|
|
|
AB ilerleme raporlarınnı düşündürdükleri |
Türkiye’nin AB resmi adaylık süreci 1999 Helsinki zirvesiyle başladı. Bu görüşe karşı olanlar ve sürecin zaten başlamış olduğunu söyleyenler de var, bu söylemde hukuki gerçeklik payı da var ama işin ciddiye binmesi, her iki taraf için de, Aralık 1999 Helsinki zirvesi.
İlerleme raporları ilke olarak resmi adaylıkları kesinleşmiş ülkeler için yayınlanırken, bu süreç bizim için 1998 senesinde yani Helsinki’den bir sene önce başlıyor ve böylece dün yayınlanan İlerleme Raporu Türkiye’ye yönelik onuncu raporu oluşturuyor.
***
İlerleme raporları ülkemizde, özellikle 2000 sonrası, sert eleştirilere konu olmuş belgeler.
Sert ve kanımca çok da anlamlı olmayan bu tepkilerin temel nedeni İlerleme Raporu diye adlandırılan ve AB Komisyonu bürokratları tarafından hazırlanan söz konusu belgelerde ülkemizin hukuki ve ekonomik yapılanmasına, yönetimin eski ya da güncel yanlış karar ve uygulamalarına çok net eleştiriler getirilmiş ve getiriliyor olması.
Avrupa Birliği Komisyonu’nun ülkemizin hukuki ve ekonomik yapılanmasına, yönetimin yanlış kararlarına eleştiriler yazmasını da çok doğal karşılamak şart zira Türkiye AB tam üyeliğine aday bir ülke ve tam üyelik demek AB müktesebatına hukuki ve ekonomik anlamda tam uyum demek.
AB Komisyon bürokratlarının bu süreçte bizim kimi hukuki ve ekonomik yapılanma ve uygulamalarımızı doğru ya da yanlış bulması da çok normal zira bu bürokratların temel doğru ve yanlış referansları var ve bunlar Kopenhag ve Maastricht siyasi ve ekonomik kriterleri, AİHM içtihatı ya da en genel ifade biçimiyle AB müktesebatı (acquis communautaire).
AB’ye tam üyelik de bizim bir siyasal irademiz olduğu için bu eleştirileri ciddiye almak ve gereğini de yerine getirmemiz lazım.
Üstelik Avrupa Birliği kurumları ve üye ülkeler yönetimleri bünyesinde yaşanan nispi karmaşa içinde Avrupa Birliği Komisyonu, bir kurum ve kurum çalışanları olarak Türkiye’nin daha özgür, daha zengin, daha güvenli gelecek projesine en objektif ve hatta sıcak bakan kesim.
İşin özeti, şayet gerçekten daha zengin, daha özgür ve daha güvenli bir gelecek temennimiz varsa, AB Komisyonu tarafından yayınlanan ilerleme raporlarını ve eleştirileri ciddiye almamız gerekiyor.
***
Yukarıda değindiğim gibi dün yayınlanan Rapor, 1998’den günümüze bize sunulan onuncu rapor ve şayet tüm raporları masanızın üzerine koyar, ilkinden başlayarak objektif bir gözle bu raporlardaki önerileri okur ve üzerlerinde düşünürseniz söz konusu eleştiri ve önerilerin çok ama çok büyük bir bölümünün büyük bir haklılık payı taşıdığını ve bu önerileri yerine getirmeden ülkemizin daha zengin, daha özgür ve daha güvenli bir gelecek projesinin kalıcılığının zor olduğunu teslim edersiniz.
Tabi, Türkiye içindeki ekonomik ve pozisyonel konumunuz, daha zengin, daha özgür ve daha güvenli bir ülke geleceği genel projesinden kişisel olarak, özel olarak sapma gösteriyorsa yani hukuk devleti evrensel ilkelerinin, evrensel insan hakları standartlarının ve rekabetçi bir piyasa ekonomisinin kalıcı olarak yerleşmesinden kişisel zarara uğruyorsanız AB projesine ve bu projenin olmazsa olmazı ilerleme raporları eleştiri ve önerilerine mesafeli durur hatta bu önerilere ülkemizi bölmeye, laikliği zedelemeye matuf, Türkiye’nin Cumhuriyet kazanımlarını geriye götürecek, ülkeyi bir manda yönetimi altına sokmaya gayret eden, ülkenin güneydoğusunu Kürtler’e, doğusunu Ermeniler’e peşkeş çekmeye yönelik bir öneriler kümesi olarak bakarsınız.
Kapalı toplumun ekonomik ve pozisyon rantlarından yararlanan kesimler için de bu tutum çok rasyoneldir, akılcıdır.
Ama şayet gerçekten iyi niyetli ama bu rant kollayan kesimlerin propagandasından etkileniyorsanız geçmişte bu kesimlerin ne büyük yanlışları ne kadar kolay ve kimlerin canını ne kadar yakarak yapabildiklerini Milliyet gazetesinde yayınlanan mülakatlardan izlemenizi öneririm.
Örnek mi istiyorsunuz? Genelkurmay emekli Başkanı Sayın Doğan Güreş Paşa ‘AB Türkiye’yi bölmek istiyor’ buyurmuş.
Kimi ciddiye almak gerektiğini geçen 10 sene bize çok net gösterdi gibime geliyor.
Star, 7.11.2007
|
Eser KARAKAŞ
08.11.2007
|
|
|
Rapor sevindirdi |
2007 İlerleme Raporu, bazı eleştirilere rağmen, Türkiye’ye olumlu bakıyor. 301. maddenin değiştirilmesi, dokunulmazlığın kısıtlanması, Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılması gibi hususlar, zaten bizim gündemimizde. Neden hâlâ bu konularda adım atılmadığına şaşmamak mümkün değil.
22 Temmuz seçimleri, öncesi ve sonrasında yaşananlar, ilk başta Avrupa Birliği’ni, Türkiye konusunda umutsuzluğa sevk etmiş olsa dahi, işin içinden demokratik bir biçimde sıyrılmamız, belli ki onları hem hayrete düşürmüş, hem de Türk milletinin demokrasiyi içselleştirdiğine dair kanaat edinmelerine yol açmış. İlerleme Raporu’nun hedefinde, belki de bu yüzden, hükûmetten ziyade, cumhurbaşkanlığı seçimlerine müdahale eden ordu var; 367 toplantı yeter sayısı zorlamasını yapan Anayasa Mahkemesi var. İlerleme Raporu’nu hazırlayan komisyonun gözünden, Nokta dergisinin kapatılmasında askerin rolü ve bazı basın mensuplarının TSK tarafından akredite edilmemesi hususları da kaçmamış.
22 Temmuz seçimlerinden sonra, % 10’luk baraja rağmen, DTP’nin ve MHP’nin de parlamentoya girmesiyle, temsil sorununun aşılması müspet bir gelişme olarak değerlendiriliyor.
Türkiye, birdenbire, kendisini, tırmanan PKK terörüyle karşı karşıya buldu. 22 Temmuz’dan sonra, bunlarla vakit kaybedeceğimize, doğrudan doğruya anayasa tartışmalarını neticelendirebilseydik, bu arada eleştirilen 301. madde de dahil, TCK’nın düşünce hürriyetini sınırlayan hükümlerini Meclis’te ele alabilseydik, bugünküne göre çok daha olumlu rapor çıkması mümkündü.
Sabah, 7.11.2007
|
Nazlı ILICAK
08.11.2007
|
|
|
301 ve yorumu |
Hükümetin TCK’nın 301’inci maddesiyle ilgili eleştirilere cevabı, “Bekleyin, uygulamayı görelim” şeklinde olmuştu.
Sonunda uygulamayı gördük.
Şişli 2. Asliye Ceza Mahkemesi, Arat Dink ve Sarkis Seropyan hakkındaki mahkumiyet kararında yargının 301’e nasıl baktığını ortaya koydu.
Karar, hukuki olmaktan çok siyasi, özgürlüklerin sınırını genişletmekten çok daraltıcı bir anlam taşıyor.
Batı’da özgürlüklerin alanı ağırlıklı olarak bağımsız yargının kritik konulardaki duruşu ve müdahalesiyle sağlanmıştır.
Türkiye’de durumun böyle olmadığı görülüyor.
Bölücü terör belasıyla mücadele edilirken düşünce ve ifade özgürlüğünü gündeme getirmek kimilerine absürd gelebilir.
Ancak bu özgürlüğe en çok ihtiyaç duyduğumuz bir dönemden geçiyoruz.
Çünkü ülkemizin ve başka ülkelerin yakın tarihi terörün despotik dönemlerde tırmandığını, özgürlük ve hakların yaygınlaştığı süreçlerde ise kendine taban bulmakta zorlandığını göstermektedir.
Her konuyu şiddete başvurmadan tartışabilen toplumlar huzur ve refah ortamında gelişmeyi, büyümeyi sağlıyor.
Düşünceyi kısıtlayan, ifade özgürlüğünü “halkın psikolojisi üzerinde olumsuz etki” yapan bir unsur gibi gören yaklaşımlar ise toplumu gerilime, huzursuzluğa itiyor.
Düne kadar “Kürdüm” demenin yasak olduğu bir ülkede, bu yaklaşımın ne kadar kötü sonuçlar doğurduğunu dönemin komutanları bugün söylüyor.
Türkiye’de kimsenin her şeyin açıkça konuşulmasından, tartışılmasından korkusu, rahatsızlığı olmaması gerekir.
Bunu AB istediği için falan değil, kendi toplumumuzun sağlığı için gerçekleştirmek durumundayız.
Kendi sınırlarımız içinde tartışılmasını istemediğimiz konular, dünyanın çeşitli üniversitelerinde, gazetelerinde bizim hiçbir katkımız olmadan tartışılınca asıl zararı görüyoruz.
Günümüz dünyasında bilgiye, özgür düşünceye sınır koymak mümkün değil. Komünist Çin bile bunu başaramıyor.
Kimsenin de başarması mümkün değil.
Bu nedenle uygulamayı görme noktasını geçtiğimiz açık.
Bu madde düşünceyi cezalandırmaya çok elverişli bir alet ve bir an önce bu maddeden kurtulmamız gerekir.
Sabah, 7.11.2007
|
Ergun BABAHAN
08.11.2007
|
|
|
Terörle mücadelede özeleştiri, teknik ve ideoloji |
Türkiye, 1999’da başlayan 3 Kasım 2002 seçimleriyle güçlenerek devam eden büyük dönüşümün sancılarını yaşıyor. Cumhurbaşkanlığından üniversiteye, Kürt meselesinden kadın meselesine, terörden güvenlik reformuna kadar bir çok alanda bu sancının tezahürleri görülüyor.
Türkiye, küreselleşme ve liberalleşme istikametinde demokratikleşme, sivilleşme ve piyasa ekonomisi çerçevesinde büyük reformları hayata geçirirken devlet, siyaset, sivil toplum, ve ekonomi hasılı bütün toplum içinde bu reformlara intibak edenlerle reaksiyon gösterenler arasında tartışmalar yaşanıyor.
Terör, bu tartışmayı krize dönüştüren bir katalizör vazifesi görüyor. Reform sürecinin Kürt meselesinde devletin geleneksel yasak ve baskı anlayışından ayrılarak özgürlükler ve normalleşme yönündeki dinamikleri harekete geçirmesi, terör kullanarak netice almak isteyen PKK’yı zor durumda bıraktı. Kürt meselesindeki yumuşamanın neticesinde 22 Temmuz seçimlerinde görüldüğü gibi PKK ve paralelindeki etnik temeldeki siyasi oluşumun taban kaybetti. Bu yüzden PKK, bölgeyi yeniden otoriter bir iklime sokarak şiddet marifetiyle bölgeye hâkim olmak ve farklılıkları ezmek istemektedir.
Kürt meselesindeki değişim ve ortaya çıkan yeni dinamikler, geleneksel zor politikasını savunan güvenlik bürokrasisi içinde de tartışma başlattı. Polis ve istihbarat çevrelerinde olgunlaşan bu tartışmanın, kimi ipuçları şimdi askeri çevrelerde görülüyor. En son Fikret Bila’nın PKK ile mücadelede üst düzeyde görev almış askerler yaptığı söyleşiler, bu bakımdan manidar. Askerler, artık Kürt meselesi ile PKK’yı birbirinden ayırmaya çalışıyorlar. Çalışıyorlar diyorum çünkü bu söyleşilere baktığımızda generallerin değil birbirleriyle kendi içlerinde dahi çelişkiler yaşadıkları anlaşılıyor. Söylediklerini bir sonraki cümlede tekzip edebiliyorlar. Aytaç Yalman, Kürt meselesinin sosyal boyut halindeyken, Kürt yoktur diye eğitilmelerinden kaynaklanan inkarın meseleyi terörize ettiğini söylerken, devamında asimilasyondan bahsediyor. Doğan Güreş ise Özel Kuvvetler için “Türk PKK’sı” diyebiliyor, ABD ve AB’nin PKK’yı desteklediğini söyleyebiliyor. Hilmi Özkök, Türkiye’nin Kuzey Irak’taki oluşuma yardım ederek bir tür devlet olma antrenmanı verdiğini söylerken diğer yandan aksi halin yaratacağı probleme, KKTC ve Azerbaycan’a verilen destek gibi Kuzey Irak’taki akrabalarımıza destek olmak gerektiğine dikkat çekiyor.
Anlaşılan o ki, geçmişte Türkiye’de Kürt yoktur diye yanlış yapanlar, şimdi Kuzey Irak’taki gerçekleri kabul etmedikleri için yanlış yapmaya adaylar. Öte yandan terörle mücadelenin teknik uygulamalarında da özeleştiriler, yenilikler söz konusu. İşte daha önce dışlanan polis özel timi yeniden operasyonlara dahil ediliyor. Diğer yandan profesyonel iki komando tugayı oluşturuluyor. Geçen 23 yıldan sonra, bu kararların alınmasında bir gecikme yok mu? Türkiye’nin bu kadar yanlışı kaldırma lüksü var mı? Görüldüğü gibi Türkiye bir yandan geçmişteki yanlışlarını tartışırken, diğer yandan bu yanlışların kökenindeki ideolojik bakış açısıyla ve güvenlik sektörünün teknikleriyle hesaplaşmayı başaramıyor. Bu hataların arkasında güvenlik sektörünün tam anlamıyla parlamento, hukuk ve kamuoyu denetimi altına alınamaması yatıyor.
Bugün, 7.11.2007
|
Murat YILMAZ
08.11.2007
|
|
|
Yeni bir cami ihtiyacı |
Türkiye her önüne gelenin hayırseverlik kisvesi altında cami yaptırdığı, laiklerin canını sıkacak kadar çok caminin bulunduğu, ama cami tartışmalarının bir türlü bitmediği bir ülke malum. Kırılma noktalarımızdan biri Taksim’e yapılacak cami ve karşı çıkanların ortak kaygısı “Yeni bir camiye ihtiyacımız var mı” oluyor. İslamcı kesim de ister istemez kişi başına düşen cami miktarını istatistik olarak sunuyor insanların gözünün önüne.
Ancak herkesin bildiği Taksim’e yapılması düşünülen caminin ibadete hizmetinden çok simgesel anlamı. Taksim, İstanbul’un en meşhur meydanı olarak kendini Atatürk Kültür Merkezi’yle, bir anlamda da laiklikle özdeşleştirmiş bir yer. Taksim’e cami, bu laiklik simgesine bir saldırı mı acaba?
Camiler belli başına birer sembol elbette. İstanbul’un simgesel önem bakımından en dikkat çeken camii ise Teşvikiye şüphesiz. Kentin en zenginlerinin yaşadığı bir semtin arasına sıkışmış, bir tür meydan işlevi gören caminin en önemli özelliği buradan kaldırılan cenazaler.
Yıllarca Sabetayist cenazelerinin kalktığı cami olarak ünlenen Teşvikiye aynı zamanda bir statü sembolü. Diyelim ki Anadolu yakasında yaşıyor birisi, ama yine de cenazesi Teşvikiye’den kalkıyor. Türkiye’yi yöneten sınıflar, elitler son yolculuklarına Teşvikiye’den uğurlanmayı tercih ediyor. Cenaze töreninin farklılığından değil, Teşvikiye Camii’nin simgesel anlamından dolayı.
Ve, evet, Türkiye’nin yeni bir camiye ihtiyacı var. Çünkü Teşvikiye artık bu yoğunluğu kaldırmıyor. Daha da açık söylemek gerekirse modern bir Beyaz Türk camiidir yapılması gereken, Teşvikiye’ye alternatif.
Geçenlerde, Nişantaşı’nda bir restoran sahibiyle konuşuyorduk, masada biraz da patavatsızca belki şu tespit yapıldı: “İyi bir cenaze olduğunda sizin orası çok güzel oluyor.”
Yersiz, belki saygısız bir yorum şüphesiz ama doğruluğu da bir o kadar kesin. “İyi biri”den kasıt cenazesine çok farklı insanların katıldığı, kuvvetli, medyatik, konumlu biri şüphesiz. Bu cenazeler artık herkesin fark ettiği üzere bir kokteyl olarak geçiyor ve gelenler ölüyü uğurlamaktan çok birbirleriyle sosyalleşmeyi tercih ediyorlar. Ardından da çevredeki çeşitli cafelere yayılıyorlar.
Ufuk Güldemir’in cenazesinin ardından Brasserie bir medya zirvesine ev sahipliği yapmıştı. Erdal İnönü’nün ardından günümüz iktidarının figürleri Saray Muhallebicisi’nde buluştu.
Başkalarını görme telaşından ilgili ilgisiz herkes de bu cenazelere geliyor, kokteyl ruhunu paylaşıyor.
Çığrından çıkan cenaze kalabalığı haftaiçleri Nişantaşı’nda hayatın durmasına yol açıyor. Acil bir durum olsa semtte kilitli kalırsınız.
Başta Mehmet Şevket Eygi olmak üzere İslam uzmanı pek çok kişinin de işaret ettiği gibi maalesef günümüzde dinin simgelerinin Türkiye’deki yansıması estetikten epey yoksun. Her isteyen cami yapınca ortalığa müthiş bir mimari kirlilik de çıkıyor, bunun önüne geçilemiyor. Aynı durum müezzinler açısından da geçerli: İyi ezan okuyamayan, ezanın ruhunu yansıtamayan dolayısıyla da yaptığı işe saygı duymayan müezzinler İstanbul’da müthiş bir gürültü kirliliği yaratıyor.
İstanbul’a yapılacak yeni bir cami Türkiye’deki İslam’ın algılanışa da katkıda bulunacak, modern bir yorum olmalı. Bu ülkenin laik yapısının simgesi olacak, mimarisiyle, kullanışlı olmasıyla, müezzinleriyle de ön planda olmalı. Ama yeri Taksim olsun da demiyorum, bu caminin yapılabileceği, geniş alana ve ulaşıma sahip bölgeler var İstanbul’da. Oralar değerlendirilmeli ve İstanbul modern camiiyle de dünyada tanınmalı.
Kartal’daki kentsel dönüşüm projesinden sorumlu Iraklı mimar Zaha Hadid’in 2000 yılında tasarladığı ve henüz hayata geçmeyen bir cami projesi var mesela. Hadid, alışılageldik bütün kalıpları yıkarak yepyeni bir ibadet alanı tasarlamış. İçinde kütüphanesi, salonu, hatta ana okulu da bulunan bir cami. İbadet alanı ise yerden bir kat yukarıda.
Böylesi bir caminin İstanbul’a getireceği katma değeri düşünün. Hem uluslar-arası alanda hem de gündelik hayatımız bakımından.
Akşam, 6.11.2007
|
Oray EĞİN
08.11.2007
|
|
|
|