Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 31 Ağustos 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Asker ne yapmak istiyor?

Gül’ün Cumhurbaşkanı seçildikten sonra açıklamaları, tavırları uzlaşmanın yolunu açmak için uygun gibi geliyor. Askerlerin aranan bu yeni uzlaşmaya uyum sağlamak için verdikleri çaba maalesef yok. Askerlerin kaygılarını, içlerini neden rahat tutamadıklarını gayet iyi anlamakla birlikte, yeni bir duruma uyum sağlamaya gayret göstermemelerini anlayamıyoruz.

Askerlerin, Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı olmasını içlerine sindiremedikleri bir sır değil.

İnternet sitelerinden yaptıkları açıklamalarla bunu zaten açıkça söylediler ama Gül’ün seçilmesinden sonra aldıkları tavırlarla da sürekli olarak birtakım sinyaller veriyorlar.

Komutanların tavırları, ifadeleri, vücut hareketleri, Gül’ün Cumhurbaşkanlığı’ndan duydukları tedirginliği ortaya koyuyor.

Komutanların bu yeni duruma hemen alışmalarını beklemiyorduk ama bazı tavırları yeniden gözden geçirmelerinde yarar var diye düşünüyoruz.

Askerler daima müthiş disiplinli bir şekilde devlet hiyerarşisine ve kurallara uymaya çok dikkat etmişlerdir. Bu tavrın şimdi değişmeye başlaması için ortada bir neden yok.

HEPİMİZİN ORTAK HAYALİ

Gül’ün Cumhurbaşkanı seçildikten sonra açıklamaları, tavırları devletin zirvesinde yeni bir uzlaşmanın yolunu açmak için uygun gibi geliyor bize.

Buna karşılık askerlerin aranan bu yeni uzlaşmaya uyum sağlamak için verdikleri bir çaba maalesef yok.

Askerlerin kaygılarını, içlerini neden rahat tutamadıklarını gayet iyi anlamakla birlikte, yeni bir duruma uyum sağlamaya hiç gayret göstermemelerini de hiç anlayamıyoruz.

Türkiye’de büyük çoğunluğun veya sessiz çoğunluğun da aynı şekilde bu tavırları artık anlayamadıklarına eminiz ve çoğunluğun kaygılarını burada aktardığımızı düşünüyoruz.

Askerlerin Cumhurbaşkanı’nın yemin törenine gelmemeleri ve dün GATA’da Cumhurbaşkanı’na ‘Cumhurbaşkanım’ diye hitap etmekten kaçınmaları, askerin duyarlılıklarını en iyi anlayan vatandaşın bile yüreğini burkmaktadır.

Başbakan dün yeni Bakanlar Kurulu’nu açıklarken, Türkiye’ye koydukları hedefi; istikrar ve özgürlük-refah olarak açıklamıştır. Bu hedeflere Türkiye’de katılmayacak, desteklemeyecek vatandaş yoktur, olamaz...

Bu hedefler hepimizin ortak hayalidir ve bu hayali yıkabilecek bir tavır alma kimsenin de hakkı değildir.

Askerler çok iyi tanıdıkları toplumdaki duyarlılıkları yeniden değerlendirsinler, bazı rahatsızlıkları nedeniyle artık istikrar özlemimizi, hayalimizi bozabilecek tavırları lütfen almasınlar...

YOLUNUZ AÇIK OLSUN

İçlerine sindiremedikleri Gül’e karşı almakta oldukları tavırların artık göze batmaya başladığını ve bazılarının kendilerine yakışmadığını artık lütfen görsünler.

Bu ülkenin ordusuna, askerine çok ama çok önem verdiğimizden bu dostça uyarıyı yapmak gereğini dıuyduk. Çünkü askerlerin kendilerini yaralayabilecek bazı tavırlara girmelerini kesinlikle istemiyoruz.

Akşam, 30.8.2007

Serdar TURGUT

31.08.2007


 

Bu vatan hepimizin

Gül’ün seçilmesini Washington Post “Ordu darbe yapacak ya da siyasi İslâm’a alışacak” diye duyurdu!

Bu haber midir, demokrasimize ve askerimize hakaret mi?

Gazete şimdi GATA’da yaşananları herhalde manşetini doğrulayan gelişme olarak aktaracaktır.

Dün askeri doktorların diploma töreni vardı ve Cumhurbaşkanı Gül, bir gün önce yemin törenine katılmayan komutanlarla burada karşılaştı. Ama Başkomutanlığı temsil eden kişinin görmeye hakkı olan saygıyı maalesef görmedi.

Türk Silâhlı Kuvvetleri’nin Cumhurbaşkanı’na hitap şekli ve selâmlama konusunda mevcut gelenekleri ihmal edildi.

TV’de bu görüntüleri izlerken üzüldük.

Gül’den şüphe ve tedirginlik duyulmasını anlıyoruz. Çünkü aynı duyguyu biz de paylaşıyoruz. Gül’ün laiklik ve cumhuriyet üzerine geçmişte söyledikleri ona itiraz edenlere haklılık kazandırıyor.

Ama demokrasi varsa ona fırsat verilmeli, kredi açılmalıdır.

Gül’ün ilk teşebbüsündeki itirazlar 22 Temmuz’da ortadan kalkmıştır. Çankaya’ya çıkması, yenilenen seçimle oluşan meclis iradesinin sonucudur.

Evet kökleri siyasi İslâm olmakla beraber son beş yıl liberal ve Batı yanlısı bir icraatın ortağı olmuş, üstüne de laik cumhuriyete bağlılık yemini etmiştir.

Kendisine kefil olamayız fakat borcumuz, meclisin iradesine saygı göstermek ve sözünü tutması için ona şans tanımaktır.

Öyle sanıyoruz ki askerin kendi başkomutanına dün reva gördüğü muamele sadece AKP’ye oy veren vatandaşları değil Gül’den en az askerler kadar endişe duyan laik demokrat çevreleri de rahatsız etmiştir.

Çünkü cumhuriyeti korumak münhasıran Silâhlı Kuvvetler’e tevdi edilmiş bir görev değildir.

Hatta askerlerin sık sık “darbe yapmayı göze alacak noktaya geldiği” algısı uyandırması, “dikta özlemcisi” diye damgalanma korkusu duyan sivil güçleri pasifize etmekte, zarar vermektedir.

Bu vatan hepimizin. Savunulmasının sorumluluğunu hepimiz paylaşacağız.

Vatanseverliğin, fikirlerimizi başkalarına zorla kabul ettirmekten değil, hür seçimle ortaya çıkan millet iradesine saygı göstermekten geçtiğini bileceğiz.

Vatan, 30.8.2007

Güngör MENGİ

31.08.2007


 

Gidenin ardından

Sayın A.Necdet Sezer’in bu göreve seçileceğinin kesinlestiği günlerde, yani bundan yaklaşık 7 yıl dört ay önce, kendisinin nasıl bir cumhurbaşkanı olacağına dair öngörülerimi yazıp bir gazetede yayımlamıştım. Şimdi de görevden nihayet ayrılması dolayısıyla, Sayın Sezer’in ardında nasıl bir izlenim bıraktığına bakmak isterim.

Hatırlanacağı gibi, sayın Sezer’in cumhurbaşkanlığına seçilmesinde onun Anayasa Mahkemesi’nin başkanı bir ‘hukukçu’ olması belirleyici olmuştu. Bu görevi sırasında yaptığı ve hukuk devleti yanında ifade özgürlüğünü de öne çıkaran bir-iki törensel konuşma her ‘meşrep’ten siyasetçiyi çok etkilemişti. Etkilenenler arasında o zamanki Fazilet Partisi mensupları da vardı. Hatta Sezer’in cumhurbaşkanı olması ihtimali Faziletçileri -’etkilemek’ ne kelime- bayağı heyecanlandırmıştı.

Gelgelelim, ilk bir veya birbuçuk yıldaki performansı bir yana bırakılırsa, sayın Sezer ne yazık ki kendisi hakkındakı beklentileri boşa çıkardı. O ilk döneminde yaptığı da, memurların anayasal haklarını çiğneyen ideolojik saikli bir düzenlemeyle ilgili olarak biçimsel hukukiliği gözetmesinden ibaretti. O zaman da çoğunluk, onun memurları hedef alan söz konusu ideolojik girişimin özüne değil, fakat sadece usulüne -kanun yerine KHK’yla yapılmak istenmesine- karşı çıktığını anlayamamış veya gözardı etmişti.

Sayın Sezer, maalesef, cumhurbaskanlığı döneminin büyük kısmında ne hukuk devleti, ne temel haklar ne de demokratikleşme konularında iyi bir sınav verdi. Onda kimilerinin ‘hukuk devleti’ duyarlılığı gibi gördükleri şey, aslında yasalara uygunluğu esas alan ve ‘hikmet-i hükümet’ (reason d’etat) felsefesiyle bile bağdaşabilecek pozitivist anlayıştan başka birşey değildi. Sezer keza, parlamenter rejimin işleyişi ve bu model içinde cumhurbaskanının yeri konusunda daha önce dile getirmiş olduğu görüşleri de Çankaya’ya çıkınca tamamen unutmuş göründü.

Kısa zamanda statükoyla özdeşleşen Sezer demokratikleşme ve Avrupa Birliği ile bütünleşme çabalarına da pek geçit vermedi. Gerçi zamanla anlaşıldı ki, sayın Sezer’in statükoya sarılması şartların zorlamasıyla sonradan ortaya çıkan arızi bir durum olmayıp, onun dünya görüşünün olağan bir sonucuydu. Sezer’in ideolojisi, hükümetin yürüttüğü ve toplumun çogunluğunun da beklentilerine uygun düşen özgürleşme, demokratikleşme ve dünyalılaşma girişimi karşısında onun kurulu düzeni olduğu gibi korumaya çalışanların tarafinda veya safında yer almasını gerektiriyordu.

Cumhurbaşkanı Sezer ‘milletin birliği’ni temsil etmek anlamında ‘tarafsız’ da olamadı veya olmadı. Nitekim, ‘millet’in içindeki politik ayrışmalar, ihtilaflar ve gerilimler karşısında taraf tutmayan ‘birleştirici’ bir tutum almak yerine, tam tersine hemen hemen her defasında açıkça taraflardan biri yanında yer aldı; bu yöndeki söz ve davranışlarıyla toplumun geri kalanını rencide etti, toplumun çoğunluğunun hak ve hukukunu görmezlikten geldi. İlginç olan nokta, cumhurbaşkanının her zaman yanında yer aldığı ‘taraf’ın toplumun bir azınlığını, kendisini ‘devlet’le özdeşleştiren bir azınlığı olusturmasıdır.

Sayın Sezer ulusal günlerde yayımladığı mesajlarda bile hep o tarafin sözcüsü olarak göründü. Bu arada, bazı dini bayramlarda yayımladığı mesajlarda o günlerin manevi havasına hiç de uygun düşmeyen laiklik vurgularıyla dikkat çekti. Bunun gibi, laikliğin anayasal bir ilke haline gelmesinin yıldönümlerini hiç unutmayan cumhurbaskanı Sezer, buna karşılık mesela 14 Mayıs’ları hiç hatırlamadı. Cumhurbaşkanı olarak yayımladığı mesajların hemen hemen hiç birisinde sahici bir insan hakları ve demokrasi vurgusu yapmadı; ondan, Türkiye’nin demokrasi tecrübesini önemsediğini ve demokrasimizin geleceğiyle ilgili kaygılar beslediğini gösteren konuşma veya açıklamalar da duymadık.

Hasılı, ‘giden’ işte böyle bir figürdü, bakalım ‘gelen’ nasıl olacak!... Daha kötü olmayacağı kesin gibiyse de, her ihtimale karşı, siz yine de aşırı ümitler beslemeyin derim.

Star, 30.8.2007

Mustafa ERDOĞAN

31.08.2007


 

30 Ağustos’u üzüntü ile kutluyorum

Cumhurbaşkanı Gül’ün yemin törenine katılmayan komutanlar, dün de alışık olunmayan bir “tavır” sergilediler. Cumhurbaşkanımız Abdullah Gül’e “Cumhurbaşkanım” demediler. Sadece “Cumhurbaşkanı” diyerek, Cumhurbaşkanı’nı “sahiplenmek” istemediler.

Dün ben çok üzüldüm. Genelkurmay Başkanı Orgeneral Büyükanıt, geçmiş yıllarda dönem birincisine diplomasını vermek için ayağa kalktığında, “Cumhurbaşkanı’na cephe selamı veriyordu” ancak bu yıl dönem birincisine diploma verirken Cumhurbaşkanı Gül’e cephe selamı vermedi. Buna çok üzüldüm. Törende konuşan GATA Komutanı Necati Özbahadır ve Dekan Tabip Tümgeneral Mehmet Zeki Bayraktar, konuşmalarına başlarken, eskiden yaptıkları gibi, “Sayın Cumhurbaşkanım” deme yerine, “Sayın Cumhurbaşkanı” diyerek başladılar, buna çok üzüldüm. (...)

Ayrıca, 28 Şubat’ta Sincan’daki tankları yürüten komutan olarak bilinen EDOK Komutanı Orgeneral Erdal Ceylanoğlu’nun, sadece Büyükanıt’ı selamlaması ve Cumhurbaşkanım Abdullah Gül’ü “”yok” farzetmesi de beni çok üzdü. Salonda, dönem birincisinin ödülünü veren Cumhurbaşkanı Gül’e “cılız bir alkış” gelirken, dönem dördüncüsünün ödülünü veren Büyükanıt’a salondan coşkulu bir alkışın yükselmesi de bana anlamlı geldi.

Biz Türk Silahlı Kuvvetleri’ni ve onun komutanlarını sever ve sayarız. Şu geldiğimiz günlerde Türkiye’yi yeni bir “gerginliğin” ortasına atmak kimseye bir yarar getirmez. Hele hele paşalara ne “itibar sağlar” ne de “İyi ki böyle yapıyorlar” dedirtir. Diyenler olmaz mı? Olur elbette. “Halktan korkan, demokrasi dışı yollardan medet umanlar” paşaların dünkü tavrını alkışlayacaklardır. Yeni bir darbe çığırtkanlığı için, bu tavrı bir fırsat sayacaklardır. Yürekleri, “laik, demokratik, hukuk devletinden yana olan paşalarımız”, bu “darbe çığırtkanlarına” yüz vermemelidirler. Yeni bir darbe “Türkiye’nin bölünmesine” yol açar. Bunu hiçbirimiz unutmayalım.

Bugün, 30.8.2007

Can AKSIN

31.08.2007


 

YÖK’e Şerif Mardin!

Fatih Portakal adlı okurumuz mesaj göndermiş. Özetle şöyle diyor: “YÖK Başkanı Erdoğan Teziç’in görev süresi yakında bitecek. Cumhurbaşkanı Gül, o makama Prof. Şerif Mardin’i atasın.”

Okurumuza verdiğim cevapta, bunun çok hoş bir fikir olduğunu... Ancak

80 yaşındaki Şerif Hoca’nın böyle bir görevi kaldıramayacağını belirttim.

Peki ne yapılabilir? Bildiğiniz gibi Türkiye Bilimler Akademisi (TÜBA) adlı bir devlet kuruluşu var. Bu akademideki ‘ Kemalist’ hocalar, dünyaca ünlü siyaset ve sosyal bilimcimiz Prof. Mardin’in üyeliğini engelliyor. Mardin tam üç kere reddedildi.

Niye reddettiklerini daha önce yazmıştım: 1980’lerde, Nur Cemaatinin kurucusu Said Nursi’yi inceleyen bilimsel bir araştırmaya imza atmıştı.

Bu zevat olaylara at gözlüğü ile baktığı için, Nurculuğu inceleyen Mardin’in de Nurcu olduğunu sanıyor. “ Yahu ne alakası var, vallahi değil “ diye boşuna nefesinizi harcamayın çünkü ona da cevapları hazır: “ Atatürkçü bir bilim adamı, dincileri araştırmaz! Çünkü onları muhatap almaz... “ Okurumuza verdiğim cevapta, YÖK başkanlığı yerine Prof. Mardin’e (Ve Orhan Pamuk’a) “ Devlet Üstün Hizmet Madalyası “ verilebileceğini de belirttim.

Sabah, 30.8.2007

Emre AKÖZ

31.08.2007


 

İleri gelenler, ileri gidenler

Vaktiyle yönetilen ezilmiş yığınların, ekonomik tablolarda ortaya akrep kuyruğu gibi çıkan çaresizliğini dillendirmek, “Allahsız bir komünist” olmaktı.

* * *

Şimdiyse ne olmuşsa olmuş, aynı yığınlar; siyasal bir egemenliğe doğru uzandıklarında, “laiklik düşmanı” olmakla suçlanmaya başlamıştı.

* * *

Laiklik de bir garip laiklikti.

Ne Yahudi, ne Gregoryan, ne de Ortodoks bir vatandaş; Hazine’den geçinmeli bir bürokrat olabiliyordu.

Üstelik bir ırkçılık koşullanmasıyla, eski Osmanlı azınlıklarının küçümsenip horlanması da çok yaygındı...

İşte birkaç örnek:

Tatar Tatar, iki gider bir kıç atar.

Arnavuti zoti...

Korkak Yahudi...

Kuyruklu Kürt...

Ermeni tohumu...

Ne Şam’ın şekeri, ne Arap’ın yüzü...

* * *

Şükrü Saracoğlu’nun başbakanlığı döneminde, azınlıkların üstüne çeki taşı gibi bindirilen “varlık vergisi” ile, vergiyi ödeyemeyenlerin Aşkale’de taş kırmaya gönderilmesi; pek mi bağdaşıyordu Cumhuriyet’in “laiklik” ilkesiyle?

Ne çare ki, bu tür uygulamalarla; mikrofonlardan fışkıran “çağdaş bir hukuk devleti” olma övünmelerini karşılaştırmaya kalkmak da, “vatana ihanet” sayılmaktaydı.

* * *

“Yargısız idam” anlamına gelen “yerinde infaz” ne demekti?

“Düşman” tanımlanmasıyla, “suçlu vatandaş” tanımlaması arasındaki hukuksal fark neydi?

* * *

Bu tür konuları kurcaladığınızda, başınıza gelenleri en yakınlarınız bile yadırgamıyor:

- O da çok ileri gitti, diyorlardı.

* * *

Zaman zaman hâlâ daha özlediğim Turhan Güneş:

- Bizde, derdi; bir “ileri gelenler” vardır, onlar itibarlı kişilerdir; bir de “ileri gidenler”, onlar da cezalandırılacak kişiler...

* * *

Bu arada, ezilmiş yığınların yan bilincinde tomurcuklanmış olan şu deyimlere de bir bakın:

Etliye sütlüye karışma...

Suya sabuna dokunma...

Hem nalına, hem mıhına...

Ne şiş yansın, ne kebap...

Aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık...

Ne yerde gez basıl, ne gökte gez asıl...

Düşenin dostu olmaz, hele bir yol düş de gör...

* * *

Bütün bu şeffaflıktan uzak, bir garip oligarşik yapılanmayla, varıla varıla nereye varıldı?

Birleşmiş Milletler İnsani Kalkınma Endeksi’ne göre; Danimarka ile Finlandiya’nın 96 basamak altına düşmeye...

1 ton buğday için 1000 ton su harcamaya...

Nüfusu İstanbul’unki kadar olan Hollanda’nın, tarım kesiminde çalışan 600 bin kişisiyle; tarım kesiminde 6 milyon kişinin çalıştığı Türkiye’yi, tarım ihracatında 7 kat geçmesine...

* * *

Politika üstüne yorumlar, öngörüler, uyarılar; hepsi tamam da...

Bütçenin, bakanlıklar arasındaki dengesiz mi dengesiz olan dağılımı, neden gündemlere hiç gelmiyor ki acaba?

Çok ileri gitmemek için mi?

(...)

Nedense bendenizin hoşuna gider, kimsenin kulak asmayacağı konulara kepçe uzatmak...

Neyse, nihayet ak sakallı bir baba ile gözlüklü, güleç yüzlü, başı bağlı bir annenin de; çocukları cumhurbaşkanı olunca, duydukları mutluluğa tanık olabildim sonunda...

Eh bu kadarı da yeter bendenize...

Milliyet, 30.8.2007

Çetin ALTAN

31.08.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri