Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 02 Eylül 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Saygınlığın çökertmesi sınırsızlığın coşkusu

Genelkurmay Başkanı(mız) olmadan önce de, bulunduğu Mühim Askeri Mevki’de, bizleri nelere nelere maruz bırakacağını mutat aralıklarla muştulayan konuşmalarıyla göz ‘doldurmuştu’ Yaşar Büyükanıt.

O denli ki; Hilmi Özkök’ün ‘bizim için fazla iyi/fazla medeni’ filan olduğuna dair Kabzımal Yordamıyla bir kanaat oluşturan Saydıran Ağbi Erman Toroğlu ‘Kodu mu Oturtan Paşa Özlemi’ diyebileceğimiz bir Hissiyat Ayaklanmasına gitmişti. Ahçılamıştı.

Geldi Yaşar Büyükanıt ve artistliklerinin sonu gelmedi. Çok karizmatik 1 kumandan, çoook.

İki gün öncesinden göklerimize savurduğu 30 Ağustos Uyarı Mesajlamaları yetmemiş olmalı ki, iddialı personasına, ‘Sinir Harbi’ diye niteleyebileceğimiz bir yola girdi. Gül’ün cumhurbaşkanlığının başlamasından itibaren.

DEVLETİN ZİRVESİNDE HAVA YUMUŞADI diye rüya tabirlenen 30 Ağustos Resepsiyonu’nda yine yapmış yapacağını, söylemiş söyleyeceğini, çalmış bütün başrolleri. (Fatih Çekirge’nin haberi- Hürriyet)

Düşünün! 1 Genelkurmay Başkanı, Cumhurbaşkanı Gül’ü selamlamadan yolcu etmeyi uygun buluyor! Başbakan Erdoğan aracına binerken arkasını dönüyor! AK Partili olan ve fakat karısının başı açık bulunan Meclis Başkanı Köksal Toptan’ı uğurlarken ise ESAS DURUŞTA duruyor, dahası BAŞIYLA SELAMLIYOR!

Yani 1 Genelkurmay Başkanı olarak saygıda ve saygınlıkta nasıl da kusur edilmeyeceğini sular seller gibi bildiğini ıspatlamasının ardından da, Münasebetsiz Mehmet Paşa’nın DAHİ Allah bilir düşünüp de edemeyeceği, şu (once again) ‘tarihi’ lafları sarf etmekte hiçbir beis duymuyor:

“Yani böyle davranmayı uygun buldum. Eşiyle gelmiş olan benim Meclis BaşkanıMI baş selamıyla uğurladım. Gerekirse AMUDA BİLE KALKARIM. O kadar...”

O kadarla da kalır inşallah! Zira Amuda Kalkmış 1 Büyükanıt Paşa’nın memleketimiz için yaratacağı ‘yankılanmalar’, muhakkak ki “Muasır Medeniyet’e nasıl görüneceğiz şimdi biz Bu Adamların Türbanlı Eşleriyle?” utancıyla ne yapacaklarını bilemediklerini iddia eden Elitçilerimiz’in kartopulanmış tüm kaygılarından daha ciddi ve hatta patetik olur.

Diyelim eşi Saime Toptan jet pilotlarımız göklerimizde Dalaş Dansı tabir edebileceğim gösteriler yaparken, bir eliyle ağzını kapayıp çığlığını bastırırken ne kadar hoş+janti ve esas medeni eşlik etmekteydi Filiz Büyükanıt’a.

Oysa başı türbanlı Bir Başbakan ya da Cumhurbaşkanı Eşi jetlerimiz semalarımızda artistik patinajdayken, bakalım öylesine Atamızın Kadınlarımız İçin Çizdiği Gibi Asri Tepkiler ile; çığlıklar, bir elle şaşkın bir hayreti dindirmek için ağzı kız çocuklarının coşkusu misali kapamalar filan felan- Sergileyebilecekler miydi Bu Cumhuriyetin Altın Kızlarının Hayranlık Hayreti Gösterisi’ni?

O nedenle de, yani Başı Açık Saime Hanım’ın Eşi olması sıfatıyla yani, Köksal Toptan esas duruşu da, askeri selamı da, her neviinden saygıyı da, hürmeti de, protokolü de hak etmektedir-

Gerisini eşlerinin başlarını ‘nedensiz 1 inatla kapamakta ısrarcı olanlar’ düşünsün, Yaşar Paşa değil.

Yaşar Paşa demokratik bir ülkede genelkurmay başkanı olmak nedir ne değildir, görev sınırları nasıl belirlenebilir/belirlenmektedir, seçilmişlerle atanmışların işbirliği nasıl temin edilir ve bir ülkenin nasıl habire sinir düğmeleri çevrilmeden yaşama hakkı teslim edilir- Bunları hiç ama hiç düşünmesin. Sakın ha!

Habire tepki versin Yaşar Paşa!

‘Juvenile’ tepkiler; ‘çocuksu’, ‘pasif agresif’ tavır koymalar.

Hani yeniyetmeler evlerine gelen misafirlere akla hayale gelmedik terbiye özürlülük modellerinde davranabilme hakkını, anne ve babalarının onlara olan düşkünlüklerine güvenerek, kendilerine atfederler, atfedebilirler ya.

Eşi Filiz Hanım da, geçen sene yapılan bir resepsiyonda kadın bir gazeteciyi “Şimdi eşimle konuşmak istiyorum, gider misiniz lütfen?” diye payladığından beri, baskın karakteriyle ilgilerime mazhar olmaktadır.

O da aynen 30 Ağustos resepsiyonunda ‘Sizler Yolcu-Biz Hancı’ ‘Hak Sahibi Huk Sahibi-Hanimiş Bunun İlk Sahibi’ güveni (ya da bizleri aşan başka askeri eş aşırı modelleriyle ÖZZ güveni)

İLE eşinin hakiki tamamlayıcısı rolündedir. Olağanüstü bir performans sergilemiştir yanık tenini Cumhuriyet Kadınına Yaraşır Bir Dekolte ile sergilerken yeşil tuvaletinin içinde.

Önce gazetecilerle sohbet etmekte olan Erdoğan’ın yanına gelip “Sayın Başbakanım lütfen oturunuz, sizi dinlendirmek istiyoruz” demekten imtina etmiyor Filiz Büyükanıt. Sonra da Gül ve Erdoğan’la sohbet etmekte olan eşinin yanına gelip pattadanak valse kaldırmaktan.

Eşinin Fren Mevhumu olmamasından belli ki iftihar vesileleri çıkartmaya alabildiğine alışkın olan Genelkurmay Başkanımız da, “Hakikaten dünya tersine döndü” deyip kendini dans pistine atıyor. Ne neşeliler!

Sonra bir baş işareti, 2 emir, 3 komutayla diğer kumandanlarımız, subaylarımız pisti dolduracak 30 Ağustos Zafer Bayramımız’ı kutlamanın coşkusu içinde. Dans edecekler. Dans edecekler. Dans edecekler.

İşte Laik Cumhuriyetin Sonsuz Bekçilerinin Sembollerle Dansı! İşte Atamızdan Yadigâr Vals Ruhu! İşte Hak Edene Hak Ettiği Kadarını (İcap Ederse Amudu) Hak Etmeyene de- E, herrr şeyi, sözlerin bittiği yerde; Temcit Pilavları’nın, sert mesajlamaların, e-postallamaların- böyle Vücut Diliyle filan göstermeyi bileceksin.

Kodu mu oturtmak; amut mu, icabında kalkmak, Askeriyemiz’in tanımlarötesi sınırsız görevidir.

Öyle de kalacaktır. Anlamamız icap eden, bu!

Sınırsızlık Coşkusu.

Radikal, 1 Eylül 2007

Perihan MAĞDEN

02.09.2007


 

Atatürk aramıza dönse...

(...)

Gazetelere şöyle bir göz attım da... Hala iki konu hararetle tartışılıyor:

1) “ Abdullah Gül gibi bir kişinin Gazi’nin makamında oturmaya hakkı yok” diyenler var.

2) Bir de şu talep: “Abdullah Gül ve Tayyip Erdoğan, laikliğe halel geleceğine ilişkin endişe duyanları ikna etsin.”

İlk savı öne sürenler daha sert, daha katı, daha saldırgan... Çoğunluğu Kemalist .

(Ara notu: ‘Atatürkçülük’ ile ‘Kemalizm’ hangi noktalarda aynı, hangi noktalarda farklı? Ciddi biçimde tartışmak gerek.)

Kemalistler önce zihinlerinde bir Atatürk fikri (modeli, vb.) oluşturuyor... Sonra da bu imaja uymadığı için Cumhurbaşkanı Gül’ün Köşk’te yeri olmadığını söylüyorlar.

Bu arkadaşların “cumhuriyet “ kavramını anlayabildiklerini sanmıyorum. Cumhuriyet; mesela “sultanlıktan”, “padişahlıktan” farklı olarak “ailelere”, “sülalelere”, “hanedanlara”, yani özetle “ kişilere “ bağlı değildir.

Cumhuriyet tam da “kişileri” dışlayan ve onların yerine “ ilkeleri “ getiren bir rejimdir. Cumhuriyetin Türkiye’deki herkes tarafından benimsenmesinin nedeni budur: Bir hanedana mensup olmayan, diyelim ki köyde doğmuş bir insan dahi, rejimin en yüksek makamı olan Cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturabilir. Yeter ki anayasada belirlenmiş niteliklere sahip olsun.

Dolayısıyla... Elbette Çankaya’daki makamı oluşturan, yani Cumhuriyet’i kuran Atatürk’tür ama Köşk “onun” değildir. “Köşk makamı herkesindir ve hiç kimsenindir.”

Eğer Köşk’ün sahibi olarak illa da bir “özne” arıyorsak, o özne egemenliğin dayanağı olan “millettir”.

Yani “Atatürk’ün koltuğu” lafı, ideolojik çekişmeler içinde söylenmiş boş bir iddiadan ibarettir.

Gelin hayal kuralım...

Bugün Atatürk yeniden hayat bulsa, mezarından çıkıp aramıza dönse, o koltuğa oturamaz çünkü mevcut anayasaya göre bir kişi tekrar cumhurbaşkanı seçilemez.

Atatürk’ün Köşk’e yerleşmesi için önce Meclis’in anayasayı değiştirmesi, sonra da onu tekrar “seçmesi” gerekir.

Atatürk ya da başka bir kişi...

Fark etmez: Seçilecek! Aynı 1923’te olduğu gibi milletin temsilcilerinden onay alacak. Başka yolu yok.

Çünkü koltuk kimsenin değil. Seçilenin belirli bir süre için oturup görevlerini yerine getireceği, süresi bitince de terk edeceği bir makam.

Gelelim ikinci noktaya...

Ne Abdullah Gül, ne de Tayyip Erdoğan... Ağızlarıyla kuş tutsalar “endişeler içinde kıvranan” yüzde 20’lik kesimi ikna edemezler.

“Bizi ikna etsinler” diyenler gerçekten ikna olmaya hazır mı sanıyorsunuz?

Gül ve Erdoğan karşıtı olan kimi görsem aynı soruyu yöneltiyorum: “Ne yaparlarsa ikna olursunuz?”

Bugüne kadar bir tek somut örnek işitmedim. Lafı eveleyip geveliyorlar.

Sadece bir arkadaşım, önce gözlerini tavana dikerek düşündü, ardından da gayet samimi bir şekilde, “Yok abi, ne yaparlarsa yapsınlar, beni ikna edemezler, bunlar İslamofaşist” dedi.

Yalnızca benim tanıdıklarım değil... Konuşanları ve yazanları tak ip ediyorum, biri de “nasıl ikna olacağına” ilişkin somut örneğini versin. Yok!

Veremezler de zaten. Bugüne kadar bağırıp çağırdılar. Kendilerini “anti” olmaya bağladılar. Böyle bir durumdaki insan fikrini değiştirir mi? Değiştirmez.

Ayrıca ellerinde (daha doğrusu dillerinde ) “takiye” diye sihirli bir kelime var. Hiçbir kurşunu geçirmeyen bir kalkan bu: Hayrünnisa Gül, türbanını çıkarıp atsa, yine de ikna olmazlar, “Takiye yapıyor, emellerine ulaşınca, tövbe edip tekrar takacak” derler.

Velhasıl onlar ikna olmaz.

Sabah, 1 Eylül 2007

Emre AKÖZ

02.09.2007


 

İnsan hakları

Mehmet Elkatmış ile konuştuk uzun uzun...

1991-2007 arasında “16 yıl aralıksız Meclis’teydi.”

Pek çok “araştırma soruşturma komisyonunda” görev aldı.

Susurluk Komisyonu’ nda başkandı.

TBMM “İnsan Hakları Komisyonu’nda” başkanlık yaptı.

Yurdu defalarca dolaştı.

Şırnak’a da gitti, Batman’a, Hakkâri’ye, Diyarbakır’a da.

“Faili meçhulleri” de inceledi.

“İnsan hakları ihlallerini” de.

Elkatmış şimdi “milletvekili değil.”

Evindeki “kolileri” açıyor.

“Arşivi” düzenliyor. Binlerce “evrak.”

İçlerinde “işkence dosyaları” da var.

“Kayıp” belgesi de.

“Gözaltında ölüm” de var.

“Faili meçhul” de.

Sohbet sırasında Elkatmış’a “bunlar ne olacak” dedik.

Güldü:

- Bugüne kadar çok rapor yazıldı.

- Devletin rafları rapor dolu.

- Kimse bize yazdığımız raporla ilgili bir şey sormadı.

- Kimse de bu raporlar üzerine bir şey yapmadı.

Elkatmış ile vedalaştık.

Meclis’e gittik.

Başbakan’ı dinledik uzun uzun...

Hükümet programını okuyordu.

Bir ara dedi ki:

- “Sıfır tolerans” anlayışı ile işkence, kayıp, gözaltında ölüm, faili meçhul cinayet gibi demokratik hukuk devletince kabul edilemez insan hakları ihlallerinin üzerine, şimdiye kadar olduğu gibi, bundan sonra da büyük bir kararlılıkla gidilecektir. (Sayfa 9)

“Konu” çok mu çok önemli...

Ama;

1. Bundan önce “hangi kararlılıkla” gidildiğini tam bilemiyoruz.

2. Zira “sorun” bitmedi.

3. Bu konuda Elkatmış “hayli bilgiye sahip.”

4. Elkatmış şu anda “boşta gezer”

durumunda... İsteyen “yararlanabilir.”

5. Ayrıca “Elkatmış’a ücret ödemek de gerekmez.”

Sabah, 1 Eylül 2007

Yavuz DONAT

02.09.2007


 

30 Ağustos, akreditasyon, DTP

30 Ağustos törenleri ve resepsiyonundan gelen haberlere göre, devlet zirvesindeki gerginlik kısmen yumuşamış görünüyor.

Öyleyse iyi…

Umarız komuta heyeti, cumhurbaşkanı-hükümet-idare arasındaki ilişkilerin “çatışma hattı” üzerinden yol alamayacağını tam anlamıyla kavrar. Demokrasinin kurallarını, yeni Cumhurbaşkanı’nı ve yeni dönemi içine sindirir. Böylece ülkenin önü açılmış olur ve asker kendi içinde zihni bir yenilenme hamlesine yol verir.

Akıntıya kürek çekmek istemeyiz ama bu konuda, hâlâ altının çizilmesi gereken iki nokta var.

Birincisi şu:

Genelkurmay Başkanı, yemin törenine neden gelmediklerine ilişkin bir soru üzerine, “bunları tekrar söylemek istemiyorum, söyledik bizim prensiplerimiz, değerlerimiz var…” demiş…

Bu yanıtı nasıl yorumlamalıyız?

Eğer yanıtın hakkını verecek olursak, “kendi değerlerimiz, prensiplerimiz var” sözünden, bir kurumun, devlet kurallarından farklı ve öte iç kuralları olduğunu anlamamız gerekmez mi?

Bu mantığa göre Türk Silahlı Kuvvetleri’nin devlet kurallarını aşan, onlarla ters düşebilen kendisine has kuralları, prensipleri, kanun yorumları olabilir.

Bu mantığa göre devletin kimi kanun ve kuralları askeri kararlara ve askerin eğilimlerine göre sürekli olarak yeniden yapılandırabilir.

Nitekim İç Hizmet Kanunu’nun kimi maddelerini, anayasaya aykırı kimi eylemleri yapmak, örneğin muhtıra vermek için kullanmıyor mu? Beteri, Kenan Evren ve arkadaşları 1982’de aynı kanuna dayanarak, bu kanunu kuşatan anayasayı yürürlükten kaldırmadı mı, darbe yapmadı mı?

Biliyoruz kimileri bu durumu doğal karşılıyor.

Ama çoğunluk bu durumdan rahatsız oluyor.

Sivil mantık bu hali, askeri vesayet düzeni ya da vesayet demokrasisi olarak adlandırıyor…

Evet yumuşama iyi…

Ama demokrasi açısından sorun orta yerde duruyor…

Orta yerde duranın üzerinde durmak gerekir…

Altı çizilmesi gereken ikinci nokta da yine 30 Ağustos resepsiyonuyla ve yine demokrasi meselesiyle ilgili…

30 Ağustos Zafer Bayramı ulusal bir bayram, bu ülkede yaşayan herkesin bayramı…

Bu bayramın resmi resepsiyonunda ev sahibi olan Genelkurmay Başkanlığı, TBMM’de grubu olan bir siyasi partinin mensuplarına, DTP milletvekillerine davetiye yollamadı.

Daha doğrusu bu siyasi partiyi, mensuplarını ve milletvekillerini akredite saymadı.

Bir devlet kurumunun halkın oylarıyla meclise gelmiş, toplumun belli bir kesimin taleplerini taşıyan ve bu kesimi temsil eden bir siyasi partiye siyasi tavır alması, bu siyasi partiyi gayri meşru ilan edecek bir tutum içine girmesi, demokratik düzenlerde kabul edilemez bir durumdur.

Demokrasilerde siyaset sorunları çözen yer olarak kabul edilir.

Bunun içindir ki siyasetin yasal ve meşru çerçevesi, her tür siyasi partiyi ve onların üzerinden siyasi hareketleri sistem içine taşıyan, törpüleyen, diğerleriyle etkileşim içine sokan bir işlev görür.

Bunun içindir ki siyaset alanı itaat, hiyerarşi, fayda mantığına göre çalışmaz, sivil dünyanın eşitlik, özgürlük, adelet ilkelerini şiar edinir.

Yeni Şafak, 1 Eylül 2007

Ali BAYRAMOĞLU

02.09.2007


 

Rövanşist olmak

Asker-sivil gerilimini sürekli gündemde tutmak, kapıda şöyle selam verdi diye haberler üretmek ülkeye boşuna enerji harcatır.

Türkiye’de askerin özel hassasiyetleri olduğu herkesin bildiği bir gerçek.

Ancak bunu her gün gündeme getirmek, işi sulandırıp ciddiyetini azaltır.

Onun için burada sadece askere değil, bu konuları sürekli gündeme getirenlere de görev düşüyor.

Kimse kendini aldatılmış hissetmesin.

Bu ülkede yıllarca kimin kimi, nasıl aldattığını herkes biliyor.

Çankaya için 367 koşulu kondu, halk gitti bu gerçeği bilerek oyunu kullandı.

Sonuçta belki de ilk kez bir cumhurbaşkanı halk tarafından seçildi.

Bu gerçeği görmezden gelip sürekli uzlaşma türküsü söylerseniz sadece enerjiyi boşa harcatmış olursunuz.

Artık kabul edin, sizin isteğiniz uzlaşma değildir.

Yüzde 47 ile 53 teranesinden de vazgeçmek gerekir, çünkü bu ayrım MHP ile DTP’yi yok saymak veya aynı çizgide birleştirmek anlamına geliyor.

Farklılıkları ile bir arada olmayı başaran bir model mevcut, bunu kazaya uğrattırmayın yeter.

Sabah, 1 Eylül 2007

Ergun BABAHAN

02.09.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri