|
|
|
Dağ fareyi doğurmak üzere |
Çünkü yeni anayasa taslağı buram buram “bürokrat korkusu” kokuyor, Profesör Ergun Özbudun’a kızmanıza hiç gerek kalmadı. Boşuna telaşlandınız.
Hükümet “bir şeyler yapmak” istiyor ama tam da başaramayacak. “Bürokrasi ne der” endişesi, “asker gene darbe yapar mı” korkusu, denge arayışı çabası, yeni taslakta fena halde sırıtıyor.
Cumhurbaşkanı seçiminde sağlanamayan şu ünlü “uzlaşma”, galiba bu sefer burada sağlanacak!
Yeni taslakta Milli Güvenlik Kurulu’na dokunulmamış, yalnızca kuruldan jandarma genel komutanı çıkarılıp kurulun “paşalar cephesi” bir kişi azaltılmış...
“Doğal hakim” ilkesi getirilmemiş, yani siviller gene askeri mahkemelerde yargılanabilecekler.
Din dersi gene zorunlu ders, ancak istemeyen dilekçe vererek girmeyebilecekmiş... Bizim çocukluğumuzda da öyleydi... Fakat veliler “okul idaresi ve arkadaşları sonra ne der” endişesi içinde kalırlar, hiçbir veli çocuğunu bu dersten muaf tutmazdı... Biz de “dersi kıran gayrımüslim arkadaşlara gıpta ede ede” o derse kuzu gibi girerdik... “Mahalle baskısı” deyimi henüz icat edilmemişti.(...)
Değiştirilemez maddeler de aynen kalıyorlar... Örneğin, “eskisinin prozodisi bozuk, yarışma açalım, yeni bir milli marş besteletelim”, ya da “başkenti Ankara’dan Kayseri’ye aktaralım” diyebilmek gene yasak... (Öyle yapalım demiyorum, canı çekene öyle yapmayı tartışabilme ve önerebilme özgürlüğü istiyorum. Kabul görmez, o ayrı.)
Cumhurbaşkanında yüksek öğrenim şartı aranarak, gene seçkincilik yapılmış.
Hiç öyle “sistemi temelden sarsacak gelişme” falan yok, muhalif politikacıların korktukları gibi...
Artı puan, üniversitelerin kendi rektörlerini kendileri seçmeleri, yıllardır savunduğumuz şekilde.
Fakat, yalnızca planlama ve koordinasyon görevi verilse bile, YÖK kalıyor!
Üniversitelere “mali özerklik” gene yok.
Seçimle gelmiş belediye başkanının, İçişleri Bakanı tarafından görevden alınabilmesi gibi antidemokratik uygulamalar gene var mı? Prof. Özbudun kaldırmış ama parti mahfillerinde bu konu havada kalmış.
Cumhurbaşkanı yüksek hakimleri atayamayacak ama Adalet Bakanı’nın hakim ve savcı atamalarındaki ağırlığı ortadan kalkacak mı? Belli değil.
Eh, üniversiteye çarşaf, mayo, kısa etek, sarık, şalvar, cüppeyle girmek de gene yasak. Türban konusunun taslağa girmesi ya da girmemesi başbakana bırakılmış. Başbakan da topu taca atarsa ne olacak? Bir hükümetin türbanı serbest bırakabilmesi, onun yerine gelecek başka bir hükümetin yasaklayabilmesi kabul edilecek, iki tarafa da mavi boncuk mu verilecek?
Memur dokunulmazlığı da, MİT ve TSK için açık, diğer memurlar için gizlice, gene korunmuş. İttihatçılar’ın ünlü Memurin Muhakemat Kanunu ilkeleri yokedilmemiş, azıcık sulandırılmış. Her an yeni bir kanun yapıp bu dokunulmazlığı bütün memurlara “teşmil” etmek gene mümkün.
Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağıyla bağlı olan herkese Türk denecekmiş... Eskiden ne deniyordu, pigme mi?
Demek ki bazı arkadaşların ısrarla istedikleri gibi kurucu meclis açmaya, toplumun en geniş kesimlerinden katılım aramaya, yani işi böyle birtakım “suret-i Hak kılıflarıyla” yokuşa sürmeye falan hiç gerek yokmuş, bu iktidardan da buraya kadarmış... Herkesin maçasının da bir “sıkma haddi” varmış...
Ne diyelim? Atatürk’ün “idare-i maslahatçılar esaslı inkılap yapamazlar” sözünü mü hatırlatalım, yoksa ünlü fıkrayı mı zikredelim, madem öyleydi, biz bunu neden yedik?
Akşam, 18.9.2007
|
Engin ARDIÇ
19.09.2007
|
|
|
‘Yasakçılar’ın yanıldığı nokta... |
Üniversitelerde türban yasağıyla ilgili tartışmalar, anayasa taslağı hazırlıkları dolayısıyla türban yasağını aşan yeni boyutlarla gündemde.
Dünkü Hürriyet’te “Türbanlı girer, başı açık çıkar” başlığıyla, Anayasa Mahkemesi eski Başkanı Mustafa Bumin’in üniversite öğrencilerine türban serbestisi tanıyan hükmüne ilişkin değerlendirmeleri aktarıldı. Bumin’in açıklamaları özetle şöyle: Anayasa’da kılık kıyafetin serbest olduğu şeklinde bir hükmün yer alması halinde bu, türbanla sınırlı kalmaz; birisi çıkıp çarşaflı gelse, artık çarşaflıya da hayır diyemezsiniz. Türbanlı öğrenciler, ‘yüzde 98’i Müslüman olan ülkede yaşıyorsunuz’ diyerek başı açık gelenleri sokmayacaklardır.”
Baş örtme konusunda kız öğrenciler için konulan yasak, üniversitelerimizde önce başörtüsü ve türban şeklinde herhangi bir ayırım yapılmaksızın uygulanmış, daha sonra Prof. Dr. İhsan Doğramacı’nın YÖK başkanı olduğu dönemde, türban adı verilen, belirli bir örtünme modeli çizilerek başlarını bu şekilde örtenlerin üniversiteye girmeleri uygun bulunmuştu. Bu uygulama sırasında hiç kimse çarşafla üniversiteye girme teşebbüsünde bulunmamış, başını örten öğrencilerin başı açıklara karşı herhangi bir engellemesi de görülmemişti. Bu dönemde öğretim üyesi olarak girip çıktığımız İstanbul’daki çeşitli üniversitelerde, Diyarbakır’daki Dicle Üniversitesi’nde, Kütahya’daki Dumlupınar Üniversitesi’nde kız öğrencilerin başı örtülü veya açık şeklinde bir ayırım yapmadan birlikte gidip geldiklerini, beraber ders çalıştıklarını, kampüslerde birlikte gezindiklerini gözlemledik ve bunun aksine bir davranış veya olay medyada da yer almadı. Daha sonra, türbanın simge olduğu ileri sürülerek başı örtülü hiçbir hanım üniversitelere sokulmadı. Bu arada aralarında siyasetçilerin de bulunduğu bazı kişiler, Anadolu’da, Trakya’da hanımların yaygın olarak kullandıkları başörtüsünün yasak olmadığını; ancak türbanın bir simge olması dolayısıyla farklı işlem görmesi gerektiğini ısrarla ileri sürdüler ve fakat başörtülülerin de üniversiteye alınmaması konusunda görüş belirtmediler. Bu uygulama sırasında İstanbul’da bir bilimsel toplantıya katılmak üzere davet edilen yabancı bir hanım öğretim üyesi, başı örtülü olduğu gerekçesiyle üniversiteye giremedi, dolayısıyla üniversite tarafından davetli olduğu toplantıya katılamadı. Bu olay medyada yer aldı. Halen de sürmekte olan bu uygulama, bir televizyon programında, Avrupa üniversitelerine de türbanla girilemediği şeklinde savunuldu; ancak herhangi bir üniversite ismi istendiğinde ve Avrupa’nın hiçbir üniversitesinde böyle bir yasak bulunmadığı belirtildiğinde yasak uygulayan bir üniversite gösterilemedi. Avrupa üniversitelerinde, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin eğitim konusundaki hükümleri, başörtüsü veya türban kullanıp kullanmama gibi bir ayırım olmaksızın uygulanmaktadır.
İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’ne göre, “her şahsın eğitime hakkı vardır... Yükseköğretim, liyakatlerine göre herkese tam eşitlikte açık olmalıdır. Eğitim, insan şahsiyetinin tam gelişmesini ve insan haklarıyla ana hürriyetlere saygının kuvvetlenmesini istihdaf etmelidir. Bütün milletler, ırk ve din grupları arasında anlayış, hoş görürlük ve dostluğu teşvik etmeli ve Birleşmiş Milletler’in barışın idamesi yolundaki çalışmalarını geliştirmelidir.” (m. 26) Avrupa’da bu tür dinî simgelerle üniversiteye girme yasağı konulmadığı gibi, isminde dahi dinî farklılığı esas alan üniversiteler bile bulunmaktadır. Bu üniversitelere bir örnek, İtalya’daki Milano Katolik Üniversitesi’dir.
Üniversitelerimizde, Avrupa’da görülmeyen bu tür yasaklar, bir kısım genç kızlarımızın yükseköğrenimden yoksun kalmasına, bazılarının yurtdışında okumasına sebep olmaktadır. K. Irak’ta üniversite açılarak Türkiye’den öğrenci gelmesinin beklendiği bir dönemde bu tür yasaklar ülkemizin yararlarıyla bağdaşmamaktadır. TSK, askerlerin yemin törenleri için kışlalara girmek isteyen hanımları başörtülü iseler kabul etmekte, sadece başları belirli bir biçimde bağlı olanlara yasak uygulamaktadır. Bu başörtüsü ve türban ayırımının üniversitelerde yapılmaması, üniversite ve ordu arasında uygulama farklılığı oluşturmaktadır. Oğlunun yemin törenine katılabilen başörtülü bir anneye, üniversiteyi bitiren çocuğunun diploma törenine girememesinin sebebini anlatmak mümkün değildir. Ayırımcı uygulamalar, Anayasa’nın eşitlik ilkesine de, milli birlik ve beraberlik ilkesine de aykırıdır.
Zaman, 18.9.2007
|
Prof. Dr. Fehim ÜÇIŞIK
19.09.2007
|
|
|
Taslağın taslağını beğenmedim |
AK Parti’nin bugüne kadar yaptığı icraatların en önemlisi sivil anayasa çalışmasıdır. Bu proje hem hayati hem de tarihi öneme haiz bir projedir. Bugüne kadar yapılan anayasalar ferdi hep ikinci planda tutmuş, devleti kutsamış ve en önemlisi de darbe mantığı ile hazırlandığı için egemenlik kayıtlı şartlı olarak milletin olmuş, milli irade bir türlü egemen olamamıştır.
İş başına geçen hükümetler anayasadaki haki rengi değiştirmeye çalışmışlar ve anayasalar kırk yamalı bohçaya dönmüş ancak darbecilerin anayasal haklarına bir türlü dokunulamamıştır.
Bu konuda, RTÜK ve YÖK’deki askeri üyelerin çıkarılması, MGK sekreterinin sivilleşmesi ve DGM’lerinin kaldırılması gibi önemli adımları da AK Parti atmıştır. Fakat anayasaların ferde karşı devleti koruyan mantığı hakimiyetini sürdürmüştür.
Şimdi ferdi öne alan ve devlete karşı ferdi koruyan bir anayasa hazırlanması gündeme gelmiştir. Hukukun üstünlüğünü sağlayacak ve ideolojik özelliklerden de arınarak insanı yücelten bir anayasa hazırlığı gündeme gelmiştir.
Zafer Üskül hocanın sırf bu amacı gerçekleştirmek için AK Parti’ye katıldığını okumuş ve duymuştuk.
Her neyse. Geçen hafta anayasa taslağının taslağı basına sızdı. İnternetten indirip okudum. Hakikaten önemli kimi yeni düzenlemeler getirdiğini gördüm. Ama bütünüyle sivil anayasa diyemedim. Çünkü birçok madde hâlâ birilerine şirin görünme endişesiyle kaleme alınmış.
Mesela Üskül hocanın dediği gibi ideolojiden arınmış bir anayasa bulamadım taslağın taslağında. Milliyetçilik tarifinde milletvekili ve cumhurbaşkanı yeminlerini düzenleyen ve daha başka maddeler anayasanın ideolojik bir anayasa olduğunu gösteriyor.
Mesela MGK neredeyse aynı şekilde duruyor, sadece Jandarma Genel Komutanı üyelikten çıkarılmış. Oysa aklı başında herkes biliyor ki MGK, askerlerin hükümeti denetleme mekanizmasıdır. Başbakana bağlı genel kurmay başkanı MGK’da başbakan düzeyine yükseltilerek ya da başbakan kendisine bağlı genel kurmay ve kumandanlar seviyesine düşürülerek cumhurbaşkanı nezaretinde eşit olarak görüşme yaptıkları mekanizma. Yani milli egemenliğin bulunmadığı bir mekanizma. Taslağın taslağında bu mekanizma aynen duruyor.
Öte yandan AB üyesi tüm ülkelerde Genel Kurmay, Savunma Bakanlığına bağlıdır. Müzakerelerde bizden de bu istenmektedir. Ama hazırlanan taslağın taslağı tıpkı önceki anayasalarda olduğu gibi Genel Kurmayı yine başbakana bağlamış.
YÖK ile ilgili düzenleme de tatmin edici değil. Her ne kadar 11 üyenin 6’sını hükümet belirleyerek toplum denetimine açmış oluyorsa da idari açıdan özerklik verilmesi çağdaş dünyadakilerle örtüşmüyor.
Öte yandan Türkiye’de yaşanan gerginliklerin merkezinde laiklik ve başörtüsü var. Taslağın taslağı bu iki konuda da sorunu çözebilmiş değil. Aslında AB üyeleri arasında hatta dünyada Fransa dışında anayasasında laikliğe yer veren bizden başka bir ülke yok. Laiklik kelimesinin anayasaya girmemesi en doğru olandır. Fakat bütün gerginliklerin temelinde laikliğin elden gitmesi vehmi yattığı için endişeleri gidermek amacıyla yine anayasaya konabilir. Konabilir ama millete karşı bir silah olarak kullanılacak biçimde yer alırsa yeni anayasa hiçbir korunu çözmüş olmaz. Dolayısıyla hiçbir yoruma mahal bırakmadan herkesin anlayabileceği bir tarifi yapılmadan anayasaya konan laiklik yine gerginlik sebebi olacaktır. Ben taslağın taslağında böyle bir tarif göremedim.
Başörtüsü meselesine gelince. Başörtüsü bir insan hakkı olarak kılık kıyafet özgürlüğü içinde yer alan ve bence anayasaya girmemesi gereken bir husustur. Ancak taslağın taslağı sadece yüksek öğretimde kılık kıyafet serbestisi önermektedir. Bu öneri yüksek öğretim dışındaki tüm alanlara yasak getiren bir sonuç doğurabilir. 367’yi toplantı yeter sayısı sayan anlayış bu madde ile başörtüsünü sokakta bile yasaklayabilir. Anayasa ferdi esas aldığına göre ferdin kılık kıyafet özgürlüğü hayattaki tüm alanları kapsamalıdır. Hukukun üstünlüğü ve insan hakları kavramı, üniforma gerektiren alanlarda bile ferdin inancına uygun düzenlemeler yapılmasını öngörür. Çağdaş dünyada bu böyledir.
Yerim kalmadığı için daha fazlasını yazamıyorum. Ancak anayasa taslağının taslağını ben beğenmedim. Taslağın taslağı üzerinde çalışmalarını tamamlayan AK Parti’nin son şeklini verdiği taslağı ise henüz göremedim.
Yeni Şafak, 18.9.2007
|
Resul TOSUN
19.09.2007
|
|
|
Cumhuriyet; zümre egemenliği ve imtiyazların reddidir! |
Sanki aynı şeyleri yazıp durma hissi çöküyor bazen.
Israrla;
“Cumhuriyet ve(ya) demokrasinin alttakilere duyarsızlığı” nı yazmak gibi.
“Cumhuriyetçilerin ve(ya) demokratların her türlü tahakküme karşı çıkmamakta tutarsızlığı” gibi.
Ama tabii ki hayat hep aynı şeylerin tekrarı değil.
Yıllarını “emir - komuta” ile sadece “ast - üst” değil, aynı zamanda “alt - üst” olarak da geçirmiş, “üniforma” insanlarının;
Bir gün;
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde; Canları gibi sevdikleri memleketlerindeki Cumhuriyet, demokrasi ve hukukun onlara asla sunamadığı “eşitlik, hakkaniyet ve adalet” i arayacaklarını düşünebilir miydiniz?
Kimilerinin mutlaka, “ihanet, alt - üst ilişkilerinin zedelenmesi, teamüllere aykırılık, nifak, disiplinsizlik” diye niteleyip kendi rahatsızlıklarını rahatlatacağı bu olay;
Yani, on binlerce emekli astsubayla ordunun daimi personelinin yüzde 70’ini oluşturan on binlerce muvazzaf adına, hatta altlarında sayılan uzman jandarmalar ve uzman çavuşlar namına da “eşitlik, hakkaniyet ve adalet araması”;
Türkiye’de cumhuriyet ve demokrasinin hakikaten eşitlik, hakkaniyet ve adalet yoksunluğunun tartışılması;
İnsan haklarının her zihinde, her insanda, her kurumda ve her koşulda ciddiye alınması açısından son yılların en önemli girişimlerinden biridir.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ni herkes istediği gibi anlar, anabilir ama;
“Alttaki”, “alt subay, az subay”, daha alttaki binlerce uzman jandarma, uzman çavuş için bir manası da, üstlerin iki dudak arasında verdikleri, “7, 14, 21 günlük oda hapisleri” ni de hukuka, adalete ve insanlığa aykırı saymasıydı; henüz takan olmasa dahi.
Bu kez bakacağı dava ise; Sadece askerlik açısından değil, “kapitalizm hukuku ve ahlakı” bakımından da ilginç.
Çünkü, askerlikte rütbe, statü ayrımının aynen emeklilikte de, birlikte oluşturulan fonlarda da, o şirketlerin yönetiminde de, bayıldıkları ve korudukları “piyasa ekonomisi” nde de sürdürülmesine dair.
OYAK gibi kocaman holding olmuş emeklilik fonunda, yüzde 70 ila 80’ini oluşturanlara, sırf “ast” idi, “alt” idi diye, binlerce yönetim koltuğundan birinde dahi tek yer verilmemesine dair.
“Cumhuriyet” diye mangalda kül bırakmayanların;
“Cumhuriyet” in en önemli özlerinden biri olan “zümre egemenliği ve imtiyazların bulunmaması” konusundaki samimiyetsizliğine, o bir yana, Anayasa ihlallerine dair.
Türkiye’de hakiki demokratikleşme, hakiki cumhuriyetleşme ve hakiki hukuk ile hakiki insan hakları açısından, çok önemli özellikler taşıyan bir vaka.
Sabah, 18.9.2007
|
Umur TALU
19.09.2007
|
|
|
Kaderin cilvesi! |
Gazeteleri okurken gözüme 2 haber takıldı. Biri “Oyakbank’ın satışı, PKK mayınına bağlı” başlığıyla verilmiş. Diğeri de “Ve asker AİHM’ye gitti”.
Bildiğiniz üzere Oyak, Türk Silahlı Kuvvetleri mensuplarının kurduğu bir vakıf. Coşkun Ulusoy’un kurumun başına geçmesiyle bir hayli büyüdü, gelişti. Konumuz Oyak’ın tüzel kişiliği veya yöneticileri değil. Gazetelerdeki haber başlıkları ilgimi çekti. Sizlerle paylaşmak istedim.
Düşünebiliyor musunuz, Oyakbank’ı satın almak isteyen yabancı grubun, PKK’nın kullandığı mayınları üreten firmayla finansal ilişki içinde olması ihtimali üzerinde duruluyor. Traji-komik diye ben bu habere derim. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin en yakınında olan Oyak’ın adı PKK ile anılan bir firmayla birlikte geçiyor.
Allah muhafaza bu hadise “yeşil sermaye” diye adlandırılan bir firmanın başına gelseydi, nelerin olabileceğini düşünmek bile istemiyorum. Ne adamların vatan hainlikleri kalırdı ne de ömür boyu akredite olup Türk Silahlı Kuvvetleri’ne mal satabilirlerdi. Peki, şimdi Oyak Grubu için aynı tutum sergilenecek mi? Yani Türk Silahlı Kuvvetleri Oyak’ın akreditasyonunu iptal edip mal alımını durduracak, ilişkilerini donduracak mı?
Hiç zannetmiyorum. Çünkü Türkiye’de “bizler-onlar” diye bir ayırım var. “Bizlerden” olanlar ne yaparsa yapsın sorun yok. Ama “onlardan” olanların ufacık bir yanlışı affedilemez.
Gerçekten Türk Silahlı Kuvvetleri’nin atacağı adımları merak ediyorum. BDDK’nın üstüne basa basa yaptığı “MİT’ten yanıt gelmeden biz satışa onay vermeyiz. Aksi takdirde bu kurul vatana ihanetle suçlanır” açıklamaları fevkalade vahim. Oyak yöneticilerinin bilinçli olarak bu şekil bir ilişkiye girmiş olacaklarına inanmıyorum. İşin içinde mutlaka bir yanlışlık veya eksik bilgilendirme vardır.
Ancak milletin başörtüsüne takan, inançlarına göre fişleyen bir zihniyetin, kendisine yakın kurumlara karşı daha hassas davranmasını tavsiye ederim. Araştırmanın, gizli bilgi toplamanın nasıl yapıldığını bir zahmet öğretsinler. Yoksa işler arapsaçına dönüverir. AİHM’ne giden Hayrünnisa Gül davasını geri çeker. Oyak’ta kendilerine yönetim hakkı verilmeyen binlerce asker emeklisi AİHM’ne gidip dava açar. Oyakbank’ın satış süreci, PKK ilişkili firmalara takılır. Falan filan!!
En safiyane bakışla şu Oyak’ta olup bitene “kaderin cilvesi” ya da “etme bulma dünyası” diyebiliriz.
Bugün, 18.9.2007
|
Mehmet Ali ILICAK
19.09.2007
|
|
|
|