Rejim tartışmalarına pek meraklı olan Türkiye’miz hayalî şeriat tartışmalarını bir yana bırakıp bir parça da gözünün önünde sürmekte olan şu çeteler rejimini konuşsa iyi olacak.
Her şey şöyle böyle, az buçuk da olsa değişiyor Türkiye’de. Toplum değişiyor, siyasi güçler dengesi değişiyor, ekonomik durum değişiyor, hatta ordu değişiyor...
Ama çeteler hiç değişmiyor. Onlar, onları ilk keşfettiğimiz zamandan bu yana, aynı yöntemlerle, aynı şekilde cinayetler işliyor ve işletiyor; toplumu en hassas noktalarından vurarak provoke etme faaliyetlerini aynen sürdürüyorlar.
Hani neredeyse, şu anda yürürlükte olan rejimin en istikrarlı unsurunu oluşturuyorlar. Ve biraz daha ilgisiz kalırsak, rejimimizin temel karakteristiğini de oluşturacaklar: “Türkiye’de hakim olan rejim nedir?” dediklerinde, ne laiklik, ne şeriat; ne demokrasi ne otokrasi, “Çeteler Rejimi” demek zorunda kalacağız.
Malatya’daki misyoner Cinayeti Davası’nda ortaya çıkan duruma bir bakın! Ama lütfen dikkatle ve yakından bakın! Çünkü sizler dikkatle bakmazsanız, baktığınızda gördüklerinize isyan etmezseniz, ne savcıların, ne ilgili bakanların ne de hükümetin bir şey yapacağı yok.
Davanın iddianamesi zaten bir garipti. Savcı sanıkları bir yana bırakmış mağdurların faaliyetlerinin peşine düşmüştü.
Şimdi dava başladıktan sonra ortaya dökülen bilgi ve belgeler daha da tüyler ürpertici. Dava sanıklarından biri cinayetten bir yıl kadar önce bir bıçaklama davasından yakalanıyor ama serbest bırakılıyor. Sanıkların cinayet öncesinde tam 106 adet cep telefonu kullandıkları anlaşılıyor. Bu telefon görüşmelerinden bazılarının kimi savcılarla ve Özel harekâtta görevli bazı kişilerle yapıldığı tespit ediliyor. Bununla da bitmiyor: Davanın baş sanığının hastanedeki odasına yerleştirilen kamera kayıtlarının en kritik günlere ait bölümü siliniyor. Her ne kadar Malatya Emniyet Müdürü bu silinme işlemini yalanlıyorsa da, resmi yazışmalar kayıtların silindiğini inkâr edilmesi imkansız bir şekilde ortaya koyuyor. Yani?
Malatya Emniyetinde birileri yalan söylüyor. Birileri baş sanık komadan çıktıktan sonra, odasına kimlerin girdiğini ve neler konuştuğunu gizlemeye çalışıyor.
Böylece misyoner Katliamı’nın, hani o gazetelere “Misyonerlik faaliyetini hazmedemeyen bazı kişilerin ağır tahrik sonucu işledikleri spontan bir cinayet” olarak lanse edilen cinayetin altından, Emniyet’ten, Yargı’dan, Özel Harekât’tan kişilerin de işin içinde olduğu girift bir çete çıkıyor.
Bütün bunlar Hrant Cinayeti soruşturmasında da böyle olmuştu. O dava da derinleştikçe aynı kirli ilişkiler ortaya saçılmıştı. Emniyet Teşkilatı’nı ve Jandarma’yı yine sanıklarla iç içe görmüş; devlet içindeki çetelerin canilerle her adımda nasıl kucak kucağa olduğunu; nasıl yönlendiricilik yaptığını, Hrant’ın nasıl hain bir planla, bile isteye ölüme gönderildiğini görerek ürpermiştik. İşte şimdi aynı tablo bir kez daha, Süryani rahip Daniel Savcı’nın kaçırılması olayında da yavaş yavaş ortaya çıkıyor. Kaçıranların eski itirafçı oldukları, bölgede tetikçi olarak bilindikleri ortaya çıkıyor ve basit bir fidye olayı olarak lanse edilmeye çalışılan olayın ardından yine JİTEM’in silueti belirmeye başlıyor.
Ve bu tablo, her karanlık cinayette aynı şekilde tekrarlanıyor. Peki hâlâ köklü bir şeyler yapamayacak mıyız rejimimizi çeteleşmekten kurtarmak için?
Demokrasimiz “Özel Harekât”, “Jİ- TEM” gibi hayalet örgütlerin sabotajlarına daha ne kadar dayanacak? Hükümet, Emniyet Teşkilatı’nı ele geçirip emniyetimizi yok eden; Yargı’ya dal budak salıp onu yargı görevini yapamaz hale getiren bu çeteleri daha ne kadar seyredecek? Bir bildiği mi var? Bir şeyden mi korkuyor? Baş edemeyeceğini mi düşünüyor? Korktuğu şeyle baş edebilmek için bizden güç almayı denesin, bunun için de bildiklerini bizimle paylaşsın. Şeffaflık, açık toplum gibi laflar süs değildir. Tam da böyle zamanlarda lâzımdır.
Bugün, 7 Aralık 2007
|