30 Ağustos’ta davet edilmeyen, davet edilmediği özel bir biçimde duyurulan taraflardan biri de DTP idi. Bu ‘tavır’ topluma da ilan edilince, Ahmet Türk, “Kimin ‘bölücü’ olduğu ortaya çıktı” mealinde bir söz söyledi. Şimdi okuduğuma göre bir savcı bu söz üzerine bir soruşturma başlatmaya hazırlanıyormuş. Bu da tamamen ayrı bir yazı konusu ama hukuk kurumları 22 Temmuz öncesi anlayışlarıyla çalışmaya devam etmek kararındaysa, işimiz var.
Gene bu sabah Sabah’ta okuduğuma göre İlker Başbuğ bu davet tavrının gerekçesi olarak ‘Her gün şehit geliyor ve bunlar PKK’ya terörist demiyor’ şeklinde bir açıklama yapmış.
Kurumların davranışları ‘formel’ olmak zorundadır. Seçim kazanıp gelmiş insanları, gene formel-hukuki olmayan bir gerekçeyle (ki, Başbuğ’un söylediği böyle bir tanıma uymuyor) dışlamak, bizatihi prosedürü bozan bir davranıştır.
Ama bugün özellikle bu davet ya da Kürt sorunu üstüne yazmak istemiyorum. Belli ki o ikinci üstüne yazmayı gerektirecek daha çok vesile çıkacak. Bugün, geçen günkü gibi, ‘gerilim tırmandırmak’tan ve bu işi yaparken ‘dilsel kullanım’ın nasıl bir işlev gördüğünden söz etmek istiyorum.
Bugün Türkiye’de çok ciddi, aşılmaz bir gerilimin nesnel bir temeli artık yok ya da birtakım gerilimlerin kaynakları gerçekten varsa bile onlar her gün önümüze sürülen noktalarda değil. Son günlerin törenlerinde, kendine özgü bir işaret diliyle verilen mesajlar, daha doğrusu, bugün hâlâ bu tür mesajların verildiği, alınıp yorumlandığı, buna göre siyaset oluşturulduğu bir dünyadan çıkamamış olduğumuzun anlaşılması, epey vahim bir durum. Bunlar şimdi adım attığımız dönemin de atmosferini bulandıracaksa, bu tip gerginliğin TSK’dan geldiği görülüyor. Dünkü gazetelere baktığımda, aralarında birçok ciddi görüş ayrılığı bulunan yazarların bu noktayı tespit etmekte birleştiğini gördüm. Oktay Ekşi gibi ben de ‘Bu böyle yürümez’ diyorum.
Hiçbir sağlıklı toplum, bu gerilim yüküyle yaşamaz, yaşayamaz.
TSK adına yayımlanan bildiriler, açıklamalar, ‘muhtıra’lar, ne diyeceksek, neredeyse kural olarak, geçenlerde gene telaffuz edilen ‘şer odakları’ türünden kavramlarla dolu oluyor. Bunların ne olduğu da çok belli değil. Sözgelişi, ‘irtica’ yönünde atış yaparken ‘şer odağı’ dediğinizde, kimi kastediyorsunuz? Almanya’daki Metin Kaplan gibi birini mi, Amerika’daki Fethullah Gülen gibi birini mi, yoksa AKP’yi mi? Kemalizm yönünde bir ‘uyarı’da bulunuyorsanız, size göre kim ‘münafık’? ‘Gök gözlü deccal’ türü, bu konuda söylendiğini bildiğimiz, ipe sapa gelmez, gerçekten ‘mürteci’ bir gayzla bağırıp çağıranlar mı, yoksa bu dünyanın geçerli akademik-bilimsel kavramları ve değerleriyle nesnel bir Kemalizm eleştirisi yapanlar mı?
Bunların belirsiz bırakılması da bir ‘politika’ olabilir -ama iyi bir politika değil. Çünkü, ‘analitik’ olmayı imkânsızlaştıran her şey uzun vadede faşist mugalatanın üzerinden geçeceği yolları hazırlar.(...)
Radikal, 2 Eylül 2007
|