Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 20 Eylül 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Türban’ı serbest bırakmanın yolu

Türban yasağının kaynağında, 80’li yılların sonunda Turgut Özal’ın ANAP’ının yapmak istediği son derece kötü ve yanlış yazılmış bir yasa maddesi var.

Bu maddede, üniversite öğrencilerinin DİNİ İNANIŞLARI UYARINCA başlarını, saçlarını ve boyunlarını örtebileceği yazılıydı. Dönemin Cumhurbaşkanı Kenan Evren Anayasa Mahkemesi’ne başvurdu, mahkeme de ‘Laik devlette din kurallarından söz eden yasa olamaz’ diyerek maddeyi iptal etti.

Ederken de, bir hayli uzun ve Türkiye’deki katı laiklik taraftarlarının ‘anıtsal’ diye nitelediği bir gerekçeli karar yazdı. Karar, tümüyle Anayasa’nın 2. maddesindeki laiklik ilkesinin nasıl yorumlanması gerektiğini anlatan bir karar.

Yani, kararın dayanağı, Anayasa’nın başka bir maddesi değil, bu devletin şeklinin temel unsurlarından biri olan laiklik ilkesi.

Daha sonra Anayasa Mahkemesi türbanla ilgili başka kararlar da verdi. Örneğin, ANAP mahkemenin az önce sözünü ettiğim kararını baypas edebilmek için ‘Kanunlara aykırı olmadıkça üniversitede kılık kıyafet serbesttir’ diye bir kanun yaptı. Mahkeme bu maddeyi iptal etmedi ama maddenin türbanı serbest bırakmadığını, çünkü türbanın ‘laiklik karşıtı’ bir giysi olduğunu, o yüzden yasak olduğunu hatırlattı.

Daha sonra Anayasa Mahkemesi Fazilet Partisi’ni kapatırken, türbana özgürlüğün savunulmasını ‘Laiklik karşıtı eylem’, türbanlı bir kişinin milletvekili yapılmasını ise ‘Laikliğe aykırı’ buldu ve türbanı parti ka-patma gerekçesi yaptı. Ve her seferinde dayanak Anayasa’daki laiklik ilkesiydi.

Mahkeme bu kararları verdi, ama kararlar kadar onların uygulaması da önemli. Özellikle Kemal Gürüz’ün YÖK Başkanlığı döneminde üniversiteler ağır bir baskı altına alınarak türban yasağının uygulanması sağlandı. Yani YÖK ve üniversite rektörlükleri, Anayasa Mahkemesi kararlarını kendilerine uygulama yasası gibi aldılar ve uygulamalarını bu yönde yaptılar.

Şimdi bana göre, Anayasa metnine ne yazarsanız yazın, Anayasa’dan laiklik ilkesini çıkarmadığınız sürece, ki herhalde çıkarmayacaksınız, türbanı serbest bırakmak çok zor. (Ancak yarın öbür gün Anayasa Mahkemesi laiklik yorumunu değiştirir ve bu yolla türbanın önünü açarsa, o ayrı tabii.)

Aslına bakacak olursanız, türbanı üniversitede serbest bırakmak isteyenlerin önünde bana göre tek bir yol bulunuyor: Üniversitelerin türban yasağı uygulamasını yumuşatmasını sağlamak. Bunun için önce YÖK’ün, ardından da üniversite rektörlerinin bu anlayışa uygun hale gelmeleri gerekiyor.

Bu doğru ve uygun bir yol mudur, bunu tartışmayacağım ama bana göre tek yol bu.

Radikal, 19.9.2007

İsmet BERKAN

20.09.2007


 

’Liboş’ bir anayasa

Bir anayasa taslağı; içinde “Atatürk ilke ve inkılapları” terimi yok! “Atatürk milliyetçiliği” de yok!

Koca anayasa metninde, sadece bir defa o da ‘başlangıç’ kısmında, “Atatürk ilkelerine dayanan demokratik cumhuriyet” diye bir ifade geçiyor; o kadar!

Sayın Oktay Ekşi kaç defa yazdı; 1982 Anayasası’nın “Atatürk’ün belirlediği milliyetçilik” ve “Atatürk inkılap ve ilkeleri doğrultusunda” gibi terimlerle çokça yaptığı “vurgu”nun kuvvetlendirici bir anlamı olduğunu belirtti. Bu “vurgu”yu hafifletenleri sert şekilde eleştirdi.

Hatta Oktay Ağabey, bir makalesinde bu “vurgu”yu hafifletenlerin “suratlarında Atatürk’ün kurduğu laik cumhuriyetten yedikleri sillelerin izleri”nin görüldüğünü yazdı.

Benim şimdi bahsetmekte olduğum taslakta ise, Anayasa’nın değiştirilemez maddelerinden olan 2. maddesindeki “Atatürk milliyetçiliğine bağlı” ibaresini bile tümden yok etmişler!

Bununla yetinmemişler, milletvekili ve cumhurbaşkanı yeminindeki “Atatürk ilke ve inkılapları” deyimini dahi çıkarmışlar! Bunun yerine “Türkiye Cumhuriyeti’nin nitelikleri” diye bir ifade koyarak “vurgu”yu hayli hafifletmişler!

Daha neler!

Hepsi bu kadar da değil!

Devletin egemenliğinin “ulusalüstü” kurumlar lehine kısıtlanabileceğini anayasa taslağına yazmışlar!

1982 Anayasası’nın “devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü” ilkesini birçok maddede tekrarlayarak yaptığı “vurgu”yu da hafifletmişler, taslağın “ülke insan ve siyasal iktidar” bölümünde yer vermişler! “Tekrar”ı kaldırdıklarını gerekçe bölümünde açıkça ifade ediyorlar üstelik.

Taslak “Türk” demiyor, “ulusumuz” diyor, “vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türkiye Cumhuriyeti yurttaşıdır” diyor!

Daha hangi yanını sayayım? Anayasa Mahkemesi üyelerinin sayısını 21’e çıkarıyor ama bunun üçte birini parlamentonun seçmesi hükmünü getiriyor!

“Zenciler”in seçtiği hukukçular da girecek Anayasa Mahkemesi’ne!

Halbuki... AKP’nin isteği üzerine Prof. Ergun Özbudun ve arkadaşlarının hazırladığı taslakta “Cumhuriyetin nitelikleri” arasında “Atatürk milliyetçiliğine bağlılık” da var!

Dahası Prof. Özbudun’un taslağında, milletvekilleri ve cumhurbaşkanı, “Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı” kalacaklarına yemin ediyorlar!

Kim bunlar?

Atatürk’ü anayasanın metninden tümüyle çıkarıp sadece ‘başlangıç’ kısmında zikredenler kim? Milletvekillerinin ve cumhurbaşkanının yemininden “Atatürk ilke ve inkılaplarını” çıkaranlar kim?

Anayasa Mahkemesi gibi bir “kale”ye Meclis’in üye seçmesini öngörenler kim?

“Liboşlar, mürteciler, numaracılar?”

Hayır, bilemediniz!

“Mandacılar” öyleyse!

Hayır, yine bilemediniz!

Bu taslağı hazırlayan, Türkiye Barolar Birliği’dir! Başında Özdemir Özok gibi saygın bir CHP’linin bulunduğu kuruluş...

TBB’nin 2001 tarihli bu taslağında Yekta Güngör Özden’in imzası var! YÖK İkinci Başkanı Prof. Necmi Yüzbaşıoğlu’nun imzası var! Prof. Ülkü Azrak’ın imzası var! Böyle 11 imza...

Hiçbirinin suratında “Atatürk cumhuriyetinin sillesinin izleri” yok.

Milliyet, 18.9.2007

Taha AKYOL

20.09.2007


 

Amayasa

Sivil anayasa etrafında kopartılan yayga-ralara bakan biri, yeni anayasayı ‘milli görüş teşkilatı’ yapıyor zannedebilir. Niyet okuma ve kurulu lekeleme çabası ‘... Türkiye’de başka hukukçu mu yok? Hayır, bu heyetin, AKP’nin milli görüşüne uygun şekilde bir taslak hazırladığı anlaşılıyor!’ noktasına kadar gelmiş durumda. (Rahmi Turan/17.09.2007/ Hürriyet)

Oysa, sivil anayasayı hazırlayan kurulun başında yer alan Prof. Dr. Ergun Özbudun, Refah Partisi kapatılma kararına itiraz için AİHM’ye başvurduğunda Türkiye’yi savunma görevini üstlenmiş bir isimdir. Kurula milli görüş gömleği giydirmeye çalışanları bu ‘sicil’ bile kesmiyor ne gariptir ki. Refah Partisi’ni kapattıran kararı savunmayı üstlenmiş birinin vukufiyeti, yeni anayasa çalışmalarının AKP’nin dümen suyuna girmeyeceğini gösterecek denli sağlam bir delil değil midir? Normal şartlar altında son derece tatsız sayılması gereken bu verinin, ülkemizin olağanüstü koşullarında, AK Parti’yi Refah’ın devamı gibi görüp içine sindiremeyenleri biraz olsun teskin etmesi gerekirdi; lakin bu bile olmuyor. Tutarsızlığın bile tutarlı olduğu anlar vardır, bu ülkede o bile mümkün değil. Acaba sebep, mütedeyyin kesime hitap eden medyanın söz konusu ‘sivil anayasa’ karşısındaki genel sessizliği ve bu sessizlikten mülhem ‘onay’ mı? Yani ‘onlar onayladığına göre, bu kesin ‘korkunç’ bir şeydir’ denklemine mi ayarlı kimin bu yasaya taraf olup olmayacağı? Eğer böyleyse sahiden, yaşımın tutmayacağını bile bile ‘kamplaşmanın eski tadı yok’ demek isterim. Öte yandan söz konusu sessizliğin merak uyandırmaması da imkânsız. Çünkü birilerinin AK Parti’nin gizli ajandasına hizmet etmek üzere hazırlandığına çok emin olduğu anayasanın bazı ‘yeni’ maddeleri en çok kendisine İslamcı, müte-deyyin ya da dindar diyecek kimselerin hayat alanını daraltıyor.

Sizi bilmem; ama doğrusu hayati önem arz eden 24. maddenin mevcut haliyle yeni halini kıyasladığım zaman ‘Ahmet Necdet Sezer’e neden o kadar kızmıştık?’ demekten kendimi alamıyorum.

Mevcut 24. maddeyi herhalde hepiniz az çok bilirsiniz. Hani şu, “Herkes, vicdan, dinî inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir” diye başlayan, devamında söz konusu hürriyetin kapsamını tanımlayan, zorunlu din eğitimini düzenleyen ve laik hukuk devletinin bekâsını temin için kimi tedbirler öngören madde. (Bu noktada kitaba bakılsın, kitabı olmayan Google’da aratsın.)

Prof. Dr. Ergun Özbudun ve heyetinin önerdiği yeni 24. maddenin ilk iki fıkrası mevcut ve hak ve hürriyetlere “... Kimse dinî inanç, düşünce ve kanaatlerinden ve bunları değiştirmekten dolayı kınanamaz, suçlanamaz ve farklı bir muameleye tabi tutulamaz.” açılımı sağlamanın ötesinde bariz bir değişiklik getirmiyor. Din derslerini zorunlu olmaktan çıkaran 4 fıkra ve devletin temel düzeninin dinî kurallara dayanamayacağını deklare eden 5. fıkra alternatifleri şimdilik konu dışı kalsın.

Zira, hiç alternatifsiz olmasına bakarak tüm keskinliği ile yeni 24. maddede yer alacağı kesin gibi görünen bir 3. fıkra var ki, durum ancak ‘eliyle verdiğini kürekle geri alıyor’ benzetmesiyle karşılanabilir. Muhtemel 3. fıkra şu: “İbadet ve dinî ayin ve törenler, kamu düzeninin, genel sağlığın, genel ahlakın veya başkalarının hak ve hürriyetlerinin korunması amaçlarıyla sınırlanabilir.”

Bu fıkranın, devletin, kamu düzeninin korunması için toplumun inancına ve dinî ha-yatına müdahale edebileceğini söyleyen 10. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in o çok infial uyandıran cümlelerinden ne farkı var? Sezer’in şifahen sarf ettiği cümleler karşısında yeri göğü inleten eküri, vakit girdiği için parkta, çimenlerin üzerinde namaza duracak olan adamı derdest etmeyi mümkün kılacak söz konusu fıkrayı şimdi göz göre göre görmezden geliyorsa, gerçekten ayıp ediyor...

Sorun her iki tarafın da bu yasanın ‘AK Parti’nin ‘dümen suyunda’ yapıldığına kâni olmuş olmasında herhalde. Ve herhalde, daha vakit olduğuna göre epey tartışılması gerekir; içinden bu kadar çok ‘kamu düzeni’ bu kadar çok ‘milli güvenlik’ bu kadar çok ‘genel ahlak’ geçen bir yasanın ne kadar sivil, ne kadar özgürlükçü olabileceği...

Zaman, 19.9.2007

Nihal B. KARACA

20.09.2007


 

Bunu beğenmedik, yenisini isteriz

Ne olduysa oldu ve anayasa değişikliği sonunda o bildik konuya takıldı kaldı: Türban... Komisyon tarafından hazırlanan metinde uzaktan da olsa konuya en küçük bir değinme bulunmadığı halde, Sapanca Toplantısı sonrasında yazılıp çizilenlere bakıldığında, ‘yeni anayasa’ çalışması ‘türban’ konusuna indirgenmiş görünüyor...

Bu noktadan sonra söylenebilecek tek bir şey var: Hayırlı işler...

Türkiye’nin ihtiyacı olan ‘bugünün ruhunu yansıtan’ yeni bir anayasadır; yeni, yepyeni bir anayasa... Mevcut anayasa, 1982 yılında kabulünden hemen sonra başlayarak pek çok kez elden geçirildi ve maddeleri değiştirildi. Yeni anayasa hazırlığını yürüten komisyonun tartışmaya açılan metni, ‘yeni, yepyeni’ beklentisine cevap vermek yerine, mevcudun başka bir ‘revizyonu’ durumunda. Eskisi gibi ayrıntılara boğulmuş uzun bir metin hazırlanmış; her maddesini 1982 Anayasası’ndaki benzer bir maddeyle karşılaştırabiliyorsunuz.

Daha önce de yazmıştım: Komisyonun ‘yöntemi’ kötü. Daha yola çıkarken ‘yeni, yepyeni’ bir anayasa yapmayı değil eldekini günümüze uydurmayı düşünmek hiç iyi bir fikir değil çünkü.

‘Bugünün ruhunu yansıtan’ bir anayasa, temel hak ve özgürlükleri garanti altına alan, devletin bireyle ilişkilerini birey-eksenli düzenleyen bir metin olmak zorunda. Cumhuriyet yönetimini benimsemiş bir devletin niteliklerini ‘sosyal mukavele’ esasına göre belirler ve her birini geniş bir demokrat görüşle tanımlarsanız, yaşayabilir ve yaşatılabilir bir anayasal sisteme kavuşabilirsiniz. Bundan sonrası gerçekten de teferruattır; sözgelimi YÖK’ün nasıl çalışacağını, RTÜK’ün hangi konulara yoğunlaşacağını belirlemek anayasanın değil yasaların işidir.

Türban veya üniversitelerde eğitim ve öğretim özgürlüğünün boyutları konusu da öyle...

Ülkemiz temel hak ve özgürlüklerin ancak yasalarla sınırlanabileceğini açıkça kayıt altına almış bir anayasaya sahip; 1989 yılında çıkarılan ve halen yürürlükte olan bir yasa, üniversite ve yüksek okullarda kılık kıyafeti ‘serbest’ bırakıyor. Oysa, hepimiz biliyoruz, üniversite ve yüksek okullarda keskin bir kıyafet kısıtlaması var ve genç kızların başörtüsüyle okula gelmesi, derslere girmesi yasak. Sözün kısası şu: Yasayla serbest bırakılmış bir anayasal hakkın gaspı söz konusu ülkemizde...

Benzer bir düzenleme yeni anayasa metnine konulursa keyfi uygulanan yasak ortadan kalkar mı? Mantık olarak kalkması lâzım; yasak uygulaması bir Anayasa Mahkemesi kararına dayandırılıyor ve Anayasa Mahkemesi yasaları anayasaya uygunluk yönünden inceleme göreviyle sınırlı; anayasayla ‘serbest’ bıraktığınızda kılık-kıyafete ilişkin bir düzenlemeye bakamaz hale geliyor Anayasa Mahkemesi... YÖK yönetimi ve bazı rektörler, bu sebeple, konuyu Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne götürecekleri tehdidini savuruyorlar.

Başka vesilelerle yazmıştım, tekrarlamaya utanıyorum, ama gerçek şu: ‘Türban’ uluslararası boyutlara sahip, bizim sandığımızdan daha çetrefil bir konudur. Türkiye’deki yasakçı zihniyet Avrupa’da kendilerine destek bulabilecek durumda bugün; arada bir biçimde irtibat bulunduğunu asla göz ardı etmemek gerekiyor. Başörtüsü yasağını “Ben yaptım oldu” zihniyetiyle aşmak zor.

İlelebet kalacak mı bu yasak? Elbette kalmayacak ve bunu sağlamanın yolu da ‘yeni, yepyeni’ bir anayasadan geçiyor: öyle ıncığı cıncığına kadar her konuyu kapsam alanında görmeyen, hak ve özgürlükleri önceleyen, bireyi devletin önüne koyan bir anlayışı yansıtan ‘yeni, yepyeni’ bir anayasa... Her demokratın, her özgürlük âşığının gönül rahatlığı duyarak bütün gücüyle savunmayı görev bileceği türden...

Her güzel gelişmeyi önyargı kıskacına alarak daha baştan yaralayan, sonuçlanmasını imkânsız hale getiren bir atmosfer var ülkemizde; Pavlov’un deneyinde olduğu gibi her gelişmeyi etki-tepki tetiklemesiyle devre dışı bırakmak çok kolay. Siz ‘yeni, yepyeni’ yerine eskisinin revizyonu bir anayasayla kendinizi sınırlarsanız, onu akamete uğratmak için ‘türban’ sözcüğü bile tek başına yeterli olur.

Metni hazırlayan komisyon “Bize yeni, yepyeni bir anayasa yapın” talimatıyla farklı bir metin hazırlamaya geri gönderilsin.

Yeni Şafak, 19.9.2007

Fehmi KORU

20.09.2007


 

Tek bir kişi bile...

Yıllar yılı ilmik ilmik ördüğüm, kendimce desenler koyduğum yaşam biçi-mim nasıl da kıytırık etkenlere bağlıymış meğer! Türbanlı kızlar üniversitelere başörtüsü ile girerlerse, adamın biri bir başkasına “Ramazanda utanmıyor musun fosur fosur sigara içmeye” diye söylenirse; bir başkası “çek şu otobüsü de bir namaz kılıvereyim” derse birdenbire hayatlarımızın üzerine kara çarşaf gibi kara bulutlar inecek, yaşam tarzımız güme gidecek!

İnsanlar alıştıkları gibi değil de başka türlü yaşamaya başlayacak. Türkiye’nin binlerce iç ve dış dinamik sonucu oluşan çehresi birdenbire değişecek! İnsanların yaşam tarzı tersyüz olacak. Birinci ihtimal, bu saçmalıkları fikir diye ileri sürebilenlerin iyi niyetli olmaları ve başörtülü kızlar üniversiteye girmeye başlarsa başörtüsüzleri kovacağından, başı açıkların baskı karşısında örtünmek zorunda kalacağından samimi olarak, ciddi ciddi endişe etmeleridir.

İyi de, bu ne vahim bir teslimiyet ruhudur böyle? Bu ne aczdir, ne zayıflıktır? 80 yıllık Cumhuriyete bu kadarcık mı güveniyorsunuz siz? Laiklik bu kadar mı köksüz bu ülkede?

Cumhuriyete ve laikliğe bu kadar bağlı olan sizler, bir avuç başörtülü kızın baskısını (!) görünce arkanıza bakmadan kaçacak mısınız? Yaşam tarzınızı korumak için parmağınızı kapırdatmayacak mısınız? (...)

Ayrıca, bu çağda hangi mahalle baskısı genel toplumsal baskıyla başedebilir? Mahalle baskısının etrafımızı kuşatan o koskoca global baskının yanında esamisi mi okunur?

Mahalle mi kaldı ki, baskısı olsun? Diyelim ki kaldı; öte mahallelinin eli armut mu toplu-yor?

Evet, mahalle kavgasıysa mahalle kavgası! Zaten demokratik mücadele başka ne ki? Kim söyledi sivil toplumun “kıpırtısız bir liman” olduğunu?

Sivil toplum içinde her çeşit eğilim, her çeşit fikir boy verecek ve kıyasıya mücadele edecektir. Toplum da böyle mücadeleler içinde “büyüyecek”, olgunlaşacak ve demokratik “rüştünü” ispat edecektir. Bütün bunlarda korkulacak bir şey yok. Yeter ki her küçük dalaşmada birileri mahalle bekçisini çağırmaya koşmasın!

* * *

İkinci -ve asıl büyük- ihtimal; “mahalle baskısı” gibi devşirme laflarla halkı korkutmaya çalışanların kendi söylediklerine kendilerinin de inanmaması, asıl dertlerinin başka olmasıdır.

Son dönemde, bürokratik oligarşi lehine ve demokrasi aleyhine girdikleri bütün “savaş”ları kaybettiler. Demokratik ilerlemeyi durduramadılar. Şimdi, son bir çabayla özgürlükleri genişleten bir anayasanın önünü tıkamaya çalışıyorlar.

İşte, bunun için buldukları “son” çözüm de bu: Bu halk mürtecidir, irticacıları başımıza getirip duruyor, seçimden hiçbir zaman hayırlı bir şey çıkmıyor, sonunda halk eliyle din devleti kurulacak demek pek de kolay olmadığı için; “mahalle baskısı” diye bir kavrama sarıldılar dört elle. Neymiş; Ak Parti yönetimi değişmiş olabilirmiş, ona oy veren milyonlar da mürteci olmayabilirmiş. Ama fanatik bir tek kişi, koca bir ülkenin rejimini değiştirecek bir yangının kıvılcımı olabilirmiş!

Ehh, böyle tek bir kişi her zaman ve her yerde ortaya çıkabileceğinden, demek ki bu ülkenin “güvenilmez” olmaktan kurtulmasının çaresi yok; dolayısıyla demokrasiyle yönetilmek gibi bir şansı da yok!

* * *

Bütün bu saçmalıklar demokrasiden öcü gibi korkanların “son çırpınışları”ndan başka bir şey değil.

Hayır, bu defa kimseyi korkutmayı başaramayacaklar. Bu halk öcü masallarına inanmak için artık fazlaca büyüdü.

Bugün, 19.9.2007

Gülay GÖKTÜRK

20.09.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri