Bir süre önce Salzburg’da “Ortadoğu’nun demokratikleşmesinde medyanın rolü” konulu bir panele katıldım. Diğer konuşmacı Lübnan’ın en tanınmış televizyoncularındandı. Biz iki kadın bölgedeki demokrasi arayışına bakışımızı anlattıktan sonra, sorular bölümüne geçince bir eleştiri aldık.
“Hiç kadınların rolünden bahsetmediniz” dedi Katarlı bir erkek medya yöneticisi ve sordu: “Çalıştığınız kurumlarda başını örten bir kadın gazeteciyi işe alır mısınız? Fotoğrafını basarak yazı yazdırır mısınız ona? Ekrana çıkartır mısınız?”
‘Tabii,” dedim ben, “iyi bir gazeteciyse, neden olmasın?”
Lübnanlı meslektaşım ise “Asla” diyordu, “başını örten bir kadını ekrana çıkartmam; bu bizim modern imajımıza uymaz.”
Bu sözler salondaki Arap, Avrupalı ve Amerikalı gazetecilerin tepkisini çekti. Söz alanların hemen hepsi benim gibi düşünüyor, bir kadının dinsel inancı ve bu inancı yaşama biçimine ilişkin kişisel tercihi sonucu başını örtmesinde de, başını örten bir kadın olarak çalışma hayatına katılmasında da, gazetecilik mesleğini seçip yazı yazmayı, ekrana çıkmayı istemesinde de esasen onu bireyleştiren, ba-ğımsızlaştıran “modern” bir tavır görüyorlardı.
Kaldı ki, bir insanın dinsel inancı ve o inancı yaşama biçimine ilişkin kişisel tercihi nedeniyle ötekileştirilmesinde, dışlanmasında “modern” bir taraf yoktu.
Bu yaklaşıma inatla karşı çıktı Lübnanlı meslektaşım ve tartışmanın bir yerinde, “Kadını özgürleşmeye zorlamayan bir sekülarizm ve modernlik ne işe yarar” diye sormaktan geri durmadı.
***
Ne zaman medyadaki “türban” tartışmasının kıyısında bulsam kendimi, bu sorudaki ironi halkalarını düşünüyorum.
Bir kadının özgürleşmesinin ne anlama geldiğine şekilci bir bakışla karar vereceksin... Bu kararı başkalarının da paylaşmasını ve gereğini yapmasını dayatmacı bir tavırla isteyeceksin... Bu dayatmaya direnen kadınlara ayrımcılık yapılmasını da yine kendi tekelinde gördüğün “modern” ve “laik” kimlik adına savunacaksın...
İronik değil mi? Ya bu tutumdan muztarip medya mensuplarının sayısının bizdeki çokluğu ayrı bir ironi oluşturmuyor mu?
Son olarak, başörtülü olduğu için devletçe aşağılanan Kozanlı Tevhide Kütük’ün karşısına dikilip “Dur, neyi neden yaptığını ve seni asıl neyin baskıladığını sana bir güzel anlatayım” diyen yazarlar mı “laik” ve “modern”?
Hangi anketin sonucuna bakarsak bakalım Türkiye toplumunun büyük çoğunluğunun başörtüsü yasağına karşı olduğunu görürken, bu yasağın devlet gibi medya erkânının önemli bir kesimince de savunuluyor olması ironiyi katmerlendirmiyor mu?
Acaba gazetecilik gibi özünde toplumsal sorumluluğa ve demokratik ahlaka dayanan bir mesleği seçen ve diyelim ki bu mesleği A gazetesinde ya da B televizyonunda icra etmek isteyen başörtülü bir kadının tavrı mı “modern” ve “laik”? Yoksa o kadını, salt başörtülü olduğu için işe almayacağını ilan eden A ve B kurumlarının yayın yönetmenlerininki mi?
***
Tartışmanın anahtar sözcüklerine çifte anlam yüklenebilmesinin de bu ironiye katkısı var tabii.
Mesela bizdeki resmi laiklik anlayışının sekülarizme değil, bir tür resmi din içi duruşa tekabül ettiğini hatırlayınca laiklik adına sekterik yapanları anlamak kolaylaşıyor. Ya da modernist doktrinin günümüzün demokratik kimlik ve ahlak anlayışı karşısında çoktan yenilgiye uğradığını, bu anlamda modernizmin artık “modern” olmadığını bilince...
Kaldı ki, pozitivizmin kurucularına boşuna “modernitenin peygamberleri” denmez. Henri de Saint-Simon da, onu izleyen yıllarda Auguste Comte da yeni bir din kurmuşlardır aslında. Bilimin otoritesi olma iddiasıyla bir yandan dini, ahlakı, metafiziği tukaka ederken bir yandan da insanı tanrılaştıran bir kült, sekter bir kilise gibi örgütlenmişlerdir.
Bunun için de, bir Genelkurmay yetkilisi “Atatürkçü Düşünce Sistemi nedir” soruma “özünde pozitivizmdir” yanıtı verdiğinde hiç şaşırmamıştım. Cumhurbaşkanı Gül’ün eşi Hayrünnisa Gül’ün Çankaya’ya çıkmasını laiklik mabedinin ihlali gibi gören gazetecilerin, başörtülü bir ‘First Lady’ ile tokalaşmamak için protokol sırasından çıkan generallerin haline de şaşırmıyorum. “Modern” olmayan, ayrımcı, dayatmacı, tekelci bir tür dinin müridleri onlar.
Geçen gün Yeditepe Üniversitesi’nde gazetecilik eğitimi gören bir grup üçüncü sınıf öğrencisi Taraf’ı ziyaret etti. Yazıişleri toplantımıza katıldılar, servislerin çalışmasını izlediler, baştan sona çok iyi okuyup inceledikleri anlaşılan gazetemiz hakkında ayrıntılı sorular sordular bize.
Aralarında tek bir kız öğrenci vardı; Nihan. Başörtülüydü ya da günün tercih edilen terimiyle “türbanlı.”
“Benim gibi birini Taraf'ta işe alır mısınız” diye sordu bana, “başörtüm sizin için sorun oluşturur mu?” Ben tahmin ettiğiniz yanıtı verince de, ‘Tamam, staja geliyorum o zaman” dedi güzel gözleri pırıl pırıl.
Dün Nihan’ın Yeditepe’de hocası olan Derya Sazak’la konuşuyordum. Sazak, ilk kez bizim gazeteyi ziyareti sırasında çekilmiş fotoğraflarında görmüş Nihan’ın “türbanlı” olduğunu. Zira Nihan da nice kız öğrenci gibi üniversiteye mecburen başı açık gidiyor.
Onu “Öyle akıllı, açık fikirli, rahat tavırlı, girişken bir öğrencidir ki” diye anlattı Sazak.
Nihan’ın bu özelliklerini başındaki örtü nedeniyle görmeyen, görmek istemeyen zihniyetin darlığını düşündüm.
Taraf, 7 Aralık 2007
|