Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 02 Ekim 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Fukuyama’nın şahitliği ile mi?

Orgeneral Başbuğ, “modernite” karşısına çıkarılan “postmodernite”nin barındırdığı kötülükleri sıralıyordu...

Şöyle bir karşılaştırma mesela:

“Modernitenin en önemli noktalarından birisi, gerekli zaman ve yerlerde gerekli önlemlerin alınmasıdır. Önlem, aklın tesadüfe karşı –ki bu tesadüflerin postmodernist düşüncede önemli bir yeri vardır- hazırlıklı olmalıdır. Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: Atatürk Devrimi’nin koruyucusu olan kişi ve kurumlara düşen temel görev, tesadüflere karşı gerekli önlemlerin yerinde ve zamanında alınmasıdır.”

Modernizm-posmodernizm gibi kavramlarla ilgilenmeyi seçen kültür adamları açısından çok rahatsız edici bir değerlendirme bu. Modernite “akıl” yoluyla “tesadüfler”e karşı mevzii alıyor, Atatürk Devrimi’nin “koruyucusu olan kişi ve kurumlar” da “posmodernist düşünce”ye karşı verilen bu mücadele de “modernist düşünce”nin safında yer alıyor.

Anlaşılması zor bir tablo. Felsefi-sosyolojik iki kavramdan mı söz ediyoruz, yoksa askeri bir seferberliğin ana ilkelerinden mi? Korkutucu aynı zamanda.

İki kavram arasındaki gerginlik dönüp dolaşılıp “Atatürk Devrimi”ne dayandırıldığına göre, durum son derece ciddi demektir.

Komutan konuşmasının sonuna doğru sözü –tabii ki- “ulus devlet”e de getiriyor. Bu konuda da bir “emir” var:

Ulus devletin artık ömrünü tamamladığını söylemek yanlıştır. Nokta.

Ama bunun böyle olduğunu söyleyenler var ise (hem de çok) ne yapacağız?

Komutanın bu çerçevede yaptığı şu değerlendirmeye de takıldım kaldım:

“Ulus devletin en önemli özelliklerinden birisi egemenliğin devlete ve ulusa ait olması ile egemenliğin paylaşılamamasıdır.”

Çok yanlış bence. Yanlış, çünkü cümlede geçen “egemenliğin paylaşılamaması” ilkesi zaten baştan çiğnenmiş durumda...

Egemenliğin “devlete ve millete ait olması” (yani ikisi arasında “paylaştırılması”) fikri, eğer bu bir lapsüs değilse, anayasal demokrasinin şu kadar yıllıl tarihinin silinmesinden başka bir şey değildir. Çünkü egemenliğin “devlete (de) ait olması” ancak “eski rejim”in bir ilkesidir. Egemenliği “devlet ve ulus” arasında paylaştırırsanız, elinizde kalacak olanın demokrasi olmadığı açıktır.

“Ulus-devlet”teki “egemenlik” anlayışının bu şekilde anlaşılması ile de ilk kez karşılaşıyoruz.

Sonra bir alıntı daha. Bu seferki düşünür Fukuyama.

Üzüldüm açıkçası. Son kitabı (“State Building”-”Devlet Kurma”) dolayısıyla hakkında “Bush’un imdadına koşan düşünür” gibi benzetmeler yapılan Fukuyama’nın “devletin kuvvetlendirilmesi” çerçevesinde “şahit gösterilmesi” karşısında üzüldüm gerçekten.

1992’de “Tarihin Sonu” adlı kitabıyla “pazar demokrasisi”ni dünyanın bundan sonraki ufkuna yerleştiren, sonra dönüp dolaşıp bir devlet savunucusu olarak Bush’un yakın çevresine demir atan Fukuyama’nın son kitabından çekilmiş bazı cümlelerin birer “hakikat”mışcasına Harbiyelilere hatırlatılmasını da doğru bulmadım. Bir bölümü ABD’nin “pilote ettiği” uluslararası düzenin savunulmasına ayrılmış bir kitabın yazarı niçin şahit gösterilir, anlamak mümkün değil gerçekten.

Yeni Şafak, 1.10.2007

Kürşat BUMİN

02.10.2007


 

Hukuk, bizim hukukçular ve matematik

Türkiye’de hukukla ilgili sorunlar olduğu muhakkak; Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay gibi çok üst düzey yargı organlarının özellikle ifade özgürlüğüne ve mülkiyet hakkına ilişkin kararlarının bir dökümü çıkarıldığında hem içerik hem de süreklilik yani tutarlılık konularında ortaya belirgin sorunlar çıkıveriyor.

Bu iki konuda yani ifade özgürlüğü, mülkiyet hakkı konularında AİHM’de en çok dava kaybeden ülkenin Türkiye olması da yargı erki en üst düzey organlarının henüz, elli yılı aşkın süredir üyesi olduğumuz Avrupa Konseyi hukuk konsepti ile barışık olmadığını ortaya koyuyor.

Oysa hukuk ve özellikle hukukun ifade özgürlüğü ve mülkiyet hakları konusu, benim gibi hukukçu olmayan birinin gözlemi doğrultusunda, çok da zor olmayan bir alan zira standartları, üstelik anayasal bir bağlayıcılıkla (1982 Anayasası, m.90) çok net, belirgin; yapılacak tek şey, açık bir zihinle bu içtihatı Türkiye’de uygulamak; mesele bu kadar basit.

Son günlerde Yargıtay Başkanlar Kurulu’nun ve Danıştay Başkanı’nın açıklamaları basında yer aldı ve Yargıtay Başkanlar Kurulu ‘laik Cumhuriyet’ vurgusunu ön plana çıkarırken, Danıştay Başkanı Sayın Çörtoğlu da ‘Atatürk’ün aydınlık yolundan ayrılmayacaklarını’ dile getirdi.

Bugün esas tartışmak istediğim konu Yargıtay Başkanlar Kurulu’nun ‘laik cumhuriyet’ vurgusunun matematik anlamı; ne demek istediğimi açmaya çalışacağım ama geçerken belirtmek istediğim bir nokta da Danıştay, Anayasa Mahkemesi gibi kurumların başkanlık makamlarının neden ısrarla ‘evrensel hukuk ilkelerinin aydınlık yolundan ayrılmayacaklarını’ vurgulamaktan adeta imtina etmeleri.

‘Atatürk’ün aydınlık yolundan ayrılmamak’ gibi bir ifade ilkokul öğretmeninden, başka bir kamu görevilisine dek daha genel bir ifade iken, bir Yüksek Mahkeme Başkanı’ndan daha ilginç ama daha mesleğe uygun bir açıklama mesela yukarıda belirttiğim gibi ‘evrensel hukuka bağlılık’ sözü işitmemek doğrusu insanı düşündürüyor.

Yargıtay Başkanlar Kurulu’nun ‘laik Cumhuriyet’ vurgusunda ise, demokrasi ve hukuk devleti karşıtı bir anlam olamayacağı için, matematiksel bir sorun olduğunu düşünüyorum.

Türkiye’de hukuk öğretimi gibi çok önemli bir öğretimin mutlaka lisans aşamasından yüksek lisans aşamasına taşınması ve her hukuk okuyan öğrencinin mutlaka ciddi bir matematik dersi görmesinde büyük fayda olacağı kanısındayım; matematik mantık hukukçularımızda çok daha netleşirse ‘gerekli koşul- yeterli koşul’ ayırımı da netleşir ve açıklamalar, tekrar ediyorum şayet kasıtlı bir demokrasi ve hukuk devleti karşıtlığı içermiyorsa ve içeremezse, çağdaş Cumhuriyet’e daha uygun hale gelir.

Bir kez daha ve sıkılarak yazıyorum ki, ‘laik Cumhuriyet’ ifadesi ve vurgusu Cumhuriyet’in laik niteliği uğruna demokrasi ve hukuk devleti ilkelerinin askıya alınabileceği kanısını uyandırabilmektedir çünkü demokrasi ve hukuk devleti olmadan da laik cumhuriyet olabilir.

Ama şayet, Yargıtay Başkanlar Kurulu ‘laik cumhuriyet’ vurgusu yerine ‘hukuk devleti ilkelerinden sapılmayan demokratik Cumhuriyet’ vurgusu yapsaydı daha anlamlı olabilirdi diye düşünmeden edemiyorum zira ‘demokratik hukuk devleti’ zaten laiklik ilkesi olmadan olamayacak bir şey.

Israrla ve özenle Cumhuriyet’in laiklik ilkesi ve sadece bu ilkeye gönderme yapmak çok minimalist bir tavır; oysa ‘demokratik hukuk devletine’ yapılacak göndermeler mantıken zorunlu olarak laikliği de içermek zorunda olduğundan daha maksimalist yani daha talepkar, azla yetinmeyen, daha çok isteyen bir niteleme ve kanımca 2007 Türkiye’sine de yakışan bu.

Laiklik, demokrasi ve hukuk devletinin gerekli ama yeterli olmayan koşuludur; yeterli koşul Anayasa’nın ikinci maddesinde ifadesini bulan üç temel ilkeyi, laiklik, demokrasi ve hukuk devletini ısrarla ve özenle beraber, herhangi birine öncelik vermeden dillendirmektir.

Hukukçularımızın iyi niyetine, laikliğe, demokrasiye ve hukuk devletine olan inançlarına güveniyorum ama matematik mantık da çok önemli.

Star, 1.10.2007

Eser KARAKAŞ

02.10.2007


 

Cuntayı kimler ayakta tutuyor?

“Kimse kızgınlıktan ya da kötü niyetten, diğerine kötülük etmesin?” diyormuş Metta Sutta.

Myanmar’da, Budist rahipler cuntaya karşı gösterileri sırasında sürekli bu duayı tekrarlamışlar.

“Temiz kalpli insan, gönlünün gözü açılır, duygularının bütün arzularından kurtulduğu için, bu dünyaya bir daha yeniden doğmaz.”

Böyle diyormuş Buda’nın Metta Sutta’sı.

Budist rahipler, cuntayı bu duayla doğru yola çekeceklerini sanıyorlardı herhalde.

Ya da cuntanın üzerinde etkisi olanları.

Ama onlar bu dünyadan memnunlar. Ruhlarını özgürleştirmek gibi bir dertleri yok.

Onların tek isteği her gün yeniden doğmak, doğmak. Duygularının doyumsuz arzularını doyurmak, doyurmak.

* * *

Binlerce Budist rahibin sokaklara çıktığı ilk gün, Hindistan Petrol Bakanı, askeri cunta ile petrol ve gaz arama anlaşmaları imzalamak üzere Myanmar’daydı.

Myanmar, Çin ile Hindistan için enerji açısından çok önemli bir nokta. İki büyüğün birbirine karşı kullandığı stratejik bir ülke.

Myanmar’ın henüz çıkartılmamış petrol ve doğal gaz yatakları her iki ülkenin iştahını kabartıyor.

Çin ile Myanmar arasında 2 bin 380 kilometrelik büyük bir petrol boru hattı projesi devrede. Bu hat Çin’in sürekli artan petrol ihtiyacının, Ortadoğu, Afrika ve Venezüela’dan karşılanmasında rol alıyor.

Sadece bu ülkeler değil. Tayland, Güney Kore, Malezya petrol şirketleri de, askeri cunta ile işbirliğinden hiç rahatsız değiller.

Sadece onlar mı?

* * *

Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda ABD Başkanı Bush Myanmar’a yaptırımların artırılması çağrısını yaparken ne kadar samimiyetsiz idiyse, önceki gün Fransa Başbakanı Sarkozy de aynı derecede samimiyetsiz idi.

Sarkozy, Myanmar’daki Fransız şirketlerine yeni yatırımlar yapmamalarını söyledi.

Bu o kadar anlamsız ki. Fransız petrol şirketi Total, askeri cuntayı besleyen en büyük şirket. Yıllardan beri Burma’da. Üstelik 1998’den bu yana zaten yeni bir yatırım yapmadan işleri yürütüyor.

Myanmar’da muhalefet ve Fransız sendikalarının bütün bastırmalarına rağmen ne Sarkozy’nin ne de Total’ın, cuntayı çekilmekle tehdit edeceklerine dair bir işaret yok.

Fransa’nın Sosyalist Dışişleri Bakanı Bernard Kouchner, geçen hafta Total’in askeri cunta ile işbirliği içinde olduğu iddialarını reddetti.

Fransa Dışişleri Bakanı’nın bu tutumu da sürpriz değil tabii. Siyasetten uzak olduğu yıllarda kendi şirketi BK, Total’in Burma’daki operasyonları nedeniyle yıpranan imajını düzeltmek için danışmanlık hizmeti veriyordu.

* * *

Cuntaların en büyük gelir kaynaklarından olan petrol şirketlerinin ikincisi ise Amerikan petrol devi Chevron. George Bush, BM Genel Kurulu’nda yaptırımları ağırlaştırmaktan söz ederken Chevron’u aklının ucundan geçirmiyordu.

Zaten gerçekten askeri cuntanın işini zorlaştırmak isteseydi, onları değil Çin’i muhatap almaz mıydı?

Burma’nın askeri diktatörlüğü Çin’in desteği olmasa ayakta duramaz çünkü.

ABD Başkanı, cuntacılara verdiği desteği çekmezse gelecek yıl yapılacak olan Pekin Olimpiyatları’na katılma kararını gözen geçirebileceklerini söyleyebilirdi.

Bu samimi ve etkili bir tehdit olurdu.

Myanmar’da yaşananlar petrol oyununun bir parçası. Bu öyle bir oyun ki, dünyanın bütün Budist rahipleri Metta Sutta’yı binlerce kez tekrarlasalar bile vazgeçilemeyecek.

Hürriyet, 1.10.2007

Ferai TINÇ

02.10.2007


 

Mağlûp taraf belli

Bu yazının başlığını ‘Bir tartışma ancak böyle kaybedilebilirdi’ diye de atabilirdim. Nedenini bir süre sonra anlayacaksınız umarım.

Düşünsenize; bu ülkede yıllardır üniversitelerde başı örtülü okumak isteyenlere kapılar kapanıyor ve üstelik zor kullanılarak kızlar kapıdan çevriliyor. Sürreel bir şekilde üniversite kapılarına bazı odalar konuluyor ve kızlar bu odalarda örtülerini çıkarmaya ikna edilmeye çalışılıyor.

Bunları yapan ve onlara onay veren insanlar şimdi ‘Mahalle baskısı’ diye bir şeyden şikayet ediyor ve bu konuda bir tartışma açarak bundan sonuç almayı bekliyorlar.

‘Böyle bir şey olabilir mi, bu nasıl bir akıl tutulmasıdır ki; bir insan mağlup olduğu çoktan belli olan bir tartışmaya neden girer ki acaba?’ diye düşünüyorsunuz ama mantıki bir cevabı yok bunun.

Dediğim gibi bu akıl tutulması olmalı. Utanç verici davranıp da şimdi şikayete başlayanlara çocuklar bile gülerken, karşı taraf tartışmayı kazanmış olmanın entelektüel keyfini çıkarıyor. Hakları da... Kimsenin diyebileceği bir şey yok.

Akşam, 1.10.2007

Serdar TURGUT

02.10.2007


 

Yorgun başlangıç

AKP hükümetine aslında en ağır eleştiri eski bakan Abdüllatif Şener’den geldi: Yeni hükümet yeniliğin gerektirdiği bir başlangıç yapamamıştır.

Bunun nedenlerinden biri belli. Bütün ülkeyi yoran tartışma konuları AKP’yi, başındakileri ve bütün hükümeti de yoruyor. Türban gibi bir konuya takılan ya da anayasa tartışmalarının ardından sürüklenen bir hükümetin kendisinden beklenen canlılığı göstermesi zordur.

***

Tayyip Erdoğan da yorulmuştur.

O da bir “muhtıra” atlatmış, genel seçimde beklentisinin üzerinde bir yükseliş yapmış ve en daraldığı mesele olan cumhurbaşkanı seçimini de istediği gibi tamamlamıştır.

Bu yorgunluğun atılması ve yeni hükümete oy vermiş olan ülkenin yarısının beklentilerinin karşılanabilmesi için en tepedekilerin, biraz geriye çekilip hep birlikte nerede ve nasıl durduğumuzu görmeye çalışması gerekir.

Bunu yapsalar zaten türban gibi bir konunun bu kadar abes noktalara sürüklenmesini engelleme iradesini gösterebilirlerdi. Bunu başaramadıkları gibi konunun İran ve Malezya örnekleriyle daha da ısınmasını ve ülkeyi germesini önleyemediler.

***

AKP ve Erdoğan’a oy verenlerin temel saiklerinden birinin “huzur” olduğu çeşitli araştırmalara da yansımıştı. Bu, konu ne olursa olsun ülkenin gerginlikten uzak tutulması talebini içeren bir tavırdır. Burada PKK terörünün sona erdirilmesi de önemli bir talep olarak görünmektedir. Cumhurbaşkanı Gül’ün makamına oturduktan sonra ilk yaptığı gezi için Güneydoğu’yu seçmesi de önemli bir işaret olarak alınmış ve geniş bir destek görmüştür.

***

AKP’nin tepesindeki yorgunluğun açık sonuçlarından biri de çok daha iyi yönetilebileceği halde anayasa hazırlık sürecinde yaşanan topallamadır.

Yorgunluk hızlı ve doğru karar vermeyi etkiler, tepkilerin yavaşlamasına ve sonuçta olayların peşinden sürüklenme durumuna yol açar.

Abdüllatif Şener, geçen beş yıllık süreci içinde bulunarak yaşadığı için bugünkü durumu daha açık görme imkânına sahiptir. Dışardan gelen eleştirilere karşı fazla açık olmayan Başbakan belki Şener’in uyarılarını dikkate alabilir.

Bunun karşılığı da sadece bir dönem önceki icraatıyla bir seçim kazanmanın ötesine geçebilmesi ve önümüzdeki beş yıl için Türkiye’nin önüne bir ana vizyon ve onun altını oluşturan diğer vizyonların konulmasıdır.

Bu noktada da hükümetin elinde Avrupa Birliği gibi somut bir hedef ve araç vardır, tabii eğer gerçekten kullanmak isterse.

Vatan, 1.10.2007

Okay GÖNENSİN

02.10.2007


 

Leyla Alaton’a AKP’den tebrik

Leyla Alaton, bir iş kadını olarak kendi çözümünü getirmişti. Onu arayıp, tebrik edenler arasında AKP’nin en üst düzey isimleri de oldu!.. “Paradan önemli şeyler var” diyenlere ise, Leyla gülüp geçiyor.

Bugün, 1.10.2007

Perihan ÇAKIROĞLU

02.10.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri