|
|
|
“Çeteler rejimi” |
Rejim tartışmalarına pek meraklı olan Türkiye’miz hayalî şeriat tartışmalarını bir yana bırakıp bir parça da gözünün önünde sürmekte olan şu çeteler rejimini konuşsa iyi olacak.
Her şey şöyle böyle, az buçuk da olsa değişiyor Türkiye’de. Toplum değişiyor, siyasi güçler dengesi değişiyor, ekonomik durum değişiyor, hatta ordu değişiyor...
Ama çeteler hiç değişmiyor. Onlar, onları ilk keşfettiğimiz zamandan bu yana, aynı yöntemlerle, aynı şekilde cinayetler işliyor ve işletiyor; toplumu en hassas noktalarından vurarak provoke etme faaliyetlerini aynen sürdürüyorlar.
Hani neredeyse, şu anda yürürlükte olan rejimin en istikrarlı unsurunu oluşturuyorlar. Ve biraz daha ilgisiz kalırsak, rejimimizin temel karakteristiğini de oluşturacaklar: “Türkiye’de hakim olan rejim nedir?” dediklerinde, ne laiklik, ne şeriat; ne demokrasi ne otokrasi, “Çeteler Rejimi” demek zorunda kalacağız.
Malatya’daki misyoner Cinayeti Davası’nda ortaya çıkan duruma bir bakın! Ama lütfen dikkatle ve yakından bakın! Çünkü sizler dikkatle bakmazsanız, baktığınızda gördüklerinize isyan etmezseniz, ne savcıların, ne ilgili bakanların ne de hükümetin bir şey yapacağı yok.
Davanın iddianamesi zaten bir garipti. Savcı sanıkları bir yana bırakmış mağdurların faaliyetlerinin peşine düşmüştü.
Şimdi dava başladıktan sonra ortaya dökülen bilgi ve belgeler daha da tüyler ürpertici. Dava sanıklarından biri cinayetten bir yıl kadar önce bir bıçaklama davasından yakalanıyor ama serbest bırakılıyor. Sanıkların cinayet öncesinde tam 106 adet cep telefonu kullandıkları anlaşılıyor. Bu telefon görüşmelerinden bazılarının kimi savcılarla ve Özel harekâtta görevli bazı kişilerle yapıldığı tespit ediliyor. Bununla da bitmiyor: Davanın baş sanığının hastanedeki odasına yerleştirilen kamera kayıtlarının en kritik günlere ait bölümü siliniyor. Her ne kadar Malatya Emniyet Müdürü bu silinme işlemini yalanlıyorsa da, resmi yazışmalar kayıtların silindiğini inkâr edilmesi imkansız bir şekilde ortaya koyuyor. Yani?
Malatya Emniyetinde birileri yalan söylüyor. Birileri baş sanık komadan çıktıktan sonra, odasına kimlerin girdiğini ve neler konuştuğunu gizlemeye çalışıyor.
Böylece misyoner Katliamı’nın, hani o gazetelere “Misyonerlik faaliyetini hazmedemeyen bazı kişilerin ağır tahrik sonucu işledikleri spontan bir cinayet” olarak lanse edilen cinayetin altından, Emniyet’ten, Yargı’dan, Özel Harekât’tan kişilerin de işin içinde olduğu girift bir çete çıkıyor.
Bütün bunlar Hrant Cinayeti soruşturmasında da böyle olmuştu. O dava da derinleştikçe aynı kirli ilişkiler ortaya saçılmıştı. Emniyet Teşkilatı’nı ve Jandarma’yı yine sanıklarla iç içe görmüş; devlet içindeki çetelerin canilerle her adımda nasıl kucak kucağa olduğunu; nasıl yönlendiricilik yaptığını, Hrant’ın nasıl hain bir planla, bile isteye ölüme gönderildiğini görerek ürpermiştik. İşte şimdi aynı tablo bir kez daha, Süryani rahip Daniel Savcı’nın kaçırılması olayında da yavaş yavaş ortaya çıkıyor. Kaçıranların eski itirafçı oldukları, bölgede tetikçi olarak bilindikleri ortaya çıkıyor ve basit bir fidye olayı olarak lanse edilmeye çalışılan olayın ardından yine JİTEM’in silueti belirmeye başlıyor.
Ve bu tablo, her karanlık cinayette aynı şekilde tekrarlanıyor. Peki hâlâ köklü bir şeyler yapamayacak mıyız rejimimizi çeteleşmekten kurtarmak için?
Demokrasimiz “Özel Harekât”, “Jİ- TEM” gibi hayalet örgütlerin sabotajlarına daha ne kadar dayanacak? Hükümet, Emniyet Teşkilatı’nı ele geçirip emniyetimizi yok eden; Yargı’ya dal budak salıp onu yargı görevini yapamaz hale getiren bu çeteleri daha ne kadar seyredecek? Bir bildiği mi var? Bir şeyden mi korkuyor? Baş edemeyeceğini mi düşünüyor? Korktuğu şeyle baş edebilmek için bizden güç almayı denesin, bunun için de bildiklerini bizimle paylaşsın. Şeffaflık, açık toplum gibi laflar süs değildir. Tam da böyle zamanlarda lâzımdır.
Bugün, 7 Aralık 2007
|
Gülay GÖKTÜRK
08.12.2007
|
|
|
28 Şubat sona erdi, 12 Eylül’e devam |
YÖK Başkanı Erdoğan Teziç’in görev süresi bugün doluyor. Yeni başkanı atayacak olan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, ‘Özgürlükçü bir YÖK başkanı herkesi memnun edecektir.’ dedi.
Üniversiteleri kışlaya çeviren, akademik performans yerine ideolojik sadakati esas alan, kendi iktidarlarını koruma mücadelesini ‘rejimin bekçiliği’ olarak sunan ‘politize’ bir zihniyetin üniversiteleri temsil noktasında olmaması kuşkusuz önemli bir gelişme olacaktır.
Ancak sorunun kökenine inmekte yarar vardır. YÖK Başkanlığı’na Teziç’ten sonra ‘özgürlükçü’ bir öğretim üyesinin atanması, üniversitelerde 28 Şubat sürecinin sona ermesi anlamına geliyor olabilir; ama 12 Eylül rejimi üniversitelerde aynen devam edecek. 12 Eylül askerî rejiminin Türkiye’ye hediyesi olan Yükseköğretim Kanunu çerçevesinde hareket etmek zorunda olan bir YÖK başkanı ne kadar ‘özgürlükçü’ olabilir ki?
Öyle bir yasadan söz ediyoruz ki yükseköğretimin amacını, ‘devlet’e sadakatle hizmet edecek belli ‘bir tip’ insan yetiştirmek olarak açıkça zikrediyor. Üniversite, öğrencilerin ‘tek tip’leştirildiği bir ‘aygıt’ sanki, öğretim üyeleri de bu amaca hizmet eden ‘devletin ideolojik komiserleri’... Özünde böyle bir felsefe olan bir yasa ve kurum ne bugünkü Türkiye’yi temsil ediyor, ne de böyle bir yükseköğretim anlayışı ve yapısıyla üniversiteler yönetilebilir. ‘Üniversite’ diyebileceğimiz bir kurum girişimci, bilimsel ve teknolojik gelişmelerin farkında ve buna katkıda bulunan, çağdaş dünya hakkında sağlam bir donanıma sahip özgür bireyler yetiştirmek ister.
Ama bizim YÖK’ün niyeti bambaşka... Yasanın amaç bölümü açık; ‘Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne karşı görev ve sorumluluklarını bilen ve bunları davranış haline getiren’ sadık vatandaşlar yetiştirmek. Yasanın ‘ana ilkeler’ bölümü Kemalizm’e ‘bağlı’ bireyler yetiştirmeyi, öğrencilere bu ideoloji doğrultusunda bir ‘hizmet bilinci’ kazandırmayı, milli birliği ve beraberliği kuvvetlendirici ‘ruh ve irade gücü’ aşılamayı kendine misyon ediniyor. TCK 301. maddeyi aratmayan bir ‘Türklük’ anlayışına yer veren, kolektivist, bireyi topluma feda etmeye hazır, devlete karşı görev ve sorumlulukları vurgulayan bir yükseköğretim yasası...
Öğrencilerin özgürlüğünden, girişimciliğinden, yaratıcılığından, bilimsel ve teknolojik donanımlarından çok, devlete sadakat amacına yönelik bir yükseköğretim anlayışı ancak faşizmde olur. Bu yasayla aslında üniversitelerin mevcut düzeydeki özgürlüğü ve çoğulculuğu bile bir mucizedir. Yasayı değiştiremeyince yasayı yürütmekle yükümlü görevlileri değiştirmekte medet umuyoruz. 12 Eylül rejiminin Anayasa’sının bile yarısından fazlasını değiştirdik, ama bir yasasına dokunamıyoruz. Türkiye’nin demokrasi ve özgürlükler alanında aldığı mesafeye yakışmayan bir YÖK var. Merkeziyetçi, otoriteryen, ideolojik, dışlayıcı ve buyurgan... Üniversiteleri, uluslararası düzeyde rekabet edebilir, evrensel bilgiye katkı sunabilir, özgür ve yaratıcı kurumlar olarak tanımlamak ve geliştirmek yerine, üzerine vazife olmayan bir şekilde ‘statüko’yu muhafaza etmek üzere siyaset yapmaya kalkan bir yapı ve anlayış hakim yükseköğretimin kurumlarına.
AK Parti hükümetinin geçmiş dönemde hanesine yazılan en büyük başarısızlık, YÖK’ün kaldırılması veya değiştirilmesi konusunda adım atamamış olmasıdır. ‘Rejim elden gidiyor’ sloganları ile değişim talebinin geri püskürtüldüğünü biliyoruz. Neredeyse toplumun tüm kesimlerinden değişim talepleri gelirken YÖK değiştirilemedi. YÖK’e dokunamayan, 12 Eylül’ün kurduğu statükoya da dokunamıyor demektir. ‘Özgürlükçü’ bir YÖK başkanına özgürlükçü bir felsefeye yaslanan yeni bir yükseköğretim yasası vermek gerek. Buna da anayasa taslağı hazırlayan heyete benzeri bir ‘akil adamlar ve uzmanlar’ grubunun çalışmasıyla başlanılabilir. Unutmayalım mesele, geçici olan 28 Şubat sürecinin aktörlerinin sahneyi terk etmesi değil, bu süreci mümkün kılan 12 Eylül rejimin değiştirilmesidir.
Zaman, 7 Aralık 2007
|
İhsan DAĞI
08.12.2007
|
|
|
TBMM, DTP ve “ovada siyaset yapmak” |
(...)22 Temmuz’un ortaya çıkarttığı TBMM’nin “temsil yeteneği”nin en çarpıcı göstergelerinden biri DTP’nin bir grup kuracak ölçüde Parlamento’da yerini almasıydı.
DTP’nin ne olduğu, kim olduğu bir “sır” değil. Kimliği ve ne olduğu bir sır olmayan bu siyasi organizmanın TBMM’ye girmesi, “dağda savaşacaklarına ovada siyaset yapsınlar” şeklinde sloganlaştırılan ve doğru anlayışın somut biçimde teyididir.
Başka hiçbir neden olmasa bile, sırf bu nedenle, DTP’ye “PKK’yı terörist ilân et” diye bastırılmasının, “dayatma”ya muhatap kılınmasının gereği ve yararı yoktur. DTP’yi “ilginç” yapan ve Türkiye’nin önündeki “demokratik süreç” bakımından “işlevsel” kılabilecek olan, şayet PKK yasal bir siyasi parti olarak seçimlere katılabilse, ona oy verecek olanlardan oy alan bir parti olmasıdır.
Dolayısıyla, DTP’nin “işlevselliği”, PKK’yı “terörist ilân etmek”ten değil, PKK’nın “silahsızlandırılması”nda “rol alabilecek” olmasından geliyor. Sırrı Sakık’ın önceki gün TBMM’de yaptığı konuşma ve kullandığı sözcükler, tam da bu bakımdan üzerinde durulmaya değer nitelikte.
***
Sırrı Sakık, parlamento kürsüsünde, “Bu ülkenin bir de PKK gerçeği var” dediği vakit, Ak Parti sıralarından tepkiler geldi. Doğru söylüyordu. Yok mu? “Sevimsiz” bir gerçek olsa da, gerçek. Var. Nitekim, o da, “Eğer, Başbakan ABD’de Bush ile baş başa PKK’yı konuşuyor ise, biz de burada konuşmalıyız. Bu bizim sorunumuzdur. Onu silahsızlandırmak boynumuz borcudur. Biz silahı, şiddeti savunmuyoruz. Onu da silahtan, şiddetten arındırmak bizim görevimiz ise, konuşarak anlaşarak halledeceğiz” dedi.
Doğru söylüyor. Ülkede, nâhak yere dökülen kanlardan, insanların haklı olarak PKK’ya duyduğu öfke, “siyaset üretim merkezi” olması gereken TBMM’de bu konunun tüm boyutlarıyla ele alınması ve “PKK’nın silahsızlandırılması”nın konuşulmasına engel olmamalıdır. Bu “olgu”, TBMM’de konuşulmazsa, nerede konuşulacaktır?
TBMM, “tek sesli bir koro” gibi konuşacaksa, “çoğulculuk”tan, “demokrasi”den söz etmenin gereği kalmaz. Elbette, TBMM’de farklı ve bazılarının hiç hoşuna gitmeyen düşünceler seslendirilecektir. “Dağda savaşacaklarına, ovada siyaset yapsınlar” demek, TBMM’de farklı düşüncelerin açıkça ortaya konmasının güvence altına alınması anlamına gelir.
Sırrı Sakık, “Bir radyoda Kürtçe şarkı yayınlandığı için RTÜK’ün o radyoya yayın yasağı getirdiğini” hatırlattıktan sonra, “Hiç vicdanınızın sesini dinlediniz mi, hiçbir dönem kendinizi Kürtlerin yerine koydunuz mu? Biraz empati yapalım. Empatinin Kürtçesi ‘nefs u qıyas.’ Burada Türkçe yayın yapan televizyon Kürtçe yayın yapsa kıyamet mi kopardı?” diye haykırırken de haklı.
Ayrıca, “Cumhurbaşkanı’nın dediği farklılıklar, kravat değil, kültür ve dildir. Başbakan, 75 Kürt milletvekili olduğunu söylüyor. Uçakta aklına Kürtler geliyor. Burada siz niye hatırlamıyorsunuz? Kürt milletvekilleri niye konuşmuyor?” diye haykırırken de, yerden göğe kadar haklıydı.
Ak Parti iktidarının, 22 Temmuz’la elde ettiği “Kürt temsili”nden sonra, bugüne dek yaptığı gibi, bildik, basmakalıp, geleneksel “devlet söylemi” ile “Kürt sorunu”na yaklaşımı çok daha uzun süremez. Böyle bir yaklaşımın sonuç vermediği ve işleri “kangren” haline getirdiği, vardığımız nokta ile ortada.
***
Buradaki zorluklardan birisi de, Sırrı Sakık’ın önemli konuşmasının ne ölçüde DTP’yi ifade ettiği sorusunun net bir cevabı olmaması. Birçok DTP yetkilisi ve sözcüsü, “PKK’nın silahsızlandırması”nda rol almaktan ziyade, işlevlerini “PKK propagandistliği” ve “PKK’ya meşruiyet kazandırılması” gibi algılıyor ve öyle kullanıyorlar.
DTP’nin “tek sesli” bir yapı olmadığı seziliyor. Böyle bir durumda, yapılması gereken ve özellikle Ak Parti’nin üzerine düşen Sırrı Sakık’ın dillendirdiği “yaklaşımı” güçlendirmek ve meşrulaştırmaktır.
Çünkü, bugünkü Türkiye’de hiçbir şey, hiçbir öncelik “kanın durdurulması”ndan, ülkemizin büyük topluluklarının arasında ekilebilecek “husumet tohumları”nın engellenmesinden daha değerli değildir.
Referans, 7 Aralık 2007
|
Cengiz ÇANDAR
08.12.2007
|
|
|
Türbanlaşma-çeteleşme |
(...)Eşelendiğinde ardından resmi bir karanlığın bulunduğu skandallara adı karışanın aralıksız yükselmesi nasıl oluyor?
***
‘Hukuku değil, devleti tutarım’ diyenlerin yargı mekanizmasında rahatlıkla yer bulduğu bir ülkede...
‘Devleti hukuksal olarak örgütlenmiş bir hizmet örgütü’ olmaktan ziyade, ‘ silahlı bir güç’ olarak görme eğiliminin üstelik de hukukçular arasında yaygın olduğu bir ülkede...
Belki buna şaşana şaşıyorlardır.
Üstelik bir de İttihat ve Terakki geleneği var.
‘Hukukun üstünlüğünü’, ‘vatanseverliğin’ karşıtı sanan, bu nedenle de Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküp gitmesine neden olan zorba anlayış.
Kimin, nasıl ve neden belirlediği belli olmayan bir ölçüyle, şiddet uygulamayı ‘vatanseverlik’ sanma ve yargının yerine kendini koyma alışkanlığı...
Bu nedir?
Bu sapına kadar çeteleşmedir...
***
Malatya’da zirve yapmış bir psikopat vahşetin kurbanı olan insanlar ve olay deşildikçe ortaya çıkan büyük ve ürkütücü karanlık, ‘laiklerin’ çok ilgisini çekmiyor galiba?
O katliamda devlet içi çeteleşme işaretlerinin hepsi var.
Ama gel gör ki...
Bu çeteleşmenin en birinci sanığının...
Hastanedeki günlerindeki ziyaret kayıtları konusu karanlıkta.
Malatya Emniyet Müdürü ‘kayıtlar silinmedi’ derken, Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele Şubesi, savcılığa gönderdiği resmi yazıda kayıtların silindiğini belirtiyor.
Taraf Gazetesi, ‘Sanık tedavi süresince hiç konuşmadı’ ifadesinin de doğru olmadığını ileri sürüyor... Bir polis memuru, Malatya Katliamının bir numaralı sanığının 50. numaralı kasette susturulduğunun görüldüğünü söylemekte.
***
Çeteleşme...
Devlet içinde yuva yapmış çeteler...
Devleti ve toplumu orman yasalarına mahkum eden bir çürüme...
Türban konusu kadar ilgi çekmiyor galiba?
Türbanlaşma konusundaki çelişkili rakamlar polemiği hızla sürüyor.
Keşke onunla birlikte çeteleşmeyi de ilk plana alsak, Malatya üzerindeki kanlı tül perdesini hep beraberce kaldırmaya sıvansak, hukuk devletinin pekişmesine yardımcı olsak...
***
Bunu yapmamız...
Hukuk devletini...
Demokrasiyi...
Ve demokratikleşmeyi yerli yerine oturtmamız halinde...
Acaba ‘türbanlaşma’ ya da ‘muhafazakârlaşma’ korkusu kalır mı?
Toplumun eğilimlerinin ne olduğu değil, bunun ‘demokratikleşmeyle’ çelişip çelişmediği önemli.
Farklı yaşam çeşitlerinin...
Farklı düşüncelerin varlığının...
Güvencesi hukuk...
Ve demokratikleşmedir.
(...)
‘Öteki’nin hak ve hukukuna yapılan saygısızlığa karşı çıkmayan bir ülke çürür... Hukuksuzlaşır çünkü.
Zaten temel sorun da hukuksuzluktur bu ülkede.
Onun için, korkulması gereken de hukuksuzluğun yaygınlaşmasıdır.
***
Türbanlaşma tartışması yerine...
Dört nala çeteleşmenin üstüne gitmek...
Muhafazakarlaşmanın, demokratikleşmenin önünü kesecek bir tehdide dönüşmesi ihtimalini de önler.
Hukuk var ise, ‘öteki’ de sere serpe var olacak demektir çünkü...
Hukuk var ise demokrasi de var demektir çünkü.
***
Çeteleşmeyi yok sayarak, sadece çelişkili rakamlar eşliğinde ‘türbanlaşmayı’ konuşmak, gerçek bir hukuk devleti ve demokratik bir toplum arayışına n
Star, 7 Aralık 2007
|
Mehmet ALTAN
08.12.2007
|
|
|
Ayrımcılığın adı “modernlik” olunca... |
Bir süre önce Salzburg’da “Ortadoğu’nun demokratikleşmesinde medyanın rolü” konulu bir panele katıldım. Diğer konuşmacı Lübnan’ın en tanınmış televizyoncularındandı. Biz iki kadın bölgedeki demokrasi arayışına bakışımızı anlattıktan sonra, sorular bölümüne geçince bir eleştiri aldık.
“Hiç kadınların rolünden bahsetmediniz” dedi Katarlı bir erkek medya yöneticisi ve sordu: “Çalıştığınız kurumlarda başını örten bir kadın gazeteciyi işe alır mısınız? Fotoğrafını basarak yazı yazdırır mısınız ona? Ekrana çıkartır mısınız?”
‘Tabii,” dedim ben, “iyi bir gazeteciyse, neden olmasın?”
Lübnanlı meslektaşım ise “Asla” diyordu, “başını örten bir kadını ekrana çıkartmam; bu bizim modern imajımıza uymaz.”
Bu sözler salondaki Arap, Avrupalı ve Amerikalı gazetecilerin tepkisini çekti. Söz alanların hemen hepsi benim gibi düşünüyor, bir kadının dinsel inancı ve bu inancı yaşama biçimine ilişkin kişisel tercihi sonucu başını örtmesinde de, başını örten bir kadın olarak çalışma hayatına katılmasında da, gazetecilik mesleğini seçip yazı yazmayı, ekrana çıkmayı istemesinde de esasen onu bireyleştiren, ba-ğımsızlaştıran “modern” bir tavır görüyorlardı.
Kaldı ki, bir insanın dinsel inancı ve o inancı yaşama biçimine ilişkin kişisel tercihi nedeniyle ötekileştirilmesinde, dışlanmasında “modern” bir taraf yoktu.
Bu yaklaşıma inatla karşı çıktı Lübnanlı meslektaşım ve tartışmanın bir yerinde, “Kadını özgürleşmeye zorlamayan bir sekülarizm ve modernlik ne işe yarar” diye sormaktan geri durmadı.
***
Ne zaman medyadaki “türban” tartışmasının kıyısında bulsam kendimi, bu sorudaki ironi halkalarını düşünüyorum.
Bir kadının özgürleşmesinin ne anlama geldiğine şekilci bir bakışla karar vereceksin... Bu kararı başkalarının da paylaşmasını ve gereğini yapmasını dayatmacı bir tavırla isteyeceksin... Bu dayatmaya direnen kadınlara ayrımcılık yapılmasını da yine kendi tekelinde gördüğün “modern” ve “laik” kimlik adına savunacaksın...
İronik değil mi? Ya bu tutumdan muztarip medya mensuplarının sayısının bizdeki çokluğu ayrı bir ironi oluşturmuyor mu?
Son olarak, başörtülü olduğu için devletçe aşağılanan Kozanlı Tevhide Kütük’ün karşısına dikilip “Dur, neyi neden yaptığını ve seni asıl neyin baskıladığını sana bir güzel anlatayım” diyen yazarlar mı “laik” ve “modern”?
Hangi anketin sonucuna bakarsak bakalım Türkiye toplumunun büyük çoğunluğunun başörtüsü yasağına karşı olduğunu görürken, bu yasağın devlet gibi medya erkânının önemli bir kesimince de savunuluyor olması ironiyi katmerlendirmiyor mu?
Acaba gazetecilik gibi özünde toplumsal sorumluluğa ve demokratik ahlaka dayanan bir mesleği seçen ve diyelim ki bu mesleği A gazetesinde ya da B televizyonunda icra etmek isteyen başörtülü bir kadının tavrı mı “modern” ve “laik”? Yoksa o kadını, salt başörtülü olduğu için işe almayacağını ilan eden A ve B kurumlarının yayın yönetmenlerininki mi?
***
Tartışmanın anahtar sözcüklerine çifte anlam yüklenebilmesinin de bu ironiye katkısı var tabii.
Mesela bizdeki resmi laiklik anlayışının sekülarizme değil, bir tür resmi din içi duruşa tekabül ettiğini hatırlayınca laiklik adına sekterik yapanları anlamak kolaylaşıyor. Ya da modernist doktrinin günümüzün demokratik kimlik ve ahlak anlayışı karşısında çoktan yenilgiye uğradığını, bu anlamda modernizmin artık “modern” olmadığını bilince...
Kaldı ki, pozitivizmin kurucularına boşuna “modernitenin peygamberleri” denmez. Henri de Saint-Simon da, onu izleyen yıllarda Auguste Comte da yeni bir din kurmuşlardır aslında. Bilimin otoritesi olma iddiasıyla bir yandan dini, ahlakı, metafiziği tukaka ederken bir yandan da insanı tanrılaştıran bir kült, sekter bir kilise gibi örgütlenmişlerdir.
Bunun için de, bir Genelkurmay yetkilisi “Atatürkçü Düşünce Sistemi nedir” soruma “özünde pozitivizmdir” yanıtı verdiğinde hiç şaşırmamıştım. Cumhurbaşkanı Gül’ün eşi Hayrünnisa Gül’ün Çankaya’ya çıkmasını laiklik mabedinin ihlali gibi gören gazetecilerin, başörtülü bir ‘First Lady’ ile tokalaşmamak için protokol sırasından çıkan generallerin haline de şaşırmıyorum. “Modern” olmayan, ayrımcı, dayatmacı, tekelci bir tür dinin müridleri onlar.
Geçen gün Yeditepe Üniversitesi’nde gazetecilik eğitimi gören bir grup üçüncü sınıf öğrencisi Taraf’ı ziyaret etti. Yazıişleri toplantımıza katıldılar, servislerin çalışmasını izlediler, baştan sona çok iyi okuyup inceledikleri anlaşılan gazetemiz hakkında ayrıntılı sorular sordular bize.
Aralarında tek bir kız öğrenci vardı; Nihan. Başörtülüydü ya da günün tercih edilen terimiyle “türbanlı.”
“Benim gibi birini Taraf'ta işe alır mısınız” diye sordu bana, “başörtüm sizin için sorun oluşturur mu?” Ben tahmin ettiğiniz yanıtı verince de, ‘Tamam, staja geliyorum o zaman” dedi güzel gözleri pırıl pırıl.
Dün Nihan’ın Yeditepe’de hocası olan Derya Sazak’la konuşuyordum. Sazak, ilk kez bizim gazeteyi ziyareti sırasında çekilmiş fotoğraflarında görmüş Nihan’ın “türbanlı” olduğunu. Zira Nihan da nice kız öğrenci gibi üniversiteye mecburen başı açık gidiyor.
Onu “Öyle akıllı, açık fikirli, rahat tavırlı, girişken bir öğrencidir ki” diye anlattı Sazak.
Nihan’ın bu özelliklerini başındaki örtü nedeniyle görmeyen, görmek istemeyen zihniyetin darlığını düşündüm.
Taraf, 7 Aralık 2007
|
Yasemin ÇONGAR
08.12.2007
|
|
|
|
Son Dakika Haberleri
|
|
|
|
|