Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 24 Eylül 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Türbandan korkanlara açık mektup

Siz her ne kadar tek cümlesini kesip manşetlerinizle ısıtmaya çalışsanız da Prof. Şerif Mardin, türbanın üniversite öğrencilerine serbest bırakılması gerektiğini söylüyor, başka profesörler de.

Evet, aynı inanca sahip erkekler rahatça okurken, türbanlı kızların siyasi simge denilerek kapılardan çevrilmesini, evlerine hapsedilmesini, meslek sahibi olamamasını alkışlamak mümkün değil. Evet, insan hakları ihlali söz konusu. Cinsiyet ayrımcılığı da cabası. Elbette hak ve adalet duygumuz da zedeleniyor. Toplumsal algının bütünlüğü adına türbanın üniversitelerde serbest bırakılmasını savunuyoruz doğru. Ama hepsi bu kadar değil. Farklı boyutları var. Diyorsunuz ki: “Türban serbest bırakılırsa, türbanlılar Müslüman değil misiniz gerekçesiyle başı açıkları üniversiteye almayacak.” Böylesine kesin bir veri bu sizin için. İddia bile değil. İnfaz. İnsanın iç dünyasının, kalbinde olanın hükmünü vermek kimseye düşmezken, o insanın niyetini okumakla kalmayıp koskoca bir topluluğu bir genellemeye indirgiyorsunuz. Dünyaya hangi tanımlarla esir düştüğünüzü görmüyor musunuz? Tanımadığınız biri için yaptığınız her tanım öncelikle sizi kendi dünyanıza hapsediyor. Öte yandan “türban serbest olursa başı açıklara mahalle baskısı uygulanacak, yakında türbansız öğrenci kalmayabilir” derken, bizzat sizin bu hükmünüz ‘mahalle baskısı’ndan çok daha öte bir baskı oluşturmuyor mu? Tam da sivil bir anayasa hazırlandığı şu günlerde?

“Türban masum inanç gereği bir örtünme değil, siyasi simge” diyorsunuz. Bu yargı mesela, masum bir inançtan ne anladığınızı iyice ele veriyor doğrusu. Sizin için inanç yalnızca gizemli bir zevk unsuru, kişisel hazza yönelik bir tüketim metaı anlamına geliyor. Söyledikçe içeriğini yitirecek, genleriyle oynanmış, yıpratılmaya açık alelade bir kelime belki de sizin için. ‘Masum’ tanımıyla pekiştirmeksizin kullanamıyorsunuz inanç kelimesini. Bu da sizin inancınızdır, kimse bir şey diyemez. Ama söyleyin: Eylemle sınanmayan bir niyet gerçek olabilir mi? Ya sorumluluk almadan inanmak nasıl mümkün olabilir? Sevdiğiniz biri için kılınızı kıpırdatmadıktan sonra onu sevdiğinize nasıl inandırabilirsiniz kendisini? Türbanın, kendini geleneksel ve taşralı büyüklerinden ayıran kadınların örtünme biçimi olduğunu, sayılarının zaten bu kadar çok olduğunu, şimdilerde sizin yakınınıza geldikleri için daha ‘görünür’ olduklarını bir türlü anlamak istemiyorsunuz. Bu stili beğenir veya beğenmezsiniz ama kendi vehimlerinizden güçlü bir ‘siyasi imge’ yaratabileceğinize niye bu kadar şartlanmışsınız? Şehir, tüketim, üstün zevkler, steril değerler, birtakım ‘süslü’ erdemler salt sizin yaşam alanınıza mı ait olsun istiyorsunuz? Hayatı nimet ve külfetleriyle bir bütün olarak paylaşmaktan niye bu kadar korkuyorsunuz?

Saraybosna’ya, İsfahan’a, Halep’e, İskenderiye’ye, Şiraz’a, Şam’a, Beyrut’a, Amman’a bir bakın. İster daha doğuya, ister batıya, güneye gidin. İslam oralarda şehirlerden çekilmediği, taşraya hapsedilmediği için, alt sınıflara terk edilmediği için kadınların vücut dillerine türbanın nasıl yansıdığına tanık olun. Onların dünyayla ve kâinatla kurdukları ilişkiye, medeniyetle aralarındaki görünür ve görünmez bağlantılara eşlik edin. Örtüyle kadın arasında hışırdayan kadim ilişkinin metafizik boyutlarını sezmeye çalışın. Baktığınız her türbanlıda bir Taliban prototipi görme kararlılığıyla hangi kültürün farklılıklarına varabilirsiniz?

Örtünmenin nefsi yok eden değil, nefsi insanın kendi denetimine emanet eden özgürleştirici boyutunu anlamak için İslam’ın kalbinde yüreğinizin atması hiç gerekmez. Hak vermeniz de gerekmez elbette. Yalnızca bir merak, bir anlama çabası gerekiyor size. Çünkü insan bilmediği şeyden korkar. Bugün emperyal devletlerin en güçlü dayanaklarından biri olan ‘İslam korkusu’ siyasetlerinin tuzağına bu kadar rahat düşmezdiniz daha güçlü bilgi sahibi olsaydınız. Zamanın ruhuna dünyanın her tarafından asırlardır kendi metaforlarını taşıyan örtünme biçimlerini getirip Türkiye’ye mahsus bir siyasi simge tanımına sıkıştırmak ne kadar da küresel bir yanılgı?

Kamusal alan diye yaptığınız tutarsız tariflerin hiçbir yaşam pratiği olmadığı halde (sağlık kuruluşu veya sokaklar bir kamusal alan değilken yüksek eğitim kuruluşları veya Meclis olabiliyor), siyaset bilimine ait çoğulcu bir tanımı, sosyolojinin tüm imkânlarını inkâr ederek kendi dağarcığınıza uygun olarak yeniden ürettiniz. Kamusal alan bu ülkede bir avuç seçkincinin ‘özel mülkiyeti’ midir? Sadece size ait bir yaşam algısında, size benzedikleri oranda var olma hakkı tanıdığınız insanlardan daha ne kadar soyutlanacaksınız? Sizin gibi olanlar mı siyaset yapmaya, okuyup ‘adam’ olmaya layıktır? Öteki ile kamusal alanda beraber olmayacaksanız nerede olacaksınız ki?

“Türbanlılar gelip başı açıkları da kapatacak” diyorsunuz. Mesela bunu nasıl yapacaklar hiç düşündünüz mü? Bir totaliter devlet kurmaksızın, ellerine silah almaksızın, teker teker türbanlılar bunu nasıl yapacaklar? Bir zamanlar sizin onları açmak için kurduğunuz ikna odalarına sizi soksalar inandırıcı olur muydu? Bazı türbanlı öğrenciler bir araya gelip çete mi kuracaklar, organize suç örgütü mü oluşturacaklar sizi zorla kapatmak için? Anayasa maddelerini bir bir çiğnerken de yargı mercii müdahale etmeyecek mi onlara? Bu ülkede askerî darbe olasılığı, türbanlıların başı açıkları zorla kapatmasından daha mı düşüktür, daha mı yüksek?

Türbanlıların bireysel baskı uygulayarak açıkları örteceğinden korkmak, İslam’a ait en basit terminolojiden bihaber olmaktır. Öte yandan bu nasıl bir niyet okumadır ki? Eğer peşin hüküm ve önyargılar bir insanın gelecekte nasıl davranacağına dair yeterli bir veri oluştursaydı, birbirimizi tanımak, anlamaya çalışmak, ilgi duymak, ilişki kurmak gibi insani yaklaşımlara gerek kalmazdı. Peşin hüküm kaskatı bir yumaktır ve insanı tek bir zaman kipinde taşlaştırır. Onun iradesini, kaderini, arzularını, değişim ve dönüşümlerini, hayallerini elinden alır. Onu kaba bir genellemeye indirger. Kaba genellemeler kısa yoldan bizi her zaman haklı olmaya, hakkı hep kendimize atfetmeye götürür. Haksızlığı ise hep öteki’ne mal ederiz. Bunun adı her dilde faşizmdir. Hakkı salt güçlü olana atfetmek, adalet duygunuzu zedelemiyor mu?

“Başörtüsü ninelerimizden beri takılıyor kimse de karışmıyordu, hiçbir sorun da olmuyordu” diyorsunuz. İstiyorsunuz ki, moda diye bir kavram sadece sizin giyinme biçiminizi değiştirsin, yalnızca sizin için etek boyları, pantolon paçaları genişlesin, darlaşsın, ama başkaları seksen yıl öncesinin giyinme biçimiyle kendini ifade etmeye çalışsın. Bu mudur hak? İhtiyarlardan daha iyi bildiğiniz şeyler sizin icatlarınızdır. Ruhu siz icat etmediniz. Ne de bu dünyayı. Suyu, toprağı, ateşi burada buldunuz yalnızca. Unutuyorsunuz. Hep ‘dogma dünya’ olsun istiyorsunuz. Kendi yarattığınız putlara taptığınız, kendi vehimlerinizi çoğalttığınız, salt kendi doğrularınızı ‘evrensel değer’ diye kutsamaya kalktığınız o dogma dünyada başkalarının ruhuna neden acaba sığdıramıyorsunuz takma kanatlarınızı? Haykırıyorsunuz şimdi. Etek boylarında, göğüs dekoltelerinde sizin ölçütlerinize endeksli mutlak bir uzlaşı sağlansın istiyorsunuz. Cumhuriyetin en temel kazanımları sizin algınızda tektip bir kadın görüntüsüne hapsolsun. Hep böyle kalsın. Bunun için mi kazandık Kurtuluş Savaşı’nı tesettürlülerle, hocalarla, imamlarla hep beraber? Ve şimdi sizin zihin ve kalplerimizde keskin bir bıçak darbesiyle bizleri iki cepheye ayırma çabanıza rağmen sabırla yaşatmaya çalışıyoruz cumhuriyeti, ‘bütün’ kalmaya çalışıyoruz vesselam.

Zaman, 23.9.2007

Leyla İPEKÇİ

24.09.2007


 

Kılık ve kıyafeti anayasasız halletmek

Bir kere her şeyden önce, anayasaların - “Sivil Anayasa” taslağında yer verilen türden- vatandaşların “kılık ve kıyafetlerine” ilişkin hükümler koyması hiç mi hiç âdetten değildir.

Ben bugüne kadar –başkalarını bilemem- herhangi bir ülkenin anayasasında bizim taslağın 45. maddesinin 6. fıkrası için kaleme alınan iki alternatifin bir benzeri ile hiç karşılaşmadım. Karşılaşılmaması son derece tabiidir de; her işi hallettikten sonra hızını alamayıp vatandaşlarının kılık ve kıyafetine nizam vermeye çalışmak bir anayasanın işi midir? Değildir tabii ki... Bunun bir sonucu olarak da anayasal demokrasilerde kılık ve kıyafete -üniformalar-üniformalılar hariç- anayasal ve yasal düzenlemeler yoktur.

Hepimiz biliyoruz ki insan hakları bildirgeleri ve bunları esas alan anayasalar temel hak ve özgürlükler bahsinde söze daima “Herkes...” diye başlarlar. Bizimkinin 12. maddesinin “Herkes, kişiliğine bağlı, dokunulmaz, devredilmez, vazgeçilmez temel hak ve hürriyetlere sahiptir” demesi gibi.

Bildirgelerin ve bunları esas alan anayasaların söze “Herkes...” diye başlaması bu metinlerin tarifleri gereğidir. İnsanların tamamından söz eden metinler oldukları için. Bir bakıma, ancak “tümel”in bilimi olması gibi bir şey. “Tekil” ve “tikel”in bilimi olamaması gibi (yani mesela, “Atatürkoloji” adı verilen bir bilim dalından söz etmek gülünç kaçar) “Herkes”ten söz etmeyen, “Herkes”e hitap etmeyen bildirge ve anayasalar da aslında (demokrasiyi ölçü olarak alırsak) bir aldatmacadan ibarettir.

Demek ki “Taslak”, eğer “alaturka anayasa” olarak nitelenmekten kaçınmak istiyorsa “kılık ve kıyafet” meselesini dışarıda bırakmak zorundadır. İnsan hakları bildirgelerinin “düşünce, vicdan ve din özgürlüğü”ne ilişkin fasıllarında ilan edilen haklar ortada dururken anayasaya “Yükseköğretim kurumlarında kılık ve kıyafet serbesttir” fıkrasını iliştirmenin gereği var mı?

Buraya kadar yazdıklarımdan hareketle içinizden bazıları “Ama burası Türkiye; bugüne kadar bin bir kılığa sokulan başörtüsü yasağından kurtulmanın başka çaresi var mı ki bunları hatırlatıyorsun?” diyebilir.

Zaten dikkat ederseniz, alternatif fıkraların taslağa giriş nedeni de budur. Yani bir bakıma, son beş yıllık dönemde de hakkından gelinemeyen bu yasaktan anayasa yoluyla kurtulmak... Bu alternatif fıkralardan birisi anayasada yer alsın ki, bundan böyle yasağı kimse ağzına alamasın... Son örneğiyle “Türk Rektörler Komitesi”nin açıklamasında karşılaştığımız AİHM kararlarına kadar uzatılarak çizilen anayasal ve yasal çerçeve 45. maddenin 6. fıkrası karşısında sıfırlansın...

Bu yöntem doğru değildir. Ayrıca bu yöntemin bizi beklenen “iyimser” sonuçlara ulaştıracağını da hiç sanmıyorum.

6. fıkra taslakta yer aldığı gibi anayasada yer alsa bile, anayasanın “değiştirilemez” maddelerinin bağlayıcılığından hareketle kılık ve kıyafetin “anayasanın sandığı gibi”(!) serbest olamayacağını ilan edenlerin gündemi ele geçirmeleri fazla zaman almayacaktır.

O halde ne yapmalı da bu “ideolojik” yasaktan nasıl kurtulmalı?

(...) Açıkçası, bugün üniversitelerde uygulanan yasağın bugünden yarına kaldırılmasında hukuken bir engel yoktur. Bugüne kadar yaşananlar, arkasına “Türk sosyal demokrasisi” ve belli kurumların desteğini alan haddinden fazla “özerk” YÖK’ün emrindeki rektörlerin keyfe keder koydukları bir yasaktan ibarettir.

“Peki ya Anayasa Mahkemesi ve Danıştay’ın konuya ilişkin kararları-yorumları ne olacak?” mı diyorsunuz? Bu metinler –inanmıyorsanız gidin bir kere daha okuyun- kaleme alanları bugün gerçekten mahcup edecek nitelikte bir takım “yorumlar”dan ibarettir.

Yeni Şafak, 23.9.2007

Kürşat BUMİN

24.09.2007


 

Dikkatli olalım

Ülkemiz şu aralar anayasa ve türban tartışmalarına kilitlenmiş durumda. Bunlar da önemli tabii ki ancak hemen yanı başımızda da önemli gelişmeler oluyor, bunlara dikkat çekmek istedim. Bölge hakkında planları olan güçler, gelişmelere pozitif akılla değil mistik gözlüklerle bakıyor.

İçimize ne zaman daha çok kapansak ve bize özel meselelere konsantre olsak, dışarıda kontrolümüz dışında gelişen ve bize tehdit oluşturan gelişmelerle karşı karşıya kalırız.

Özellikle dışarıya çok duyarlı olunmasını gerektiren bir bölgede yer almamıza rağmen içe kapanma sürecinin dışına bir türlü çıkamıyoruz.

Ülkemiz şu aralar anayasa ve türban tartışmalarına kilitlenmiş durumda. Bunlar da önemli tabii ki ancak hemen yanı başımızda da önemli gelişmeler oluyor, bunlara dikkat çekmek istedim.

Dünkü gündem yazısında göstermeye çalıştık ki; bölge hakkında planları olan güçler, gelişmelere pozitif akılla değil mistik gözlüklerle bakıyor. Bu nedenle tehdit görmek için fırsat buldukları Türkiye’nin, onları daha fazla provoke etmemek için attığı her adıma dikkat etmesi gerekiyor.

Bir örnek verelim: Hamas liderinin Türkiye’ye resmen davet edilip görüşmede bulunulması belki gerçekten rutin ve yapılması gereken bir şey olabilir ama şu da bilinsin ki; bu tür gelişmelere ABD ve İsrail başka gözlüklerle bakıyor. Bu gözlüklerin hayli mistik ve gizemli bir bakış açısıyla bulandığı da bilinmeli.

Daha güncel ve önemli gelişme ise, Türkiye’nin İran ile imzalamış olduğu doğalgaz anlaşmasıdır. Bizim desteklediğimiz ve Türkiye’ye yararı olacak bir gelişmedir. Ama bu da ABD ve İsrail tarafından farklı algılanıyor. Özellikle ABD’nin İran’ı bombalamaya hazırlık yaptığı söylenen bir dönemde bu yakınlaşma onların özel olarak dikkatini çekiyor olmalı.

Medyamızın dış haberlere ve gelişmelere duyarsızlığı nedeniyle (bu da içe kapanmanın başka bir yönüdür) çok ama çok önemli bir gelişme olan İsrail’in Suriye’yi bombalaması fazla analiz edilmedi.

Bombalamadan döndüğü söylenen İsrail jetlerinden bir tanesi yakıt ikmal tankını Türk sınırları içine bırakıp gitti.

Bu da fazla analiz edilmedi. Uçaktan düşürülen koka-kola şişesine duyulan ilginin anlatıldığı filmdeki yerlilerin duyarlılığında yaklaşıldı gökyüzünden düşen yakıt deposuna.

Ama bu işaretti, bir mesajdı. İsrail’in yaptığı dış operasyonlardan sonra işaret bırakma geleneği vardır. Münih Olimpiyatları’ndaki rehin alma olayında yer alan Filistinlileri, MOSSAD daha sonra tek tek izleyip öldürmüştü. Ve bunların cesetlerinin yanına işin İsrail tarafından yapıldığını anlatan işaretler konulmuştu.

Bu gelenek var olduğundan operasyondan dönen İsrail jetinden yakıt tankının Türk topraklarına düşmesi de bir tesadüf olamaz, bunun bir anlamı olması gerekiyor.

Nedir bunun anlamı? Kimsenin net fikri yok. Olsa da açıklamıyorlar. Ama bu arada Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Washington’da. Özel işleri var ama olsun, Başkan Bush ile bir randevu alınması için çok çalışılmasına rağmen torununu gördüğü yere 10 dakika uzaklıkta bulunan Beyaz Saray’da görüşmelerinin önü açılamadı.

Beyaz Saray kabul etmedi görüşmeyi. Bush da İsrail gibi bir şeyler söylemek istiyor, ama ne?

Yakında İran mı vurulacak da bu operasyonu ortak düzenlemeleri beklenen İsrail ve ABD, Türkiye’ye ‘Yakında sana çok iş düşecek. O nedenle tavırlarını şimdiden ayarla’ mesajları mı veriyorlar acaba?

Kimsenin bu sorulara net cevap vereceğini tahmin etmiyoruz ama bu tür soruların mutlaka sorulması ve en azından zihin cimnastiği yapılması gerekiyor.

Akşam, 23.9.2007

Serdar TURGUT

24.09.2007


 

Haslet SOYÖZ / Milliyet, 23.9.2007

24.09.2007


 

Fatih’te viski aranır mı?

Fatih’teki bir alışveriş merkezinin içki reyonu, ramazan diye beyaz kâğıtlarla perdelenmiş, hakikaten sakil bir görüntü. Hürriyet de bunu “Mahalle baskısının fotoğrafı” diye manşet yapmış. Son zamanlarda beslenmelerini damardan serum şeklinde korku alarak sağlayanlar da “İşte!” diye okumuştur eminim, “İşte boşuna değil endişem.”

Sanki sadece ben bu ülkede 40 yıla yakın zamandır yaşıyormuşum gibi hissediyorum.

Yeni başlayanlar için: Bu ülkede uzun yıllardır bazı ünlü kebapçılar ramazanda içki vermez. Bazı yine ünlü kebapçılar, iftar saatinde içki servisi yapmaz. Pek çok lokanta ramazanda kapatır, tadilata girer.

En laikçi marketler zinciri, hurma, zeytin ve pastırmayı öne dizdiği dekoruyla kendinden bir iftariyelik deposu çıkarır.

En Kemalist pastaneler birer pide ve güllaç merkezine dönüşür.

Bu ülkede pek çok kişi, sadece Anadolu’da, İstanbul’un sadece Fatih’inde ya da Üsküdar’ında değil pek çok semtinde, ramazan ayında sokakta şapırdatarak bir şeyler yemeye çekinir. Bizde en işi olmaz sandıklarınız bile latan Müslüman’dır.

Bu ülke nüfusunun çoğunluğu, ramazanda meyhaneye gidip zil zurna sarhoş olmaktan imtina eder. Utanır.

Dahası: Normal hayatta içki içen pek çok kişi ramazanda zaten içmez; keşke bir alkol tüketim takvimi yapılsa da görsek.

Bu, son birkaç ay değil, AKP’nin hükümette olduğu son beş yıl değil, hep, en azından benim sağlıklı hatırladığım 30 yıldır böyledir.

Hürriyet’teki haberin devamı şöyle zaten:

“İsteyen müşterilerin kâğıtları kaldırarak alkollü içki alabildiklerini öne süren alışveriş merkezinin yetkilileri, önceki ramazan aylarında içki satışı yapılmadığını fakat bu yıl böyle bir uygulama başlattıklarını söylediler.”

Kaldı ki zaten kafadan içki satışı yapmayan pek çok yer var.

Kaldı ki burası Fatih. Bin yıllık Fatih’e de mi bir ‘for beginners’ parantezi açmak lazım? Şerif Mardin’in ‘mahalle baskısı’ kavramına verecek örneğimiz bu mu yani?

Radikal, 23.9.2007

Nur Çintay A.

24.09.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri