Taha Kıvanç önceki günkü yazısında Serdar Akinan’ın (Akşam) ve Mehmet Altan’ın (Star) yazılarından alıntılarla geçen günlerin iki önemli olayına (Beytüşşebab’ta 12 korucunun kurşuna dizilmesi ve Gabar’da 13 askerin şehit edilmesi) ilişkin çekilen bilgi kıtlığına dikkat çekiyordu. Akinan, ilk olaya ilişkin “Bir parça gazetecilik yapınca işin aslının böyle olmadığını ortaya çıkarabiliyorsunuz”, Altan ise “Aslında Ankara’daki dünkü gelişmeleri an be an izlerken (Gabar’da) ölen askarlerimizin nasıl şehit düştüğünün de cevabının verilmesini bekledim” diyordu.
Evet gerçekten de sadece bu iki yazarın değil, başkalarının da dikkat çektiği gibi bir “bilgi kıtlığı” içindeyiz.
Oysa “bilgi kıtlığı” çekilmemesi, tam tersine “bilgi”nin olabildiğince hür biçimde dolaşımda olması her konuda olduğu gibi “terör-terörist saldırılar” söz konusu olduğunda da vazgeçilemeyecek bir değer taşır.
“Terör”, tanımı gereği “bilgi-bilgilendirme”ye zaten kapalıdır. Ama onunla girişilen mücadelenin de aynı kapalılığı seçmesi her şeyden önce mücadelenin doğru anlaşılıp, doğru yürütülebilmesi açısından bir engeldir.
Demek ki bilginin-haberin hür biçimde dolaşımda olmadığı yerlerde terörün toplum tarafından akılcı yöntemlerle anlaşılıp kavranması ve toplumun akılcı desteğinin kazanılması imkansızdır. Böyle durumlarda ortalık (başta medya olmak üzere) binbir çeşit desenformasyonun ve de sadece hamasi nutukların işgaline sahne olur.
Bu gazetenin okurları hatırlayacaktır: Taha Kıvanç’ın Akinan’dan yaptığı alıntının çok daha genişletilmiş bir hali geçenlerde Yeni Şafak’ta Koray Düzgören imzasıyla yayımlandı. Düzgören, “Gerçeğe ulaşmak için önce onu istemek lazım” başlıklı yazısında, doğrudan Beytüşşebap ilçesinin Beşağaç köyünde—gerçekte—neler yaşanmış olabileceğini gözden geçiriyordu. “O bölgeden gelen her habere şimdiye kadar hep kuşkuyla baktım” diyen yazar, “lafı uzatmadan” konuya giriyor ve Beşağaç’ta neler olmuş olabileceğine dair aklına gelen ihtimalleri sıralıyordu. Şöyle tespitlerle: “Peki işin aslı neydi? İçlerinde 7’si korucu olan 12 köylü neden ve kimler tarafından öldürülmüştü? Son gelen haberlere bakılırsa mesele, korucubaşlarının çıkar ilişkileriyle ilgiliydi.”
Fazla uzatmayacağım, bu kadar yeter. İsteyenler Düzgören’in yazısına kolayca ulaşabilirler çünkü.
Gabar’daki kanlı saldırıyla ilgili olarak da Mehmet Ali Kışlalı’nın bir yazısı dikkatimi çekmişti. Kışlalı’yı tanıtmaya gerek yok herhalde...
Ama bakın, Güneydoğu’da yıllardır süren savaş hakkında yeni bir terminoloji bile ortaya atan Kışlalı, Gabar’da yaşananlar üzerine neler yazıyordu:
“Medya olup bitenlerin özü hakkında suskun. Mahut iki olayın nasıl cereyan ettiğini bile ana hatlarıyla saptayamıyor. Köy korucuları baskınının ve komando timinin ‘pusu’ denilen durumunun oluş şekli hakkında mantıki hiçbir bilgi yok. Ama duygulara hitap eden tüm yazılar bu boşluğu doldurmaya çalışıyor. İlgili makamların olayların oluşumu ile ilgili hiçbir açıklama yapmamalarını ise anlamak olası değil. Komando tugayına bağlı olduğu anlaşılan 18 kişilik, çoğu onbaşı ve subaylardan kurulu, iyi eğitim almış, bu tür mücadele için özellikle yetiştirilmiş timin düştüğü durumu anlamaya da olanak yok. Tim çatışmaya katılan birlikleri koruma görevi yaptıktan sonra dönerken pusuya düşürüldü deniyor. Bu konularda biraz bilginiz varsa, mantığınızı isyan ettirecek bir izah tarzı bu.”
Kışlalı böyle diyor. Benim bu konularda en ufak bilgim olmadığı için araya girmem hepten münasebetsiz kaçar. Ama Kışlalı böyle diyor.
Sizi bilmem ama ben kendimi bu soruların yazarına teşekkür borçlu hissettim. Çünkü haklı olarak, içinde bulunduğumuz “bilgi kıtlığı”nda “duygulara hitap eden yazılar”la yetinmememiz gerektiğini söylüyordu.
Toparlayacak olursak: Cemil Çiçek tezkere Meclis’te görüşülürken “terör”ün hakkından gelecek olanın “demokrasi” olduğunu söyledi. Bunu söylerken ne kadar samimidir onu bilemem ama tespiti tabii ki doğru. “Terör”, hele de özellikle bu ülkenin kadim sorunlarından olan “Kürt sorunu” ile bir biçimde ilişkili olan PKK sorununun çözümü demokrasi olmadan tabii ki imkansız. Ama unutmayalım ki, “demokrasi” de “bilgi”nin serbest dolaşımı sağlanmadan oluşamıyor.
Bitirirken, toplum olarak nasıl bir desenformasyon saldırısı karşısında olduğumuzu çok iyi resmeden bir baş sayfa manşetine de değinmek istiyorum.
Hürriyet gazetesi, “tezkere”nin oylanacağı günün sabahı okurlarına oylamanın niçin “açık” olacağını şöyle açıklıyordu:
“1- Tezkereyi TBMM’de 500’ün üzerinde oyla geçirip dünyaya birlik mesajı vermek.
2- CHP ve MHP de destekledikleri için DTP’yi tek başına bırakıp teşhir etmek.
3- Meclis’te DTP’liler olduğu için kapalı görüşmelerin gizli kalmayacağı endişesi.
4- Kafası karışık Güneydoğu kökenli AKP’leri baskı altına almak.”
Görüyorsunuz değil mi? Kafa karıştırmaya meraklı “kafası karışık” bombardımanı görüyorsunuz değil mi?
Bunların ellerine tezkeresini kim verecek?
Yeni Şafak, 21.10.2007
|