12 Mart darbesinden bir ay kadar sonraydı sanırım. Lise öğrencisiydim.
Bir gün... Dersleri bitirip okuldan yakayı bağrı açarak sokaklara koştuğumuz bir vakit...
Mahalle bakkalının önünde park etmiş askeri Jeep’in yanından geçerken içinden şöyle bir ses geldi: “Oğlum o kolyeni ve künyeni çıkart bakayım! Saçlarını da git hemen kestir. Hiç Türk çocuğuna yakışıyor mu bunlar? Yarın da buradayım, kontrol edeceğim.”
O günlerde elbette bütün siyasal gelişmelerden haberdardık. Her gün gazeteleri heyecanla okuyor, radyoyu tedirginlikle dinliyorduk.
Üstüne üstlük annem daha darbenin ilk saatlerinde birçok kitabımı sobaya atıp yakarak ilk şoku yaşatmıştı bana!
Ama bu “Jeep”ten gelen sıradan ve gayet kişisel “militer tehdit”in arkasındaki sosyolojik gerçeğin yarattığı etki daha sarsıcı olmuştu üzerimde.
Çünkü İstanbul’un dünyadan ve Türkiye’den haberdarmış gibi yapan ama aslında “hiç bunları dert etmeye değer bulmayan” bir semtinde, Moda’da oturmak böyle bir şeydi o zamanlar.
Ülke hakkındaki entelektüel-siyasal tezlerimizin haddi hesabı yoktu, ama tutuculuğun Tercüman gazetesinin militan yazarlarına, evlere temizliğe gelen kadınlara ve çok uzaklardaki kasabalara has bir şey olduğunu sanmaktan kendimizi alamıyorduk.
Türk toplumunun köklerinden tutucu olduğu kafamıza çakılıncaya kadar çok yıllar geçti.
***
Bakıyorum da...
Bugünün CHP’lileri, bir kısım okumuş yazmışları ve medya düşünürleri hâlâ benim çocukluğumun Moda’sında takılıp kalmış gibi...
Kafalarında uydurdukları “ilerici-çağdaş-laik-yenilikçi” Türkiye tablosunu ülkenin tamamının gerçeği olarak kabul edip şimdiki gelişmeleri dehşetle değerlendiriyorlar: “Eyvah, muhafazakârlaşıyoruz!”
Dürüstçe “AKP’ye karşıyım, türbandan iğreniyorum” deseler! “Ülke gitgide partizan bir kamu düzenlemesine sahne oluyor” deseler!
Tamam!
Ama yalan bir geçmiş tablosu üzerine güncel dehşet senaryoları yazmak ayıp!
Bu yapılan sosyoloji değil çünkü, düpedüz siyaset!
Türkiye hep muhafazakârdı!
Türk halkı hep inançlarına ve geleneksel değerlerine tutucu biçimde bağlıydı.
(Bana sorarsanız, asıl tartışılacak şey, muhafazakârların muhafaza edilmeye değer hiçbir şeyi doğru düzgün muhafaza etmemiş olmalarıdır. Ata yadigârı sebil çeşmeleri çöplüğe çevirmemiz gibi, değerlerimizi de kırık dökük kıldık!..)
***
Bir kere söz konusu araştırmaların medyada kullanılma biçimi çok sakat ve fazla maksatlı!
Önceki on yıllar boyunca yapılmamış, hiç üzerinde odaklanılmamış alanlarda araştırmalar yapılıyor.
Sonra da çıkıp “ülke giderek şöyle şöyle oluyor” deniyor. O “giderek”i nereden çıkartıyorsun canım kardeşim! Daha önce de araştırması vardı da, onu mu kıyaslıyorsun?
Ama “giderek mufazakârlaşıyoruz” tezlerini ileri sürenler samimiyse hiç değilse siyasete bakabilirler!
Mesela (...)ne zaman iktidardan düşse sandıktan yeniden çıkabilmiş Süleyman Demirel’e bakmalarını tavsiye ederim!
Neydi Demirel, nasıl bir siyasetçiydi?
(...)Muhafazakâr sağın simge lideriydi.
Peki bugünkü Türkiye’de bir fark var mı?
Var.
Türkiye’nin daha önce kendi kuytusunda varlığını sürdüren; Adalara Modalara çıkmayı aklından bile geçirmeyen kesimleri kabuğunu kırıyor!
Yarı tutucu, yarı uçucu yeni bir dünya doğuyor.(...)
Vatan, 13 Aralık 2007
|