|
|
|
Kürt sorununda yanıldınız. Ya ‘irtica’? |
Kara Kuvvetleri eski komutanı emekli orgeneral Aytaç Yalman’ın gazeteci Fikret Bila’ya verdiği röportaj sırasında Kürt meselesinde yaptığı öz eleştiri, geçen haftalarda çok konuşuldu. Konuşulması da yerindeydi, çünkü ordunun en üst kademelerinde görev yapmış bir subayın, onyıllar boyunca inatla sürdürülmüş bir ‘devlet politikası’nın yanlış olduğunu açıklaması, az şey değildi.
Yalman Paşa’nın dediklerini hatırlayalım. Emeli Orgeneral, ‘Aslında Türkiye’nin sorunu henüz sosyal boyuttayken görmesi ve doğru okuması gerekirdi’ dedi. Kürt dilinin ve kimliğinin yasak edildiği onyılları ‘o dönemde sosyal istekleri bile biz ‘yıkıcı faaliyetler’ kapsamında görüyoruz’ diyerek eleştirdi. Kürt vatandaşların ‘kendini ifade ihtiyacı’nın engellenmesinin, ‘dilini konuşmak, şarkısını, türküsünü dinlemek, kültürünü yaşamak’ gibi meşru taleplerinin bastırılmasının sorunu kangrenleştirdiğini söyledi.
Bunları duymak kuşkusuz güzel. Umulur ki bu gibi özeleştiriler sadece emekli değil muvazzaf askerlerin ve bürokratların da dilinden duyulur veya en azından zihinlerinde yer eder. Ve bundan sonra Kürt vatandaşlara daha kucaklayıcı ve saygılı davranılmasına yol açar. PKK’yı besleyen etnik milliyetçi tepki, ancak o sayede marjinalleşecek ve etkisini yitirecektir.
Ancak hazır özeleştirinin kapısını aralamışken biraz daha açılmakta fayda var. Öyle değil mi; eğer belirli bir zihniyetin sizi A konusunda yanılgıya sürüklediğini görüyorsanız, ‘Acaba B konusunda da benzer bir hataya düşüyor olabilir miyiz’ diye sormanız gerekmez mi?
Dolayısıyla hemen gelelim B konusuna: Cumhuriyetimizin ‘bölücülük’ ile birlikte iki büyük belasından biri olarak tarif edilen, hele son yıllarda dillerden hiç düşmeyen ‘irtica’ya. Acaba burada da Orgeneral Yalman’ın ifade ettiği türden hatalı bir devlet zihniyeti olabilir mi? Acaba burada da sorun ‘sosyal isteklerin’ devlet tarafından yasaklanmasından mı doğuyor? Örneğin dindar bir genç kızın üniversitede başörtüyle okumak istemesi, mütedeyyin insanların cemaatler ve tarikatlar kurması, aynen ‘dilini konuşmak, şarkısını, türküsünü dinlemek’ gibi meşru talepler değil mi?
Ülkemizdeki koyu ‘laikçiler’in bu gibi sorular üzerine hemen çıkıp ‘evet, hata etmişiz’ demelerini beklemek safça olur. Ama kendi aralarında sohbet ettiklerinde, hatta tek başlarına kalıp ellerini vicdanlarına koyduklarında, şöyle bir oturup düşünseler, ‘Kürtlüğü bastırmakla yaptığımız hatayı dindarlığı bastırarak da yapıyor muyuz’ diye sorsalar, ne iyi ederler.
Kaldı ki dindarlık üzerindeki baskının yanlışlığı, öteki meseledekinden daha da barizdir. Çünkü ‘Kürt sorunu’ dediğimizde, işin içine devlet baskısına duyulan tepki ve meşru özgürlük talebi kadar, hiç bir özgürlükle tatmin olmayacak, son tahlilde ille de ‘ bağımsızlık’ isteyecek koyu bir etnik milliyetçilik de giriyor. PKK terörü, bu etnik milliyetçiliğin ne kadar fanatik ve ‘gözü dönmüş’ olduğunun kanıtı.
Oysa ‘irtica’ cephesinde ortada ne silah var, ne bıçak. O yüzden kendisi de hayli abartılı bir hikaye olan ‘Kubilay Olayı’nı bozuk plak gibi 70 yıldır dinliyoruz. Kürt sorununda PKK adlı gerçek bir ‘öcü’ mevcut, ama ‘irtica’ bahsinde sadece paranoya var. Bir de üniversite okumak isteyen isteyen türbanlı hanımlar, misvak kullanıp mes giyen hacı amcalar, zikir çekip namaz kılan tarikatlar...
Laiklik, bu insanların haklarını ve özgürlüklerini ellerinden alan despot bir ilke olarak yorumlandığı sürece, ‘irtica tehdidi’ bitmeyecektir. Vatandaşlarınızı oldukları gibi kabul etmezseniz, onlar niye sizi kabul etsin?
Umarım bu konuda da öz eleştiriler için duymak bir 70 yıl daha beklememiz gerekmez...
Star, 12.11.2007
|
Mustafa AKYOL
13.11.2007
|
|
|
Gençler bilebilseydi, yaşlılar yapabilseydi! |
Yukarıdaki sözün manası, aslında çok etraflıdır. Teferruata girmeden, (muhtasar şekilde) ifade edilecek olursa; bu deyiş, geçmişte yapılan yanlışların, yahut zamanında gerçekleştirilemeyen doğruların, genel gerekçesi veya mazeretini anlatmak içindir...
Gençlik; bilgisizlik, tecrübesizlik, heyecan... İnsanlar bazen erken yaşlarda bu etkenler sebebiyle hata yaparlar. Hatta sık sık hata yapabilirler. Hatta vahim hatalar yapabilirler. Yaşı ilerlediğinde, geçmişte yapmış oldukları hataların farkına varırlar, hatta bunu itiraf da ederler ama; işten geçmiştir artık! Meseleyi son günlerdeki emekli paşaların bazı itiraflarına getireceğimi anladınız herhalde... Lakin bu paşalarımızın, bugün hata olarak kabul ettikleri ve pişmanlık duyduklarını da, ifadeleriyle ortaya koydukları yanlış veya doğru olmayan veya devlet yönetimi açısından basiretli olmayan; bu yüzden de sonuçları ağır olan eylemleri gerçekleştirirken; pek de genç ve tecrübesiz olmadıkları bir hakikat değil midir?
Bugün 90 yaşında olan Sayın Kenan Evren; 1980’de, “Kürtçe konuşmak yasaktır...” kararının altına imza atarken, 63 yaşında idi. Şimdi hata yapmışız diyor... Türk Silahlı Kuvvetlerindeki en önemli ikinci görevi üstlenmiş olan Emekli Org. Aytaç Yalman, 65 yaşlarında iken şu itirafta bulunuyor: “Oysa bizler o dönemde ‘Kürtler yoktur’ diye eğitilmişiz. Kürtleri Türklerin bir kolu olarak görüyoruz. Ortalıkta işte dağlarda gezerken, karda yürürken kart-kurt sesleri çıktığı için Kürt denilmiştir gibi laflar dolaşıyor. O dönemde sosyal istekleri bile biz ‘yıkıcı faaliyetler’ kapsamında görüyoruz...” Hatadan dönmek ve hata yaptığını kabul etmek bir erdemdir.
Lakin meselenin vahameti ve yıkıcı sonuçları, hataların itirafıyla ortadan kalkmıyor tabii! Düşünün bu itiraflar, devlette en önemli görevleri üstlenmiş kişilerden geliyor. 1806-1808 tarihindeki Baban Aşireti, Abdurrahman Paşa İsyanı ile gündeme açıkça gelen Kürt meselesi tam iki yüz yıllık bir geçmişe sahiptir. İngilizlerin Musul meselesini kendi lehlerine kolayca halletmek için; etkili biçimde destek verdikleri ve Kürt Teali Cemiyeti ile Azadi örgütünün başrol oynadığı ama; adına “Şeyh Sait İsyanı” denilen büyük kalkışma, bundan 82 sene evvel, yani 1925’te cereyan etti. 1937 Dersim İsyanı’nın üzerinden tam yetmiş yıl geçmiş...
Ülke topraklarında Kürtçülüğün siyasi tohumlarının tehlikeli biçimde ekilmeye başladığı yıl, Mustafa Barzani’nin, 11 yıllık sürgünden sonra Moskova’dan Irak’a döndüğü 1958 yılıdır. Yani yarım asır öncedir. PKK’nın bölücü örgüt olarak sahneye çıkışı ve terör ve tedhiş ile memleketin bir bölgesini ateşe vermesinin üzerinden 32 sene geçmiş.
Aytaç Yalman’ın İkinci Ordu Komutanı olarak görev yaptığı 1998 yılı itibariyle; Batılı Kürdoloji Enstitülerinde, Kürt meselesi ile ilgili olarak yazılan doktora tezlerinin sayısı 386 (Yazıyla üç yüz seksen altı)dır. Bunların iki yüzden fazlasını Ermeniler yazmıştır... Fakat heyhat, PKK’nın asker ve sivil halka yönelik kitlesel eylemleri başlattığı 1984 yılından 1999’a kadar, Türkiye’de bu konuda yapılan bilimsel çalışma; sadece üç tane yüksek lisans ve bir adet de doktora tezinden ibarettir!..
Şimdi hep beraber düşünelim ve soralım: Ey bu devletin riyaset ve siyaset makamında oturmuş olanlar! Ey bu vatanın geleceğini ve güvenliğini düşünmek ve planlamakla görevli strateji uzmanları! Ey bu ülkenin entelijansiyası! Tam iki yüz yıl boyunca ne yaptınız? Neredeyse bütün dünyanın parmak attığı, üzerinde bunca kafa yorulan ve ürkütücü boyutlarda maddi ve lojistik destek verilen; ülkemizin bütünlüğünü doğrudan hedef almış bu korkunç gerçeği inkâr etmekle, yok saymakla, pislikleri halının altına süpürmekle; nereye kadar gidebileceğinizi düşünüyordunuz?
Soruları uzatmanın faydasız olduğunu biliyoruz. Zaten devlet ricalinin, bu yazıyı okuyacak kadar boş vakti de yoktur!..
Ama her şeye rağmen, yaşını başını almış emekli paşalarımızın; mazide yaptıkları hataları veya yapamadıkları doğru işleri, bugün itiraf etmelerini olumlu bir gelişme olarak kabul edelim... Fakat unutmayalım: temel ve hayati yanlış; bu meselenin on yıllarca cihet-i askeriyenin inhisarında kalmış olmasıdır! Bugün dahi durum fazlaca değişmiş değildir. O halde yeni bir başlangıç yapılacaksa şayet; tam ve doğru biçimde yapılmalıdır. Bu çerçevede Sayın Deniz Baykal’ın Kuzey Irak ile ilgili tekliflerini; “Şimdiye kadar neredeydiniz?!” diyerek geri çevirme lüksümüz de yoktur. Tam tersine bu gibi tekliflere kapılarımızı ve kafalarımızı açarak; milli bütünlüğümüzü tehdit eden bir fitneye ve ondan beslenerek masum halkımızın can ve malına kasteden terör belasına, acil ve köklü çareler üretmeye çalışalım.
Türkiye, 11.11.2007
|
İsmail KAPAN
13.11.2007
|
|
|
Gazetecilik ve insanlık gereği |
Bir yazıdan ötürü Genelkurmay Başkanlığı “suç duyurusu”nda bulunmuştu, “Askeri Ceza Kanunu’na muhalefet”ten yargılanmam (hapis mahkûmiyeti) istendi.
İfade verdim; (yabancı) basın çok ilgilendi. Karmaşık sistemimizden ötürü Adalet Bakanlığı, Milli Savunma Bakanlığı izinleri gerekti.
Aşağıda Cumhuriyet Savcısı Nurten Altınok’un kararı bulunuyor.
Özünde, sadece kurumlara “demokratik, toplumsal eleştiri” tavsiyesi değil, gazetecilere de, “gazetecilik ve insanlık gereği”ni yerine getirip “çeşitli sınıfların içinde bulunduğu durumları” dile getirme, hakikat peşine düşme ve hakkaniyetli eleştiriden asla kaçınmama dersi gibi bir olay bu.
*
Genelkurmay Başkanlığı’nın suç duyurusunda, şüphelinin hazırladığı “Bunlar İmkânsız mı?” başlığını taşıyan yazıda (...cenazelerine üst rütbelilerin de gittiği astsubayların, özellikle de tamamen dışlanan uzman çavuşların, sağ iken de üst rütbeliler tarafından insan yerine konması ve aileleriyle en iyi koşullarda(ki) orduevlerine kabulü) şeklinde ifadelerle, astsubay ve uzman erbaşların insan yerine konulmayıp dışlandıkları iddia edilerek, Askeri Ceza Kanunu’nun 95/4. maddesindeki suçun işlendiği değerlendirilmesinde bulunulmuştur.
Şüpheli Umur Talu, Silahlı Kuvvetler mensuplarından, özellikle uzman çavuşlardan gelen bilgi, uyarı, öneri ya da şikâyetler doğrultusunda hazırlanan yazının bütününde; daha az şehit verilmesi için çelik yelek, mayın tarama gibi olanaklar ve bunları sağlayabilecek kaynakların ele alındığını, suçlama konusu yapılan bölümde ise, emekli uzman çavuş ve astsubay dernekleri ve web sitelerinden de öğrenilebilecek, somut hususlara dayalı gerçekleri, AİHM’nin insan haklarına aykırılık saydığı kriterlerden de istifade ederek, gazetecilik ve insanlık gereği, Silahlı Kuvvetler’de bir sınıfın içinde bulunduğu durumu dile getirip bunların iyileştirilmesini istediğini belirtmiştir.
Uzman jandarmaların maaş, kadro, derece, lojman, orduevleri ve hatta jandarmaya ait sosyal tesislerden yararlanamadıkları şeklindeki sorunlar, kendilerince çeşitli ortamlarda dile getirildiği gibi, iyileştirmeye dönük Uzman Jandarma Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi de TBMM’ye sunulmuş, komisyonda beklemektedir.
AİHM’nin birçok kararında vurgulandığı üzere “ifade özgürlüğü demokratik bir toplumun asli temellerindendir, bir toplumun ilerlemesinin ve her bireyin kendini geliştirmesinin temel koşullarından birini oluşturur” . (Vereinigung Demokratischer Soldaten Österreichs (çev: Avusturya Demokratik Askerler Birliği) und Gubi 1994) davasında da, “şikâyetleri dile getiren, reform önerileri yapan bir yazının, demokratik bir devletin hizmet ettiği bir toplumda olduğu gibi ordusunda da hoş görülmesi gereken bir fikir tartışması çerçevesinde izin verilebilecek olanın ötesine taşmadığı” belirtilmiştir.
AİHM ve Yargıtay kararlarındaki kıstaslara göre, yazı ifade özgürlüğü kapsamında olup, atılı suçun unsurları oluşmamıştır.
Karar böyle. Bazı teknik sebepler de var. Bir de, Genelkurmay Başkanlığı’nın da, Savcılık kararı tebliğ edildikten sonra “itiraz hakkı” kullanmadığı anlaşılıyor.
Sabah, 12.11.2007
|
Umur TALU
13.11.2007
|
|
|
Teşekkürler Baykal |
İlm-i siyaset, kan-kin-intikam retoriğinin gölgesinde can çekişmekteyken, CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın şaşırtıcı bir hamlesiyle ‘toparlanmaya’ başladı.
Kuzey Irak’la sağlıklı bir iletişim kurmaktan bahsediyor Baykal. Günü birlik siyaseti bırakıp 10, 20, 30 yıllık bir projeksiyon geliştirmekten bahsediyor. Kürt komşularımızın gönüllerini kazanmaktan bahsediyor. Karşılıklı bağımlılık ilişkisini derinleştirmekten bahsediyor. Habur sınır kapısını kapatmak şöyle dursun, yeni kapılar açmaktan bahsediyor. Silah bırakan PKK militanları için “genişletilmiş af”tan da bahsediyor. Doğru olanı yapıyor Baykal; ilm-i siyasetin hakkını veriyor.
Böyle bir açılımı Başbakan Recep Tayyip Erdoğan veya Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’den bekliyorduk. Kendileri hakim atmosferin gereğini kerhen yapsalar bile, ilm-i siyasete uygun bir Kuzey Irak açılımını bir bakan veya milletvekili aracılığıyla ülke gündemine taşırlar diye düşünüyorduk. Gelin görün ki, savaş rüzgârlarının anlamsızlığını ifade eden ve uzlaşmaya, barışa, bütünleşmeye çağıran ses, bu sesi çıkarmaya mütemayil olduğunu bildiğimiz AK Parti’den veya cumhurbaşkanından değil, bu sesi çıkarabileceğine hiç ihtimal vermediğimiz CHP’den yükseldi. Baykal, Kuzey Irak konusunda aniden ilm-i siyaseti kuşanarak, Erdoğan ve Gül’ü ters köşeye oturttu.
Daha birkaç gün önce Hürriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök’ün ‘Barzani rejimini bombalayalım, Kuzey Irak’ı onyıllarca geriye götürelim’ mealindeki yazısını Türkiye’nin resmi politikası olarak görmek istediğini beyan eden Baykal’ın son çıkışını nasıl değerlendirmeliyiz? “Şeyh Edebali merkezli ‘Anadolu Solu’ndan dönen Deniz Baykal bu fikrinden de dönecektir” deyip geçmeli miyiz? Yoksa bu çıkışı ilm-i siyasetin ihyası yolunda istifade edilebilecek bir fırsat olarak mı görmeliyiz? Bence, ikincisi.
Bazı emekli generallerin Kürtler konusundaki yanlış uygulamalarla ilgili pişmanlık beyanlarından sonra Baykal’ın Kuzey Irak açılımı da mevcut ‘paradigma’nın gözden geçirilmesine hizmet ediyor. Sağduyu sahibi siyasi ve entelektüel çevreler, Baykal’a destek vererek, savaş tamtamlarından arınmış doğru dürüst bir Kuzey Irak siyasetinin gereğine işaret ediyorlar. Bu yeni rüzgâr için Baykal’a teşekkür borçluyuz.
Evet, yeni bir rüzgâr esiyor; ama bu rüzgâr henüz yeteri kadar kuvvetli değil. Kuzey Irak’taki Bölgesel Kürt Yönetimi ve genel olarak Kürt meselesine ilişkin mevcut ‘paradigma’yı kasıp kavuracak kadar kuvvetli bir rüzgâra ihtiyaç var. Siyasi ve entelektüel bir fırtınaya!
“Kuzey Irak’taki oluşum”, “aşiret reisi”, “muhatabımız değil” gibi söylemlerde en ‘veciz’ ifadelerini bulan ‘inkâr siyaseti’nin bir an evvel radikal bir değişime uğraması lazım. Bölgesel Kürt Yönetimi’ni (veya Kürdistan Bölge Yönetimi’ni) tehdit olarak değil, kardeş olarak, dost olarak, ortak olarak, potansiyel müttefik olarak görmek lazım. Öyle görülürse, öyle muamele edilirse, bu devletsel yapı—ileride bağımsız bir devlete dönüşse bile—Türkiye’deki ‘etnik tansiyon’u yükseltmeyecek, tam tersine düşürecektir. Kürt Yönetimi’ni resmen tanımak ve onunla kaynaşmak Türkiye’nin bölünmesine değil, büyümesine yol açacaktır. Türkiye ile kaynaşmak da Kürt Yönetimi’ne taşı toprağı altın olan İstanbul’un kapılarını açacaktır.
Kürdistan Yurtseverler Birliği lideri ve Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani, Türkiye ile federatif bir çatı altında birleşmekten bahsetmişti… Kürt Yönetimi Başbakanı Beçirvan Barzani, Türkiye ile konfederasyon kurmaktan bahsetmişti… Doğru Yol Partisi (şimdi Demokrat Parti) Genel Başkanı Mehmet Ağar, Kuzey Irak’la “BeNeLux (Belçika-Hollanda-Lüksemburg Birliği)” gibi bir formülle bütünleşmekten bahsetmişti… Gelin, bütün hayal gücümüzü ve cesaretimizi toplayıp milletçe böyle şeyler konuşalım. İlk iş olarak da devleti “Barzani muhatabımız değil” tavrından vazgeçmeye çağıralım. Tabii, üç-beş sene sonra bazı emekli generallerden ve siyasetçilerden “Kuzey Irak’ta çok yanlış yaptık. İnkâr siyasetinde ısrar etmeyip Kürt yönetimi ile iyi ilişkiler geliştirseydik, bugün Türkiye çok daha güçlü bir ülke olurdu” gibi itiraflar dinlemek istemiyorsak…
Zararın neresinden dönersek kâr.
Yeni Şafak, 12.11.2007
|
Hakan ALBAYRAK
13.11.2007
|
|
|
Profesyonel ordu çok mu zor? |
Türkiye’nin kimyasını ve gündemini değiştiren. Yeryüzündeki resmini yeniden karartan. O acılı olayların başlangıcından beri kendi kendime de hep aynı soruları soruyorum.
Sınır dediğin yer öyle kolayca geçilemez... Bizimki kolayca geçiliyor.
Sınırlarımızın geçilemediği...
Bolu Komando Tugayındaki askerlerimizin ‘pusuya’ düşürülemediği...
Tabura baskın verilemediği...
Bunu gözü kesenin feleğini şaşıracağı bir konumda olsak...
Bugün böyle yana yakıla ‘terör’ konuşur muyduk?
***
Belki buna birilerinin uzaktan patlattığı mayınla askerlerimizi öldürmesini engelleyecek teknolojik tedbiri de ilave etmek gerek.
Dünyadaki savunma sistemleri, ‘uzaktan mayın patlatma ‘gibi kanlı tuzaklara karşı kısa dalgaları sağırlaştıran teknolojiyle donatılmakta.
O halde...
Sınırı geçilemeyen...
Mayınla tuzak kurulamayan...
Baskında şehit vermeyen sağlam bir yapıdan söz ediyoruz.
Bush-Erdoğan görüşmesinden sonra hem ülke içinde hem de bölgede dengeler hızla değişiyor olsa da...
Bu temel sorudan vazgeçmemeliyiz.
***
Bir kaç hafta önce...
Bir Pazar sabahı büyük bir acıya uyandığımızda...
Yazdığım yazıda, bu sorunun cevabını şöyle veriyordum:
‘Sınır içi operasyon’da böylesine askeri bir zaaf neden ortaya çıkıyor?
Bu soruyu açıkça ve komplekssizce sormamız gerek.
Gece yarısı operasyon yapan... Yani insiyatifi elinde tutan bir birlik nasıl böylesine rahatlıkla pusuya düşürülüyor?
Askerlerimiz nasıl böylesine kolayca şehit ediliyor?
Ve nasıl on askerimiz kayboluyor?
Şehit sayısı bitmek bilmiyor.
Profesyonel ordu ihtiyacı hiç bu kadar keskinleşmemişti galiba.’
***
Dün, Milliyet Gazetesi’nde, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ın ‘profesyonel ordu’ yaklaşımını görünce, haberin içine düştüm.
‘Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt, ulusal gazetelerin Ankara temsilcileriyle Genelkurmay Karargáhı’nda iki saat süren sohbetinde profesyonel orduya ilişkin soruları da yanıtlayarak, şunları söylüyordu:
‘Bu elbette düşünülebilir. Şu anda Türk Silahlı Kuvvetleri bütçeden önemli pay alıyor ama profesyonelleşme olursa bu payın iki katına çıkması gerekir. Bu olayın bir yönü ama asıl olan Mehmetçiğin vatan sevgisidir. Kurtuluş Savaşı’nı da bu Mehmetçikle yapmadık mı?’
Terörle mücadelede verilen eğitimin çok önemli olduğunu söyleyen Büyükanıt, ‘Bunu kimi gezilerde siz de gördünüz. Biz Mehmetçiğe sonuna kadar güveniyoruz’ demekteydi.
Profesyonel ordu konusu...
Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral İlker Başbuğ’un, Orgeneral Büyükanıt’la birlikte, Eğirdir Dağ Komando Okulu ve Eğitim Merkezi Komutanlığı’nda bir süre önce düzenlediği basın toplantısında da gündeme gelmiş, o toplantıda 2008 yılından itibaren altı komando tugayının tamamen profesyonel hale getirileceğini belirtmişti.
***
Profesyonel ordu meselesinin ilk şartı ‘bütçeden savunmaya giden payın iki misline çıkması’ ise...
Ve bunun kadar önemlisi de vatana korumaya çalışan ‘Mehmetçiklerin’ yaşamlarını korumak ise...
Tartışmaları ‘bütçe ve profesyonel ordu zorunluluğu’ üzerinde yoğunlaştırmak da gerekmez mi?
Star, 12.11.2007
|
Mehmet ALTAN
13.11.2007
|
|
|
|