İnsandaki fıtrattan gelen sevme duygusu, bazen öyle genişler ki; bütün kâinatı kollarının arasına almak ister. Bediüzzaman diyor ki; “İnsan, lezzetli ve güzel yiyecekleri sevdiği gibi, babasını ve annesini de sever, çocuklarını, eşini, evliya ve enbiyayı, hayatı, gençliği, baharı, yazı, kışı, hasılı bütün dünyayı ve kâinatı sever.”
“Muhabbet, kâinatın sebebi vücududur” diyen Bediüzzaman; “Biz muhabbet fedaileriyiz, husumete vaktimiz yoktur” diyerek, bütün insanlığa, barışın ve kardeşliğin mesajını vermiştir;
Sevgi, insanın elinde değil, yaradılıştan gelen bir duygu yoğunluğudur. Ancak insan muhabbetin yüzünü, bir mahbubtan diğer bir mahbuba çevirebilir. Meselâ, mahbubun çirkinliğini göstermekle veyahut asıl sevgiye lâyık olan diğer mahbuba perde ve ayna olduğunu göstermekle muhabbetin yüzü mecazi mahbubdan hakiki mahbuba çevrilebilir.
Üstad Bediüzzaman, alâkadar olduğumuz şeyleri sevebileceğimizi, ancak yaratılan bütün masnuat, Hâlık-ı Zülcelalin isminin cilveleri olması hasebiyle, onları Cenâb-ı Hakk’ın hesabına ve onun muhabbeti namına sevmemiz gerektiğini işaret ediyor.
Meselâ; lezzetli yiyecekleri ve güzel meyveleri Cenâb-ı Hakk’ın ihsanı ve Rahman-ı Rahimin verdiği nimet olması hasebiyle sevmek, aynı zamanda manevi bir şükürdür.
Hem anne ve babayı sevmek; Bu çeşit muhabbet ve hürmet, şefkat ile sırf Allah rızası için sevmek.
Hem refika-i hayatını, rahmet-i İlahiyenin, munis, lâif bir hediyesi olması ve ebedi hayat arkadaşı olması hasebiyle sevmek.
Evlâtlarımızı, o zât-ı Rahîm-i Kerîm’in hediyeleri olduğu için, kemal-i şefkat ve merhamet ile onları sevmek ve muhafaza etmek yine Hakk’a aittir.
Hem dost ve arkadaşları sevmek ise; eğer onlar iman ve salih amel sahipleri iseler, Cenâb- Hakk’ın dostları iseler, “Allah için sevmek.” sırrınca o muhabbet dahi Hakk’a aittir.
Hem evliya ve enbiyayı sevmek; Cenâb-ı Hakk’ın makbul kulları olmaları dolayısıyla, Cenâb-ı Hakk’ın namına sevmek.
Hem hayatı sevmek; Cenâb-ı Hakk’ın insana verdiği en kıymetli bâkî hayatı kazandıracak bir define olması ve bâkî mükemmellikleri içinde toplaması hasebiyle sevmek.
Hem gençliğin letafetini, güzelliğini, yüce Yaratıcının lâtif, şirin güzel bir nimeti olduğunu düşünerek, kabul edip sevmek, güzel kullanmak, bu gençliğin bâkî bir gençliğin anahtarı olduğunu bilerek sevmek.
Hem baharı, Cenâb-ı Hakk’ın nûrânî isimlerinin en lâtif, güzel nakışlarının sergilendiği bir sayfa ve Yaratıcın antika sanatı olduğunu bilerek, Hâlık-ı Rahim adına sevmek.
Hem dünyayı ahiretin bir tarlası ve mezrası ve geçici bir misafirhane olduğu için sevmek, nefs-i emmare karışmamak şartıyla Cenâb- Hakk’a aittir.
Dünyayı ve ondaki mahlûkatı mânâ-i harfiyle sev, mânâ-i ismiyle sevme “Ne kadar güzel yapılmış” de, ”Ne kadar güzelmiş deme” kalbin batınına başka sevgilerin girmesine meydan verme.
Bediüzzaman’a göre, sıraladığımız bu sevgi ve muhabbetler, eğer Allah adına olsa, hem elemsiz bir lezzet verir, hem de muhabbet-i İlâhiyeyi ziyadeleştirir, arttırır. Sevgi, Allah’tan kaynaklanırsa dostluklar da, düşmanlıklar da O’nun için olur.
Şüphesiz ki; Allah sevgisinden sonra , en büyük sevgi peygamber sevgisidir. Bediüzzaman bakın Peygamber Efendimizi (asm) nasıl tarif ediyor ;
“Şu gördüğün büyük âleme bir kitap nazarıyla bakılırsa; nur-ı Muhammedî (a.s.m.) o kitabın kâtibinin kaleminin mürekkebidir.
”Eğer, o âlem bir ağaç olarak düşünülse, Nur-ı Muhammedî, hem çekirdeği, hem de meyvesi olur.
“Eğer, dünya mücessem (cisimleşmiş) bir canlı farz edilirse, o nur, onun aklı olur. Eğer pek şâşaalı bir cennet bahçesi tahayyül edilirse; nur-ı Muhammedî onun andelibi olur, yani bülbülü olur.”
Resul-i Ekrem Efendimizi (asm), ancak bu kadar güzel anlatılabilir.
Bediüzzaman’ın felsefesinde müsbet hareket ve müsbet düşünce esastır. “Güzel gören güzel düşünür” sözü bu mânâda gönüllerde yer etmiştir.
Aşk, şiddetli bir muhabbettir. Fanî mahbublara müteveccih olduğu vakit, ya o aşk kendi sahibini dâimî bir elem ve azaba bırakır veyahut o mecâzî mahbub, o şiddetli muhabbetin fiyatına değmediği için, bâkî bir mahbubu arattırır. Aşk-ı mecâzî aşk-ı hakikiye inkılap eder.
Bu hakikati dün Leyla’lar, Mecnun’lar, Ferhat’lar, Şirin’ler, Kerem’ler, Aslı’lar, Arzu’lar, Kamber’ler, Tahir’ler, Zühre’ler yaşamışlar ve muhabbetullaha ulaşan, birer muhabbet fedaisi olmuşlar.
Bu gün, bu muhabbetin muhatabı sizlersiniz. Siz de husumete vakit ayırmayan birer muhabbet fedaisi olabilirsiniz.
Mahkemede 81 hatasını ispat ettiği bir savcıya, hapishane penceresinden gördüğü üç yaşındaki kızının hatırı için, bedduâ etmediğini belirtecek kadar insan sevgisi Bediüzzaman’da yüceleşmiştir.
O, her konuda olduğu gibi, sevgi konusunda da ifrat ve tefritten uzak durmuştu. Allah sevgisi dışında, sevgi konusunda da ifrattan uzak durmak, ölçülü olmak Müslümanın şiarıdır. Hıristiyan topluluğunun, İsa Peygamber sevgisini ifrat haline getirmesi sonucu, onu dinin emrettiği konumdan başka noktalara çekmiştir. Netice itibarıyla Hıristiyanlık dininin özünden sapmalar olmuştur.
Aynı şekilde, mezhepler bazında, Hz. Ali Efendimizin aşırı ifratla sevilmesi, ölçünün kaçırılması, din bütünlüğü içinde büyük sıkıntılara sebep olmuştur.
Hatta, yerleşmiş tarikat geleneklerinde, şeyhe bağlılık ve sevmek gayet normaldir, bekli de olması gerekendir. Ancak, burada da sevgide ölçünün kaçırılması, inanç noktasında sıkıntılara sebep olabilir. Dolayısıyla her şeyde olduğu gibi, sevmekte de ölçü İslâmdır, aşırılıktan uzak durmaktır.
Bediüzzaman; “Asıl mesele bu zamanın manevî cihadıdır. Mânevî tahribatına karşı set çekmektir. Bununla dahili asayişimize yardım etmektir” diyor.
“Birisinin günahı ile başkaları mahkûm edilemez” demek suretiyle insanlık sevgisinin harikulâde örneğini vererek, insan haklarının ve toplumsal barışın korunmasının ana prensibini veriyor.
“Bir gemide dokuz caniye karşı, bir tek masum bulunsa, o gemiyi batıramazsınız” diyerek bir tek insana dahi verilen değere işaret ediyor.
Bediüzzaman, bütün hayatı boyunca, asayişi muhafaza etmek için gayret göstermiş. Bu gayretlerinin neticesi olarak, onun talebeleri asla anarşiye ve teröre bulaşmamıştır.
“Evet, mesleğimizde bir kuvvet var. Bu da asayişi muhafaza etmek içindir. Bütün hayatım boyunca asayişi muhafaza etmeye çalıştım” diyerek, beşeri anarşilikten Risâle-i Nurun kurtarabileceğinin önemini belirtiyor.
Biz inanıyoruz ki; Bediüzzaman isminin değeri, bundan sonra daha iyi anlaşılacaktır. Onun hayatı, hayatının yazı dili ile ifadesi olan Risâle-i Nur Külliyatı ve ihtiva ettiği hakikatlerin yeteri kadar anlaşılabilmesi, zamanın seyri ve olayların akışı içinde, ancak tam olarak idrak edilebilecektir.
Çünkü, Kur’ânî hakikatlere getirdiği yorumlar, asırların ihmal, yanlışlık ve kastından mürekkep, dalâlet hücumlarına göğüs gerip, onları tesirsiz kıldığı gibi, asrımızı, özlenen, beklenen hedefler açısından da, geleceğe taşıyacak vüsat ve basirettedir.
Eğer, Bediüzzaman’ın fikirleri ve düşünceleri eğitim alanında gerektiği gibi kullanılıp, ibret alınabilseydi, bugün okullarımızda şiddet ve ilk-öğretim seviyelerine kadar inen uyuşturucu problemi olmayacaktı.
Daha, ülkede “cumhuriyet” ve “demokrasi” kelimelerinin telâffuz dahi edilmediği bir zamanda, insanlara, cumhuriyet düşüncesinin hakim olacağını ve devletin ekseriyetle demokrasi rejimini seçeceğini ilk defa, 1900’lü yılların başında keşfeden Bediüzzaman, yemeğinin tanelerini cumhuriyeti fıtrî halleriyle yaşayan karıncalara vererek, milletin ve devletin dikkatini bu gelişmelere çekmeye çalışmıştı.
Yaşadığı süre içinde, devrin idarecilerine ve siyasetçilerine, insanları mutlu yaşatmak istiyorlarsa, daha fazla hürriyet ve demokrasi getirmeleri telkininde bulunmuştur.
“Demokrasinin zembereği kamuoyudur, halk iradesidir” düşüncesi ona aittir.
Ayrıca, hürriyetin ve demokrasinin, insanlara mutluluğu getireceğini söyleyen Bediüzzaman; “Meşrûtiyetin dinde yeri yoktur” diyenlere; “İnsanın hürriyeti, Allah’a ibadeti netice verir. İman ne kadar mükemmel olursa, hürriyet o kadar iyi parlar. Asr-ı Saadet buna en güzel örnektir” diyerek, meşrûtiyete, din namına sahip çıkmıştır.
“Din umumun malıdır, kimsenin inhisarı altında değildir” diyerek, din namına siyaset yapılmaması gerektiğinin önemini vurgulamıştır.
Öyleyse, tecrübeleri de dikkate alarak, liyakatini ispat etmiş bu zâtın fikirlerini, ön yargısız olarak ele alıp, çözüm tekliflerini, iş işten geçmeden değerlendirmeliyiz. Bu açıdan bakıldığında “çağın tefsiri” ünvanını almaya hak kazanan Risâle-i Nur Külliyatı, bütün azameti ve çekiciliğiyle istifadeye hazır olarak insanlığı beklemektedir.
Tarihe iz bırakmış İmâm-ı Rabbânî, Abdülkadir Geylânî, Muhyiddin Arabî ve Bediüzzaman Said Nursî gibi insanları tanımanın en güzel yolu, onları anlamak ve yaşadıklarını ve yazdıklarını öğrenmekten geçer.
80 yıllık ömrünü İslâma adamış olan, Bediüzzaman Said Nursî, 20. asrın imansızlık hastalığına karşı yazdığı 6000 sayfa Risâle-i Nur’u kısacık dünya hayatına sıkıştırmıştır.
Eğer, “Ben bu hakikatleri yaşayarak Muhabbetullah’a müştak bir muhabbet fedaisi olmak istiyorum” diyorsanız, Bediüzzaman’ı ve onun eserlerini okumaya, anlamaya ve anlatmaya çalışmalısınız.
Bu asrın insanı, onun fikirlerini anladığı zaman, mutlaka kendi asrının şahsî ve içtimâî problemlerini çözmüş olacaktır.
Bu gün sadece ülkemizde değil, dünyanın her yerinde, inkâra ve ahlâksızlığa karşı, en büyük set, doğrudan doğruya Kur’ân’a ait olan ve hakiki Kur’ân tefsiri Risâle-i Nurlardır. Onun müellifi Bediüzzaman’ın tanınması ve anlaşılması, inşallah yüreklere iman nurunun yerleşmesine vesile olacaktır.
|