YÖK Başkanı Erdoğan Teziç’in görev süresi bugün doluyor. Yeni başkanı atayacak olan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, ‘Özgürlükçü bir YÖK başkanı herkesi memnun edecektir.’ dedi.
Üniversiteleri kışlaya çeviren, akademik performans yerine ideolojik sadakati esas alan, kendi iktidarlarını koruma mücadelesini ‘rejimin bekçiliği’ olarak sunan ‘politize’ bir zihniyetin üniversiteleri temsil noktasında olmaması kuşkusuz önemli bir gelişme olacaktır.
Ancak sorunun kökenine inmekte yarar vardır. YÖK Başkanlığı’na Teziç’ten sonra ‘özgürlükçü’ bir öğretim üyesinin atanması, üniversitelerde 28 Şubat sürecinin sona ermesi anlamına geliyor olabilir; ama 12 Eylül rejimi üniversitelerde aynen devam edecek. 12 Eylül askerî rejiminin Türkiye’ye hediyesi olan Yükseköğretim Kanunu çerçevesinde hareket etmek zorunda olan bir YÖK başkanı ne kadar ‘özgürlükçü’ olabilir ki?
Öyle bir yasadan söz ediyoruz ki yükseköğretimin amacını, ‘devlet’e sadakatle hizmet edecek belli ‘bir tip’ insan yetiştirmek olarak açıkça zikrediyor. Üniversite, öğrencilerin ‘tek tip’leştirildiği bir ‘aygıt’ sanki, öğretim üyeleri de bu amaca hizmet eden ‘devletin ideolojik komiserleri’... Özünde böyle bir felsefe olan bir yasa ve kurum ne bugünkü Türkiye’yi temsil ediyor, ne de böyle bir yükseköğretim anlayışı ve yapısıyla üniversiteler yönetilebilir. ‘Üniversite’ diyebileceğimiz bir kurum girişimci, bilimsel ve teknolojik gelişmelerin farkında ve buna katkıda bulunan, çağdaş dünya hakkında sağlam bir donanıma sahip özgür bireyler yetiştirmek ister.
Ama bizim YÖK’ün niyeti bambaşka... Yasanın amaç bölümü açık; ‘Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne karşı görev ve sorumluluklarını bilen ve bunları davranış haline getiren’ sadık vatandaşlar yetiştirmek. Yasanın ‘ana ilkeler’ bölümü Kemalizm’e ‘bağlı’ bireyler yetiştirmeyi, öğrencilere bu ideoloji doğrultusunda bir ‘hizmet bilinci’ kazandırmayı, milli birliği ve beraberliği kuvvetlendirici ‘ruh ve irade gücü’ aşılamayı kendine misyon ediniyor. TCK 301. maddeyi aratmayan bir ‘Türklük’ anlayışına yer veren, kolektivist, bireyi topluma feda etmeye hazır, devlete karşı görev ve sorumlulukları vurgulayan bir yükseköğretim yasası...
Öğrencilerin özgürlüğünden, girişimciliğinden, yaratıcılığından, bilimsel ve teknolojik donanımlarından çok, devlete sadakat amacına yönelik bir yükseköğretim anlayışı ancak faşizmde olur. Bu yasayla aslında üniversitelerin mevcut düzeydeki özgürlüğü ve çoğulculuğu bile bir mucizedir. Yasayı değiştiremeyince yasayı yürütmekle yükümlü görevlileri değiştirmekte medet umuyoruz. 12 Eylül rejiminin Anayasa’sının bile yarısından fazlasını değiştirdik, ama bir yasasına dokunamıyoruz. Türkiye’nin demokrasi ve özgürlükler alanında aldığı mesafeye yakışmayan bir YÖK var. Merkeziyetçi, otoriteryen, ideolojik, dışlayıcı ve buyurgan... Üniversiteleri, uluslararası düzeyde rekabet edebilir, evrensel bilgiye katkı sunabilir, özgür ve yaratıcı kurumlar olarak tanımlamak ve geliştirmek yerine, üzerine vazife olmayan bir şekilde ‘statüko’yu muhafaza etmek üzere siyaset yapmaya kalkan bir yapı ve anlayış hakim yükseköğretimin kurumlarına.
AK Parti hükümetinin geçmiş dönemde hanesine yazılan en büyük başarısızlık, YÖK’ün kaldırılması veya değiştirilmesi konusunda adım atamamış olmasıdır. ‘Rejim elden gidiyor’ sloganları ile değişim talebinin geri püskürtüldüğünü biliyoruz. Neredeyse toplumun tüm kesimlerinden değişim talepleri gelirken YÖK değiştirilemedi. YÖK’e dokunamayan, 12 Eylül’ün kurduğu statükoya da dokunamıyor demektir. ‘Özgürlükçü’ bir YÖK başkanına özgürlükçü bir felsefeye yaslanan yeni bir yükseköğretim yasası vermek gerek. Buna da anayasa taslağı hazırlayan heyete benzeri bir ‘akil adamlar ve uzmanlar’ grubunun çalışmasıyla başlanılabilir. Unutmayalım mesele, geçici olan 28 Şubat sürecinin aktörlerinin sahneyi terk etmesi değil, bu süreci mümkün kılan 12 Eylül rejimin değiştirilmesidir.
Zaman, 7 Aralık 2007
|