Girelim mi girmeyelim mi derken, elli kilometre girmişiz yahu... Ama kesmiyor.
Bize bir Genç Osman lazım ki atlayıp hendeği geçecek, Bağdat’ın kapısın açacak (“kapısını” değil, “kapısın”)...
Hoyda bre!
Arkandayız paşam, elimizde viski bardağı... Teşhis budur.
Vatan uğruna gerekirse Cabernet Sauvignon bile içeriz.
Aslına bakarsanız ben askerliğimi yaptım, rüşvet yemem, kedileri köpekleri severim, çay demlerim, erkenden yatarım... Deeemir aağlarlaa ördüüük ana yuurdu dört baştaaan...
Keşke Deniz Baykal’ı da iktidara getirebilsem ama olmuyor.
Hiç olmazsa bırakın beni Bağdat’tan girip Basra’dan çıkayım! Yiyeeeyyt ulaaaayn!
Aksi takdirde tiraj kaybediyoruz ağabey...
Neyse, yeni gelen çocuk Emin’in yerini tuttu gibi.
Bekir’i içeriye kaydırıp onu üçe mi çeksem, ne halt etsem?
Bastır oğlum, satışlar bombok.
Bastırdım amirim: Ulan bir Mehmet Aurelio kadar olamadınız.
“Korkma sönmez” diyor adam, siz korkuyorsunuz. (...)
Atalarımızın zamanında Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi mi vardı? Beyaz Saray’ın yerinde inekler otluyordu, Condoleezza Rice karısının dedesi de Alabama’da pamuk topluyordu yahu...
Kıırıım’dan geeliiriim geeliiriim, aaatım da Aaaarap’tır heey... Hazır ol vaktine Bağdat Beyi!... Haaalin de haaraaptır heeey...
(...)
Tırsmayın yahu, biz istersek yelkenleri atlastan, halatları ipekten, kesilen sakal daha gür çıkar, sen ki França eyaletinin kralı Françesko’sun.
Pardon, fıkraları karıştırdım galiba.
Ne tırsıyorsunuz, biz PSV Eindhoven’den kendi sahasında bir puan almış bir milletin çocuklarıyız. Takımın yarısı yabancı ama zarar yok. Havasınaa suyunaaa, taşınaa toprağınaaa...
Fakat o kadar uğraştık, bir “yine de şahlanıyor aman kolbaşının kır atı” türküsünü söyletemedik gitti Hasan Mutlucan’a be kardeşim.
Durun bakalım, önce savaş, sonra hayırlısı...
Akşam, 25.10.2007
|