|
|
|
Yağmur duâsı ilkellik mi? |
Önce İstanbul Müftüsü Mustafa Çağrıcı, vatandaştan gelen yoğun talepleri değerlendirip farklı ilçelerde ‘yağmur duası’ düzenledi... Nedense susuzluktan inim inim inleyen Ankara’da birkaç hafta gecikmeli olarak yağmur duasına çıkıldı. Başbakan’ın da katıldığı cuma namazında, eller önce göğe açıldı, sonra avuç içleri toprağa çevrilip Rabb’ın rahmetine sığınıldı...
İmam eşliğinde yağmur duasına çıkılmasını bir ilkellik olarak görenler de var. Bu kesim şöyle düşünüyor: Önce Gökçek gibileri ortalığın canına okusun, sonra da yağmur duasına çıkılsın... Nasılsa ‘susuzluk da Allah’tan geliyor’ diye yan yat, kuraklık başgösterince duaya çık, oh ne güzel... Bu çağda, bu nasıl gerilik!’
Peki reiki, meditasyon, pozitif enerji mübahsa, yağmur duasına çıkılmasının ne sakıncası var?
Yağmur duasına çıkılmasını ‘cahillik’ diye aşağılayanların çoğu, iş ‘alternatif enerji aktarımına’ gelince aslanlar gibi sahip çıkıyor. Neden? Çünkü gayet bireysel ve bir dine bağlı değil. Batı’nın Doğu felsefesini keşfedip iç huzuru aramasının ‘modern yolu’... Diğeri, yani cami avlusunda topluca ibadet etmek, cahillik!
Oysa elleriyle birbirlerine şifa verdiklerine, enerji aktardıklarına inanan Reikicilerin, evrende çeşitli güç merkezleri olduğuna inananların, avuç içlerini sembolik bir şekilde toprağa çevirip yakaranları herkesten daha iyi anlamalı bana kalırsa... Reiki mantığına uygun bir şekilde, ‘gökteki enerjiyi toprağa çevirmek’ yani bir nevi ‘chanelling-kanal olma’ olarak yorumlanamaz mı bu ritüel?
ALAY EDİYORLAR
‘Yağmur duası, düpedüz büyücülük... Müslümanlıkla ne alakası var! Avuç içinin yere doğru çevrildiği başka bir dua yok’ diyenler de var. Müftü Çağrıcı’ya göre, yağmur duasının bir adabı var ve Peygamber’in uygulamalarından ortaya çıkıyor... Yüzyıllardan beri köy ve kasabalarda aşırı kuraklık, hayvanların susuz kalması gibi durumlarda tekrarlanan bir gelenek: ‘Köyün ileri gelenleri toplanır, dua önceden ilan edilir. Duaya gidilirken masumiyeti ve günahsızlığı dolayısıyla çocuklar önde bulunur. Duanın samimiyeti, masumiyeti için insanların gönül ve ruh hazırlığı gerekir. Ondan sonra insanlar toplanır ve orada olabildiğince samimi şekilde dualar edilir. Diğer zamanlarda dua eller göğe açık olarak yapıldığı halde, yağmur duasında yağmurun aşağı inmesini sembolize etmek için eller yere doğru açılır. Duanın ardından kurbanlar kesilerek fakir fukaraya ikramda bulunulur.’
Hayatımda ne yağmur duasına çıktım, ne de reiki yaptım. Ama ne onu ne diğerini kınayıp, küçümserim. Bu yüzden cuma namazı çıkışında bazı vatandaşların söyledikleri içimi burktu: ‘Bizimle alay ediyorlar ama Hıristiyanlık’ta da yağmur duası var!’ Yani adam diyor ki senin o bayıldığın Batılılar yaparken iyi oluyor da, biz camide toplanınca neden komik oluyor...
Konu günlerce susuz kalmaksa, hatanın nerede olduğunu tespit edelim, eleştirelim ve önlem alalım elbette. Bu arada bırakın da herkes ibadetini istediği gibi etsin. ‘Pozitif enerji ve evrenin dengesi’ gibi kavramlara inanıyorsanız veya size ‘kıro’ gelmiyorsa, eleştirmeden önce biraz düşünün.
***
YAĞDIR MEVLÂM SU
‘Yağmur namazı ve duası bir ibadettir. Yağmursuzluk, o ibadetin vaktidir. Yoksa o ibadet ve o dua, yağmuru getirmek için değildir. Eğer sırf o niyet ile olsa; o dua, o ibadet halis olmadığından kabule layık olmaz. (Bediüzzaman, Sözler yirmiüçüncü söz)
Rei “her yerde varolan” ve ki “ruhsal yaşam enerjisi” anlamına geliyor. “Evrensel yaşam enerjisi” de deniyor. Reiki bir din değil. Bedendeki enerji dengesizliklerini ve negatif enerji blokajlarını çözebilmek için insanın kendi enerjisini dengeleyip, tamamlaması için kullanılıyor. Böylece ruhsal, dolayısıyla da fiziksel iyileşme süreci başlattığına inanılıyor.
‘Alternatif ruhsal alt kültürler’ anlamında kullanılan genel bir terim New Age... İnsanın içinde, kendi fiziksel ve psikolojik sorunlarının üstesinden gelmesini sağlayan kozmik bir güç olduğuna inanılır. Aynı güç, evrende çeşitli güç merkezlerinden de (enerji hatları) yayılmaktadır.
Antik Roma’da ‘paparuda’ denen ve pagan geleneğinden geldiği sanılan yağmur duasına çıkılırmış. Bu gelenek günümüzde Balkanlar’da halen uygulanıyor. Paparuda’da ağaç dalları ve otlardan hazırlanan etek giyen bir kız çocuğu, köyün sokaklarında dolaşıp şarkı söyler ve dans ederek evlerin kapısını çalar. Köy ahalisi de peşinden su dökerek bu dansa katılır.
Bir cip markası değil, Kızılderili kabilesi olan Cherokee’ler de yağmur dansı yapıp toprağı kötü ruhlardan arındırma ritüeli yaparmış.
Akşam, 12.8.2007
|
Mehveş EVİN
13.08.2007
|
|
|
Gül harcanıyor mu? |
Sürekli okurlarım bilirler; cumhurbaşkanlığı seçimi böyle arapsaçına dönmeden çok önce, bu yılın başlarında yazdığım yazılarda AK Parti’nin cumhurbaşkanı adayını uzlaşmayla çıkarmasını savunanlardanım.
Bunun sebeplerini de o vakitler uzun uzun anlattım. Şimdi ise AK Parti’nin Abdullah Gül’ü tek aday olarak göstermemesinin telafi edilemeyecek kadar önemli bir siyasi hata; demokratik rejim açısından vahim bir geri adım olduğunu vurgulayıp duruyorum.
Peki ne oldu da uzlaşma fikrinden vazgeçtim? Çünkü o zaman, parlamento içinde cereyan edecek; toplumsal temeli olan ve tarafların gönüllü olarak gerçekleştirecekleri bir uzlaşmayı kastediyordum. 27 Nisan’dan beri ise darbe tehdidi eşliğinde dayatılan bir “uzlaşma” söz konusu. İşte bu yüzden, artık Gül’ün adaylığında ısrar, onun şahsi niteliklerini aşmış, demokratik rejimin prestiji haline gelmiştir. Bugün AK Parti’nin—seçimde halktan alınan güçlü yetkiye rağmen—Gül’ün adaylığından geri adım atması, doğrudan doğruya, “askeri vesayet rejimine devam” anlamını taşır. AK Parti’nin Türkiye’de cumhurbaşkanının askerin onayı olmadan seçilmesinin imkânsızlığını kabul etmesi; rejimi sivilleştirme konusundaki iddiasını kaybetmesi anlamını taşır. AK Parti yönetiminin “merkeze kaymak”tan, toplumsal merkezi değil, devletin merkezini anladığı anlaşılır.
Deniliyor ki Erdoğan, önünde uzanan 4 yılda yapmayı planladığı demokratik atılımları gerçekleştirebilmek için gerginliği azaltmak, “kurumlararası uyum”u kurmak istiyor. O öyle istiyor da, ben de daha en başından rejimin niteliğine ilişkin böylesine temel bir noktada bürokrasiye teslim olmuş bir iktidarın, ondan sonra o atılımları nasıl yapacağını merak ediyorum doğrusu...
“Genç Siviller”, bütün gençliklerine ve acemiliklerine rağmen, bu öldürücü uzlaşmanın sonuçlarını AK Parti’nin tecrübeli yöneticilerinden daha iyi görmüşler. Bakın son bildirilerinde ne diyorlar: “AKP kurmayları bilmelidir ki; savcıyla, dergiyle, 301’le doymayan bu demokrasi öğütücüsüne bir Abdullah Gül’ü feda etmek sadece onun daha fazla iştahını kabartacaktır.”
* * *
Şimdiye kadar ne yazdımsa hep “demokratik rejimin geleceği” açısından yazdım. Ama doğrusu Abdullah Gül’ün içine düşürüldüğü durum da kolay kolay yenilir yutulur bir şey değil. Başbakan Erdoğan’ın seçimden hemen sonra sarf ettiği “uzlaşma” sözüyle, ardından da “çekilme kararını Gül’e bırakıyorum” diyerek Abdullah Gül’ü son derece zor bir durumda bıraktı; onu tek başına boy hedefi haline getirdi; kariyer hırsı yüzünden partisini zora sokan bir politikacı konumuna düşürdü.
Başbakan’ın bulanık demeçleri Gül’ü zora sokmakla kalmadı; partiye de zarar verdi. Yıllardır bu iki lideri birbirine düşürmek için fırsat kollayanlara gün doğdu. Hemen bu belirsiz alan üzerinde “çalışmaya” giriştiler. Bugün bütün hızıyla sürmekte olan manipülatif haber furyası, Başbakan’ın demeçlerinin yarattığı bu belirsizlik ortamında yürüyebildi. Hele hele şu son “birden fazla aday” açıklaması her şeyin üstüne tuz biber ekti.
Açık konuşalım; eğer bir dil sürçmesi sözkonusu değilse, eğer yanlış anlamadıysak, bu açıkça Gül’ün harcanmasının formülüdür. Böyle bir durumda, diğer adayların muhalefet partilerinin de oyunu alacağı ve Gül’ün yenilgiye mahkum olacağı besbelli değil mi? Bir lider en yakın yol arkadaşını nasıl böyle kırdırır? Unutmayalım, Gül bu makama kendisi aday olmadı; aday olmasını bizzat Başbakan istedi. Eğer Başbakan şimdi, o zor günlerde aday olmasını istediği “kardeşini” askerle uzlaşma adına ekarte etmekte kararlıysa, en azından onu kendi yol arkadaşlarına yem yapmaktan daha az vahşi yollar bulabilirdi.
Bugün, 12.8.2007
|
Gülay GÖKTÜRK
13.08.2007
|
|
|
Doğru yol |
13 Ağustos Pazartesi saat 11.00.
Ankara’da DP il başkanları toplantısı.
15 Ağustos Çarşamba saat 11.00.
DP genel idare kurulu toplantısı.
Gündem “uzun.”
Özeti:
“Şimdi ne yapacağız?”
Partide “değişik görüşler” var:
- Hemen büyük kongreye gidelim, yeni genel başkanı seçelim.
- Hayır, acele etmeyelim... Önce derlenip toparlanalım.
Ağırlıklı görüş:
“Acele işe şeytan karışır.”
Genel Başkan Vekili Nevzat Ercan soğukkanlı bir yönetici.
Öfkesiyle ya da hırsıyla hareket eden bir partili değil.
Hele “kendisi ile ilgili beklentisi olan biri” hiç değil.
İşte anlattıkları:
- Sorun ikide bir çatı aktarmak, kiremit değiştirmekle çözülmüyor.
- Yeni yöntem, yeni yaklaşım, yeni politika lazım.
- Tabana dayalı siyasete ihtiyaç var.
DP ya “acele kongre ve hemen bir yeni başkan” sevdasına kapılıp “maceraya yelken açacak.”
Ya da “yeniden yapılanma” diyerek “uzun ince bir yola” çıkacak.
Doğru yol “ikinci yol.”
***
Ağlayan at
Nevzat Ercan’ın telefonu çaldı.
Antakya’nın Yenice Mahallesi muhtarı arıyordu:
- Başkanım bu parti Türkiye’ye lazım.
- Ankara’dan bir işaret bekliyoruz.
- Aman temeli sağlam atın... Sağlam bina sağlam temele oturur.
- Başkanım bizi daha fazla başımız önde bırakmayın.
Karaman’dan bir esnaf aradı. Nevzat Ercan yine yemeği bıraktı, dinlemeye başladı:
- DYP’liyim ama seçimde DP’ye oy vermedim, beni affedin... Şimdi partime her türlü desteği vermeye hazırım.
Manisa’dan, Bursa’dan, Yozgat’tan telefon geldi.
Arayanlar “aynı şeyleri” söyledi:
- Efendim kırat ağlıyor... Silin artık kıratın gözyaşlarını.
***
Ortak akıl milli vicdan
Bir şey dikkatimizi çekti, DP Genel Başkan Vekili Nevzat Ercan “herkese açık.” “Eskilerle” de konuşuyor, “yenilerle” de. Ve az konuşup çok dinliyordu.
- Ne yapıyorsunuz sayın Ercan?
- Ortak aklı arıyorum.
- Neler dinliyorsunuz?
- Milli vicdanın sesini.
“Ortak akıl, milli vicdan” ne diyor?
Nevzat Ercan:
- Sivil siyaset.
- Siyasetin demokratikleşmesi.
- Tabana saygı... Örgütlerin derlenip toparlanması.
Nevzat Ercan “22 Temmuz’da ayağımıza diken battı” dedi.
Yeni süreç “dikeni çıkarma süreci.”
Aslında diken “bir günde batmadı.”
“Çok önceden” batmaya başlamıştı.
22 Temmuz’da ise diken “içerde kırıldı.” Çaresi “ayağı kesmeden, hastayı öldürmeden” operasyon. (...)
Sabah, 12.8.2007
|
Yavuz DONAT
13.08.2007
|
|
|
Şerif Mardin |
Olacağı buydu.
12 Eylül ve YÖK’le birlikte Türkiye’de üniversite susturuldu.
Akademik özerklik ve bilimsel özgürlük gasp edildi.
Üniversite’den istifa edenler kaleyi terk etmekle itham edildi.
Kalanlar, kaleyi korumak adına kapıkulu olmanın bedelini sineye çekti.
Kimi kanun emrediyor diye sakalını kesti, kimi profesör olabilmek için yayınlarını gizledi.
“Asmayalım da besleyelim mi,” diyen darbeci başına fahrî hukuk doktorası verildi.
Yıllar geçti. Günümüzde pek çok şey değişti, kimi şeyler değişmedi.
Türkiye’de hâlâ bilimsel özerklik ve akademik özgürlük yok.
Böyle bir talep de yok.
Üniversite devleti denetleyen güçlerin emir kulu.
Bir sesi çıkadursun, Meclis kürsüsünden, hükümetten vatan hainliğiyle itham edildiğinde bile sineye çekiyor.
YÖK Başkanı, son seçim örneğinde gördüğümüz gibi, şu olabilir şu olamaz diye fetva üstüne fetva verdi.
“Ne haddine!” diyemeyen üniversite sustu.
Diyelim ki, bunlar zamanında yaşanan bir kâbustan arta kalan kalıntılar.
Şerif Mardin’in meslektaşları tarafından bir bilim kuruluşuna önerilen üyeliğinin, hem de üçüncü kez, reddedilmesine ne demeli?
Kuruluşun adı Türkiye’de bile pek bilinmez..
Şerif Mardin ise, bilim çevrelerince dünyaca tanınır.
Mardin’in üyeliği bu kuruluşu onurlandırır. Üyeliğinin reddi, TUBA adlı bu akademisyenler topluluğunu töhmet altında bırakır.
Bırakır mı?
Bırakacak mı?
Üniversitelilerin sessizliğine bakılırsa, bırakmayacak.
12 Eylül’de meslekdaşlarının üniversiteden tek tek atılmasına seyirci kalanlar, bu sefer kendileri özgür düşünceyi yargılamaya başlamış.
Mardin’in üyeliğinin reddedildiği oylamaya katılan bir profesör, “Gerekçe gizlidir, açıklayamam,” demiş.
Hem ben yapmadım dercesine kendini temize çıkarıyor, hem de kararı meşrulaştırıyor.
Bilim adına, engizisyon mahkemesi benzeri böylesine ibret verici bir karar veren kuruluşun üyelerinin hepsi üniversite hocası.
Oylamada azınlıkta kalanlar, ilkeleriyle konumlarını bağdaştıramamanın ezikliğini yaşayanlar, bir zamanlar 12 Eylül’de de iddia edildiği gibi, kaleyi terk etmeyelim diye mi seslerini çıkarmıyor?
Şimdi, üniversite yaz tatilinde.
Sesi aranıyor.
O kadar sessiz kaldı ki, sessizliği fark edilmez oldu.
Şerif Mardin’in eserleriyse ortada.
Radikal, 12.8.2007
|
Gündüz VASSAF
13.08.2007
|
|
|
|