti kötü, metroyu hedef alacak...

Beni biraz olsun tanıyanlar bilirler: “Bomba-bombacı” ve benzeri konulara aklım ermez. Dolayısıyla bugün size bu taze olaya ilişkin aktarmaya çalıştığım gözlemimi-sorularımı tamamen, ekranda ve sayfalarda önümüze getirilen “Polisin büyük takibi ve operasyonu”na ilişkin haberlerin arz ettiği tuhaf ve son derece endişe verici manzaradan hareketle oluşturdum. Açıkça söylemek gerekirse ben bu “takip” ve “operasyon”un nasıl bir şey olduğunu anlamadım. Şaka değil, sahiden anlamadım...

Yeni Şafak, 26 Aralık 2007

Kürşat BUMİN

27.12.2007


 

Bravo

Tank üretimine başlıyoruz... 2010 yılına kadar bir tane “prototip” çıkacakmış, 2013 yılında da seri üretim başlayacakmış, ilk adımda 350 tank...

Kızılordu’nun ya da Wehrmacht’ın bir tek Kursk muharebesinde, ya da Rommel ile Montgomery’nin bir tek El Alamein’de yitirdikleri tank sayısına ne zaman ulaşırız acaba?

Birinde altı bin, ötekinde bin beş yüz tank sürülmüştü ortaya.

Öte yandan, ilk savaş gemimizi de bitirmek üzereyiz.

Dokuz ay sonra denize inecek.

Böylece, tankın icadından tam doksan yıl, ahşap olmayan savaş gemilerinin ortaya çıkmasından da yüz elli yıl kadar sonra bu işleri başardık.

Matbaa konusunda epey beklemiştik, iki yüz elli yıl kadar, bu sefer elimizi çabuk tuttuk.

Böylece, “İmalat-ı Harbiye fabrikasında kasatura yaptık da kurtuluş savaşını öyle kazandık” şeklinde övünmüş olan Attila İlhan’ın ruhu da şadolacaktır.

Rahmetli her ne hikmetse Rusya’dan gelen altınlarla Fransa’dan top satın aldığımızı okurlarına duyurmak istememişti...

Çanakkale muharebelerini kurtuluş savaşımızın bir parçası sananlar da mutlu olacaklardır, bu savaşı “yedi düvele” karşı verdiğimizi sananlar da.

Ben de mutlu oldum. Çok şükür dedim.

Fakat benim “vasatistlerden” bir ricam da olacak:

Ziraat Bankası’nı “cumhuriyet ürünü” gibi göstermekten vazgeçsinler, çünkü 1888 yılında kurulmuştur. Sonra, kurtuluş savaşında, Ankara şubesi merkeze dönüştürüldü...

Herhalde Mekteb-i Harbiye’nin de eskiden İstanbul’da, adı üstünde Harbiye semtinde olduğunu biliyorlardır, bir süredir önünden geçmeseler de.

GATA’nın adı niçin Gülhane’dir, hiç merak ettiler mi?

Karı kız peşinde gezmekten zaman ayırırlarsa, otursunlar ve “İstanbul’da bulunan Osmanlı kurumlarının cumhuriyetle birlikte Ankara’ya nakil” öykülerini araştırsınlar.

Çünkü bozkırın ortasında kendiliğinden bakanlıklar ve bunların personelinin “oluşuverdiğini” sanırlar.

Madem bankacılığa, özellikle merkez bankacılığına ilgi duyuyorlar ve de Merkez Bankası’nın İstanbul’a taşınması tasarısına da tavır koyuyorlar, ben onların yerinde olsam “cumhuriyetin kendi parasını basmak için niçin dört yıl beklediğini” sorardım.

Ve de, 1927 yılında basılan ilk cumhuriyet paralarının, 1928 yılında yapılan alfabe devriminden sonra niçin değiştirilmediklerini, “yeni harflerle” banknot basımının niçin taa 1937 yılına, hani neredeyse Atatürk’ün son günlerine kadar bekletildiğini sorgulardım...

Yani, niçin harf devriminden sonra daha dokuz yıl Türk milletinin cebinde “eski yazılı paralarla” dolaştığını merak ederdim!

Ayrıca suç değil miydi bu yahu, eski yazı kullanmak?

Acaba İsmet Paşa’nın “masraf etmeme” saplantısının payı var mıdır bu gecikmede?

Yoksa halkın cebinde pek fazla parası yoktu da bu eski yazı meselesi önemli bir sorun çıkarmıyor muydu?

Niçin bu ülkenin paraları önce Osmanlı Bankası tarafından İngiltere’de, savaş yıllarında Berlin’de (Reichsdruckerei), savaş sonrasında Amerika’da bastırılmıştır?

Niçin bir Merkez Bankası kurmak için 1931 yılına kadar, kendi paramızı kendimiz basabilmek için 1958 yılına kadar beklenmiştir?

Bunları biz yazarsak kötü kişi oluruz.

Baksanıza, niçin devrimler gecikerek, ağır aksak yapıldı, on yıla yayıldı diyoruz, hakarete uğruyoruz.

Madem 1928 yılında yazıyı değiştireceksin, ya birinci emisyon paraları bir sene daha beklet, devrimden sonra çıkar, ya da yazı değişikliğini 1926 veya 1927’de yap, paraları ona göre bastır. Bu ne “koordinasyonsuzluktur” canım?

Ben şimdi kimin ve neyin düşmanı oldum ey şaşkınlar?

Akşam, 26 Aralık 2007

Engin ARDIÇ

27.12.2007


 

Ben korkarım...

Dün sabahın erken saatlerinde televizyonlarda öne çıkan haberlere bakıyordum:

-Hükümet sözcüsü Cemil Çiçek’in Barzani’ye ‘PKK’yı himaye etmemelerine’ yönelik uyarısı...

Yakalanmasa büyük bir felakete yol açabilecek olan Mecidiyeköy’deki üç kiloluk A-4 tipi patlayıcı...

-Önceki gece Beykoz ve Şişli’de yakılan biri iş makinesi beş araç... 7 Aralık’tan beri yakılan araç sayısının 43’e ulaşması...

-CHP Genel başkanının suçlamaları...

-Beş yıldır zam görmeyen elektriğe zam girişimi... Evlerde kullanılan elektriğe yüzde 15, sanayidekine yüzde 10 fiyat artışı..

Gazetelerde de ana menü ‘Kürt Sorunu’ idi...

***

Kendi kendime ‘olup biteni’ nasıl okumalı diye bir kez daha düşündüm.

AK Parti seçimlerden büyük bir zaferle çıktı.

Referandumda da zaferini perçinledi.

Bu, kendisine bağlanan ‘yığınsal umut’ anlamına geliyor.

Neyin umudu?

Çok daha nitelikli bir yaşam kalitesinin...

Zenginliğin, özgürlüğün...

Barışın, huzurun umudu...

***

Kısacası AK Parti’den beklenen ‘Yeni bir Türkiye’.

Nasıl?

AB standartlarında bir anayasa...

Hızlı dünyalaşabilmek için AB reformları...

Ekonomik akla ihanet etmeyen ve en üst düzeyde katma değer yaratacak bir iktisadi yaklaşım.

Ne var ki AK Parti hükümeti ezici ve yığınsal desteğe rağmen nedense topa hızlı girmedi.

O inisiyatif almayınca, boşluğu başkası doldurdu.

Terör başkaldırdı.

***

Hükümet inisiyatif almadığı için içine sürüklendiği kaotik ortamdan büyük bir güçle çıktı...

İşe sühunetle yaklaştı ve tuzağa düşmedi.

İçerde, ‘kendileri savaşmak istemediği halde’ hükümeti savaşmamakla suçlayanlara...

Dışarıda da işi çok ağırdan alan ABD’ye karşı tavizsiz bir tavır içinde olacağının mesajını verdi.

Washington Zirvesi ile yeni bir dönem açıldı.

***

Bu yeni dönem nedir

‘PKK’yı bitirmek ve Kürt Sorununu çözmek...’

Ne gerekir?

Hızlıca radikal adımlar atmak.

Dışişleri bakanı Ali Babacan, Troyka Toplantısı için Brüksel’e giderken bizlere, bütçe sonrasında ‘Türkiye’de bunlarda mı oluyormuş’ dedirtecek türden köklü reformlar gerçekleşeceği açıklaması yapmıştı.

Bütçe bitti ve ‘Kürt Sorunu’ için bir takım taslaklar tartışılıyor.

Ama anayasadan...

AB reformlardan...

Türkiye’yi yöneten ve Türkiye’de yönetilen herkes için büyük bir ayıp sayılacak 301’den pek haber yok.

Üstelik Kürt Sorunu’nu özgür ve sivil bir anayasa bağlamında, ‘birey-devlet ilişkilerini’ demokratikleştirerek çözmek daha da sağlam olmaz mı?

Neyse, belki ben aceleciyim.

***

Ama...

Ben korkarım.

Neden mi?

Değişimin...

Dönüşümün...

Yeniliğin...

Reformun yapılmasının fazla uzamasından...

Çünkü...

Türkiye’de statüko hin oğlu hindir.

Türkiye’de statüko bin yıllık deneyimli bir lanettir.

Savsaklanan zaman ona çalışır.

***

Mecidiyeköy’de üç kiloluk A-4...

7 Aralık’tan beri her gece yakılan toplam kırk üç araba.

Bana tecrübem şunu söylemekte:

Hızlanmak gerek.

Anayasa için...

AB reformları için...

Kürt paketi için...

Kıpırdan, hızlan...

Hatta koş.

Koş ki statüko yetişemesin...

Star, 26 Aralık 2007

Mehmet ALTAN

27.12.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri