Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 29 Eylül 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Kemalist savunma refleksi

İstanbul Bienali’nin küratörü, sanat uzmanı Hou Hanru’nun katalogda yer alan cümleleri, Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Dekanı Prof. Nazan Erkmen ve öğretim üyeleri tarafından ‘ şiddetle’ kınandı.

Ne diyordu Hanru? Özetle şöyle:

“Türkiye, Batılı olmayan ilk modern cumhuriyetlerden ve gelişen dünyanın kilit oyuncularından biridir. Ancak, tepeden inmeci ve zaman zaman askerler tarafından dayatılan, gayri demokratik Kemalist modernleşme modeli, çeşitli sorunlara, çelişkilere, ikilemlere yol açmıştır.”

Devam ediyor Hanru:

“Buna karşılık, popülist siyasi ve dini güçler, toplumsal talepleri yeniden oluşturmayı, yönlendirmeyi ve bu talepleri kendi çıkarları yönüne çevirmeyi başardı.”

İşte kınanan bu laflar.

Peki yanlış mı Hanru’nun söyledikleri? Tam da böyle olmadı mı?

Gidin üniversitelere; tarih, sosyoloji ve siyaset bilimi derslerini dinleyin: Bütün bunlar anlatılır, analiz edilir ve tartışılır.

Cumhuriyetin çağdaşlaşma projesinin jakobenliğini, en hararetli savunucusunun ordu olduğunu, tek parti dönemine demokrasi denemeyeceğini Kemalistler de söylemiyor mu?

Fark şurada: Kemalistler o döneme “ olduğu gibi “ sahip çıkıyor, ‘ biz’ ise birçok uygulamayı eleştiriyoruz.

Peki söylenenlerin gerçek olduğunu bilmelerine... Ve ayrıca ( normal şartlarda ) sanatın özgür olmasını savunmalarına rağmen... Prof. Erkmen ve meslektaşları, Hanru’yu niye şiddetle kınıyor?

Efendim, ben bu “reflekse” bizzat şahit olmuştum. Sebebini sorduğumda hocalar, tabii özel sohbetlerde itiraf etti:

Bulundukları ortamda Atatürk dönemi, Kemalizm, inkılaplar filan eleştirilir de... Onlar da itiraz etmezse... Haklarında soruşturma açılmasından korkuyorlar:

“Katıldığın sempozyumda Atatürk eleştirilmiş ama sen sessiz kalmışsın... Hesap ver bakalım!”

Hocaların, özellikle de bölüm başkanı, dekan ve rektör gibi yöneticilerin bu tehlikeye karşı önceden hazırlayıp ezberledikleri bir paragraflık karşılıkları vardır.

Eleştirileri duydukları anda, söz alarak... “Atatürk, aydınlanma, çağdaş medeniyetler, Türk ulusu” gibi kavramların bolca geçtiği o paragrafı bir solukta okurlar... Ve tehlikeyi savuşturmanın iç huzuruyla konuşmaları dinlemeye devam ederler.

Velhasıl: ‘Kınama’ olayı, yukarıda anlattığım prosedürün uygulanmasından ibaret olduğu için, Prof. Erkmen ve arkadaşlarını ciddiye almak gerekmiyor.

Ama uluslararası sanat camiası hak ettikleri notu verdi; o da ayrı konu.

Sabah, 28 Eylül 2007

Emre AKÖZ

29.09.2007


 

Darbeci generaller Burma’yı ‘kurtarmaktan’ vazgeçer mi?

‘Üçüncü dünya ülkeleri kendi ordularının işgali altındadır’.Burma’daki askeri cuntanın kendi halkına çektirdiklerine ilişkin son haberler, bu tespitin haklılığını bir kez daha gösterdi.

‘Askerler, Bukee köyüne sabah saat 10 civarında geldi. Hemen, hiçbir şey konuşmadan işe koyuldular. Önce hayvanları vurdular. Sonra da beş köylüyü... Ardından ağaçlıklı tepenin üzerindeki evleri yaktılar’.

Geçen yıl BBC muhabiri A. Harding, eski adıyla Birmanya veya Burma, yeni adıyla Myanmar olan ülkedeki rutin bir köy baskınını böyle anlatıyordu. Baskın, göçe zorlama, kitlesel cinayetler ve tecavüz, 1962’den beri bir kene gibi iktidara yapışıp, onu sivillere devretmeye yanaşmayan cunta için sıradan işlerdendi.

Burma veya Birmanya, ya da cuntanın verdiği isimle Myanmar halkı, cuntadan ve onun ‘disipline edilmiş demokrasi’sinden kurtulmak için bütün barışçı yolları deniyor. Bunu 1990’da, askerlerin hoşlanmadığı partiye % 60 gibi ezici bir çoğunlukla oy vererek gösterdi. Ama ordu, demokrasi yanlısı partinin kazandığı bu seçimlerin sonucunu tanımayı reddetti. Ülke o zamandan beri, demokrasi isteyen halk ile suyun başından ayrılmak istemeyen ordu arasındaki gerilimin yükünü taşıyor.

Burma, zengin bir ülke değil. Böyle giderse zenginleşemeyecek de. Çünkü demokratik olmayan her ülkede olduğu gibi burada da yolsuzluk ve rüşvet yaygın. Dış yatırım yapmak isteyenler, hesaplarına ödemeleri gereken ‘çay parası’nı da dahil etmek zorundalar. Cunta hükümeti, bütçede silaha sağlıktan yüz kat fazla kaynak ayırıyor. Acaba başta silah alımı olmak üzere, askerlerin ‘iktisadi’ faaliyetleri, ihaleleri vs. siviller tarafından denetleniyor mudur?

Geçen yıl bazı üst düzey kamu görevlilerinin maaşlarında yüzde binin üstünde artış yapılmış. ‘Ülkeyi kurtarmanın’ da bir maliyeti olacak tabii.

Bugün Burma Halkı, cunta yönetimine karşı Budist rahiplerin öncülüğünde sesini yükseltiyor. Başkent Yangon (Rangoon)’daki meydanları dolduran on binden fazla rahip, kendilerine destek veren halkla beraber gösterilere devam ediyor.

Asker ve polisin, ‘otoriteyi sarsan’ gösterileri bastırmak için göz yaşartıcı bomba ve kurşunlama dahil her türlü yöntemi kullandığı haberleri geliyor. Bir grup rahip, tıraşlı kafaları kanla kaplanıncaya kadar dövülmüş (Bu yazıyı yazdığım ana kadar ölü sayısı 8’di). İki gece önce de kapı ve pencereleri kırarak manastırlara giren askerlerin, uyuyan rahipleri dövdüğü, yüzlerce din adamının da askeri kamyonlara doldurularak götürüldüğü haberleri vardı.

Generallerin güdümündeki devlet medyası, tutuklamaların nedeninin ‘ulusun güven ve istikrarını ortadan kaldırmaya yönelik faaliyetler’ olduğunu belirtmiş. Burma’nın birlik ve beraberliğe en fazla ihtiyaç duyduğu şu günlerde gösteri mi yapılırmış? Burma ‘halkı’, ‘ulus’un güven ve istikrarını ortadan kaldırmaya çalışıyormuş. Besbelli ki Burma halkı kendi çıkarının nerede olduğunu göremiyor. Neyse ki, 1962’den beri onlar adına, onlara rağmen, onların iyiliği için çalışan bir ordusu var. Ama görülen o ki, Burmalılar ordunun kendilerini daha fazla ‘kurtarmasını’ istemiyorlar.

Acaba oradaki basın da başka bazı ülkelerdeki gibi militarizmi meşrulaştırmak için ‘ikna edici haber’ler yaptırıyor mudur? Meselâ ‘benzin fiyatlarının artışını bahane eden aşırı dinci rahipler isyan provası yaptı’, ‘laiklik tehlikede’ veya ‘amaç teokratik devlet’ gibi manşetler atılıyor mudur? Ya da rahiplerin desteklediği demokrasidense, laik diktatörlüğe taraftar olan aydınlar var mıdır?

Şimdi ABD ve İngiltere Burma’daki diktatörlüğü kınarken, darbe hükümetiyle askeri ve ekonomik ilişkileri güçlü olan Rusya ve Çin ise daha ‘anlayışla’ yaklaşılmasından yana. Anlaşılır bir durum bu. Çünkü halkın seçtiği meşru hükümete karşı darbe yapan askerler, kendi halklarına dayanamayacaklarına göre mecburen dış bir güce dayanacaklar demektir.

ABD Başkanı Bush, Burma’daki askeri diktatörlüğü eleştirmiş. Bush ABD’sinin cuntayı insan hakları ihlalleri yüzünden eleştirmediğini anlamak için uzman olmaya gerek yok. Acaba cunta Çin veya Rusya’ya fazla yakınlaşmış olabilir mi? Kendi halkına yakınlaşamayan orduların dışarıdan efendi veya partner aramalarının da böyle sıkıntıları oluyor işte. Hangi kabadayıya ne kadar yakınlaşacaklarını iyi hesaplamaları gerekiyor. Yoksa günahları bir anda ortaya dökülüyor.

Tabii bu arada olan da Burma halkına oluyor. Acaba askerler Burma halkını rahat bırakıp, onu zorla ‘kurtarmaktan’ vazgeçip kışlalarına döner mi? Darbelerin ekonomi politiğini bilenler, askerlerin bir ülkenin yönetiminde etkili olmasının onlara sağladığı ekonomik ve siyasi avantajları kolaylıkla terk etmeyeceklerini de bilirler.

Dileyelim Burma halkı, onları kışlalarına göndermeyi başarsın.

Star, 28 Eylül 2007

Berat ÖZİPEK

29.09.2007


 

Zorunlu din dersi

Anayasa taslağının en tartışmalı maddelerinden birinin de zorunlu din dersinin kaldırılması olacağı görülüyor.

Bu nokta Ak Parti içinde de hararetli tartışmalara ve belki de ayrışmaya neden olacak. Din dersinin zorunlu kalmasını isteyenler yıllardır söylediklerini tekrar edecek; bizdeki bu dersin müslümanlık öğretilen bir ders değil, dinler tarihi dersi olduğu söyleyecek ama doğrusu hiç de inandırıcı olmayacaklar. (...) Öte yandan zorunluluğun kalmasını savunanlar da laik bir düzende devlet okullarında din dersinin zorunlu oluşunun devletin dinler karşısında tarafsız olması ilkesine aykırı olduğunu söyleyecek ve haklı olacaklar.

Ama onlar da eksik söylemiş olacak! Çünkü laik devletin din eğitimi konusundaki tutumunun tek değil iki ayağı vardır: Laik devlet sadece zorunlu din dersini yasaklamakla yetinemez. O aynı zamanda anne babaların, çocuklarına istedikleri yaşta ve istedikleri tarzda din eğitimi yaptırma özgürlüğünü de güvence altına almakla yükümlüdür. Okullarda zorunlu din dersine karşı çıkmakla, ailenin çocuğuna istediği din eğitimini verme hakkını savunmak aynı politikanın iki ayrı yüzüdür; birbirini tamamlayan politikalardır. Ancak ikisi birden savunulduğunda tutarlı, haklı, adil ve laik olunabilir. Bu ikisinden sadece birini savunan, hangi parçasını savunursa savunsun, laikliği anlamamış demektir. Ama şimdi Ak Parti kalkıp din eğitimi konusunu bu iki politikayı da içeren bir paket olarak ortaya getirse; bir yandan din dersini zorunlu ders olmaktan çıkarırken bir yandan da sivil toplumun kendi imkanlarıyla ve kendi ihtiyaçlarına göre ortaya çıkaracağı çeşitli kurumlarda din eğitimi yapılmasına olanak veren bir düzenleme yapsa; mesela ailelerin çocuklarını zorunlu ilköğretimi bitirene kadar Kur’an kurslarına göndermelerini yasaklayan uygulamayı iptal etse yer yerinden oynar. Şimdi zorunlu din dersinin kaldırılmasını savunurken, “devletin din eğitiminden elini tamamen çekmesini” isteyenler, o zaman “Devlet din eğitimini nasıl böyle başıboş bırakır; minicik çocukları nasıl yobazların eline teslim eder” diye bağırmaya başlarlar.

O yüzden de biz bu tartışmayı bir türlü sağlıklı bir zeminde yürütemeyiz.

* * *

Konuya laiklik açısından bakıldığında durum böyle. Ama bir de eğitim sistemi açısından bakarsak, durum daha da kötü ve anlaşmak çok daha zor.

Çünkü eğitim sistemi açısından baktığımızda, sadece din dersinin değil, bütün derslerin zorunlu olmasına karşı çıkmak lazım. Evet, aslına bakarsanız, sadece din dersinin değil, hiçbir dersin zorunlu olmaması; bir başka deyişle tek tip müfredatın kaldırılmasıdır doğru olan. Bundan seksen yıl önce biçilen eğitim modelinin artık Türkiye’ye dar geldiğini görmek, Tevhid-i Tedrisat’ı tartışmaya açmaktır asıl yapılması gereken. Toplumsal taleplere bağlı olarak, yine toplum tarafından yaratılacak her türlü okul modeline ve her türlü müfredata açık, toplumsal çeşitliliğe cevap verebilecek bir modelin yaratılmasına kafa yormaktır. Otuzların Türkiye’sinde herkesin ayağına bir Beykoz kundura giydirebilmek Cumhuriyetin başarısıydı. Ama bugün nasıl herkese Beykoz kundura giydiremezseniz, herkesi ayni tip okula da dolduramazsınız, doldurmamalısınız. Toplumlar geliştikçe ihtiyaçları, talepleri ve özlemleri de çeşitlenir. Eğer siz böyle bir toplumu, merkezi olarak belirlenmiş katı müfredatlara sahip ve bütünüyle devletin kontrolünde olan bir eğitim modeli içine zorla sokmaya çalışırsanız, her gün yeni bir dikiş patlar ve siz dikişi atan yerleri tamir etmeyle baş edemezsiniz. Ama tabii, biz hâlâ ve bütün enerjimizle yılın 365 günü laiklik tartıştığımızdan, böyle konuları tartışmak bir türlü “fantezi” olmaktan çıkamıyor. Hani bari onu doğru dürüst yapsak...

Onu da beceremiyor, bir kısır döngü içinde aynı lafları tekrar ede ede dönüp duruyoruz.

Bugün, 28 Eylül 2007

Gülay GÖKTÜRK

29.09.2007


 

Sanki ‘paralel’ bir hükümet konuşuyor

Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral İlker Başbuğ’un Harp Okulu’nun yeni öğretim yılı açılış töreninde yaptığı konuşma anayasa ve Malezya tartışmalarına rağmen medyada kendine yer bulacak kadar önemliydi.

Başbuğ, PKK meselesini anlatırken, ilk defa, alışılmışın dışına çıkarak devletin bu konudaki hatalarını da ortaya koyan bir konuşma yaptı.

Komutan ayrıca, PKK’nın hâlâ bitirilememesinin sebeplerini de sıraladı. Geleceğin genelkurmay başkanı en büyük sebep olarak bakın neleri gösterdi:

- Güvenlik-istihbarat ve siyaset kurumları arasındaki diyalogsuzluk ve koordinasyonsuzluk.

- Toplumdaki kavram kargaşası

- PKK gibi terör örgütleriyle mücadelenin uzun soluklu olması..

Aslında güvenlik-istihbarat ve siyaset kurumlarıyla koordinasyonu ve diyalogu sağlamak, askerle de konuşarak hükümetin ve sivil kurumların görevi. Türkiye’de askerler, sivil siyasete müdahil oldukça ve hükümetin görev alanlarına tasallutta bulundukça bunun sağlanması neredeyse imkansız.

‘Toplumdaki kavram kargaşası’ olarak ifade edilen saptama ise, teröre karşı topyekün mücadelede herkesin askerlerin aldığı kararların ve çizdiği yolun peşinden gitmesi anlamına geliyor olmalı.

Bu, konunun özgürce tartışılmasının ve meseleye yeni açılımlar getirilmesinin önünün kesilmesi demek. Herkesin aynı şiekilde düşünmesini istemek demek.

Başbuğ’un sıraladığı sebepler içinde belki de en ilginci sonuncusu. Gerçekten de PKK meselesi, Kürt meselesi gibi bir meselenin çözümü tabii ki kısa vadelerde gerçekleşemez. Hele de böyle bir meseleye sadece asayişi sağlamak işi ve güvenlik açısından bakılırsa hiç bir sonuç alınamaz.

Başbuğ bu noktada meselenin bütün mücadeleye, dökülen onca kana ve ölen onca asker ve PKK’lıya rağmen çözülemeyişini kabul ediyor. Bu yeni bir şey.

Buna karşılık komutan meseleye güvenlik meselesi olarak bakmaya devam ediyor.

Oysa bu nedenlerle bu mesele neredeyse Türkiye’nin meselesi olmaktan çıkmak üzere. Bölgenin, Ortadoğu’nun, hatta dünyanın meselesi oldu.

Gerçi Başbuğ konuşmasında şunları da söyledi: “Terörle mücadele ne tam askeri ne tam politik boyuttadır. Sorunların hem politik hem de askeri boyutları vardır...”

Böyle derken, bu mücadeleyi ancak asker-sivil işbirliği ile çözmenin mümkün olabileceğine değinmek istediği sanılabilir.

Ama bu da, askerler ülke yönetimi üzerindeki vesayetlerinden vazgeçmediği sürece tek boyutlu bir işbirliği ve uzlaşı olmaktan öteye gidemiyor. Neden gidemediğini ve onca darbe yemesine ve lideri cezaevinde olmasına rağmen PKK’nın hala Türkiye’de ve hatta Bölge’de ağırlığını sürdürüyor olmasının nedenlerini bakın Başbuğ nasıl sıralıyor:

1. Bölgedeki gelişmelerin sürekli şekilde PKK’nın beslenmesine ve gelişmesine yardımcı olması.

(İran-Irak savaşı, Kuzey Irak’taki Halepçe Katliamı, Birinci Körfez Savaşı, 2’inci Irak Savaşı)

2. Tüm askeri kayıplara rağmen, örgütün silahlı kadrosuna katılımların engellenememesi

3. Terör eylemlerinin azaldığı bazı dönemlerde (1999-2004) örgütün bittiği yanılgısına düşülmesi.

Görüldüğü gibi bir açıklık bulunmuyor. Bir yandan PKK’nın gelişmesi neredeyse ağırlıklı olarak sınırlarımız dışındaki gelişmelere bağlanmak isteniyor.

Diğer taraftan onca kayıplara rağmen örgüte katılımların devam ediyor olmasının sebepleri dikkate alınmıyor. Bu meselenin siyasal, toplumsal hatta ekonomik nedenlerine eğilmekten kaçınılıyor.

Sanki PKK ya da Kürt meselesi İran-Irak savaşıyla başlamış gibi bir anlayışın resmiyet kazanması isteniyor. Oysa meselenin geçmişi çok eskilere dayanıyor.

Başbuğ, örgüt militanlarının sınırların ötesine çekildiği ve çözüm için uygun bir ortamın oluştuğu 1999-2004 döneminden yararlanılmadığını söylüyor. Buna karşılık militanların dağdan inip toplumsal hayata katılmasıyle meselenin çözüm sürecine girmesi yolunda atılacak olası adımları kimlerin engellediğine değinmiyor. Bana göre bu açıklama bazı gerçekleri içerse de meselenin çözümünü isteyen bir yaklaşımın ifadesi değil. Zaten Başbuğ konuşmanın sonraki bölümlerinde asıl meselenin PKK değil, Kuzey Irak’ta Kürtlerin devlet kurma ihtimalleri olduğunu açık açık söylüyor.

“Kürtlerin devlet kurması Türkiye’yi bölünmesiyle sonuçlanır” diyor.

Hatta bu uğurda ABD ile karşı karşıya gelmeyi bile göze aldıklarını ifade ediyor. Bu aslında Türkiye’nin gelecek dönemdeki dış politik yaklaşımlarının tamamen değişmesi sonucunu doğurabilecek bir politika değişikliğinin ilanı demek. Ama bu duyurudan, anlaşılıyor ki hükümetin haberi yok. Hükümet böylesine önemli bir meselede susuyor.

‘Paralel hükümet’ ise konuşuyor.

Hükümet bakalım ne zaman iktidar olduğunu hatırlayacak?

Yeni Şafak, 28 Eylül 2007

Koray DÜZGÖREN

29.09.2007


 

Dindarlar, en büyük zararı AKP’den görüyor

Türban, mahalle baskısı ve Malezya olur muyuz tartışmaları tüm hızıyla sürüyor sürmesine ama bu tartışmalardan en büyük zararı, dinini samimi olarak yaşamak isteyenler görüyor. Bir tarafta türbanı ihale almak için şart koşanlar, siyasetin bir malzemesi yapanlar, diğer tarafta siyasi İslam’a ve dolayısıyla türban özgürlüğüne karşı çıkanlar, ortada ise hiçbir siyasi gerekçesi olmaksızın sadece inandığı için dini vecibelerini yerine getirenler...

Samimi dindarlar bugün en büyük zararı AKP’nin söylemlerinden görüyor. Çünkü birileri türbanlıların rant için, ihale için örtündüğü ya da örtünmesi gerektiğini ifade eden açıklamalar yapıyor. Birileri Cumhurbaşkanı olabilmek için ölçülerini kendilerinin belirlediği bir dindarlık kriteri getiriyor. (...)

Peki ama türbanı siyasi simge olarak kullananlarla, gerçekten inandığı için kullananları, yani dinciyle dindarı nasıl ayıracağız? Bu ayırımı kim, neye göre yapacak? Kurunun yanında yaş da mı yanacak? Görünüşe bakılırsa öyle. Çünkü bu hassas ayrımı yapmak, şu şartlarda çok zor. Bu durumda ne yazık ki, samimi dindarlarla, dini siyasete alet edenler aynı kefeye konuluyor. Bu da samimi dindarlara en büyük zararı veriyor. Çünkü bir kesim tarafından örtünenlere toptan “şeriatçı” damgası vuruluyor. Peki bunun sorumlusu kim? Dini siyasete alet eden siyasiler değil mi?

Tercüman, 28 Eylül 2007

Lale ŞIVGIN

29.09.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri