|
|
|
Kendisi dışarıda, yetiştirdikleri zirvede |
DP’de seçim yenilgisinden sonra bazı kadroların arasında bir ’hareket’lilik dikkat çekiyor.
Çiller’in etrafındaki bir grup, gelişmeleri dikkatle izlerken, Demirel, partiye, kendisine yakın bir genel başkan arıyor. Mehmet Ağar, kendisinin ve takımının dışlanmayacağı bir kadro belirlemek üzere çalışmalar yapıyor. Sinan Aygün’ün ise, babasının vefat etmesi nedeniyle çalışmalarını bir süre ertelediği anlaşılıyor.
Siyasete Mehmet Ağar’ın danışmanı olarak başlayan sosyolog ve araştırmacı Nevval Sevindi, önceki gün Hüsamettin Cindoruk ile bir görüşme yapmış. Cindoruk daha önce de Ağar’la görüşmüştü.
Yeni kurulan Bengütürk TV’de Gülgün Feyman’ın ’Sürmanşet’ programında dün Cindoruk, ’DP’nin yol haritası’ ile ilgili ilginç sözler sarf etmiş. DP milletvekili adayı Nevval Sevindi’nin konuk olduğu programa telefonla katılan Cindoruk, Mehmet Ağar’ın Ayvalık’ta kendisini ziyaret ettiğini belirterek şöyle demiş:
“Mehmet Ağar bana geldi, politikayı bıraktığını ve de politikaya dönmeyeceğini söyledi. Ben de, biz büyüklerin fikri de böyledir, dedik. Ama siyasette insan kolay yetişmiyor, siyasette bir kenarda kal, bir gün lâzım olursun, insan harcamanın âlemi de yoktur, diye de ekledim.”
Nevval Sevindi de, Cindoruk’u bir gün önce ziyaret ederek DP içinde başlatacağı ’yenilikçi hareket’i ve nasıl bir yapılanma ve kadro hayal ettiğini anlatmış. Cindoruk, bu girişimi olumlu bulduğunu söylemiş ve “Türkiye’de entelektüel, doğru analizler yapan kaliteli insanlara gerek olduğunu söylemiş. “Sizin adaylıktan sonra siyasete devam ediyor olmanızı takdirle ve ilgiliyle karşılıyorum. Siyasete devam ediniz ve önemli işler başarabilirsiniz” demiş.
Sevindi, “Ben DP’yi yeniden ayağa kaldırmak istiyorum” deyince Cindoruk, şu karşılığı vermiş:
“Bu çok önemli, eski kadrolarla bu iş olmaz... Zaten seçim kaybeden lider ve kadrosu gitmelidir, siyasî ahlak bunu gerektirir.”
Bu arada DP misyonunun yetiştirdiği iki siyasetçiden Köksal Toptan’ın Meclis Başkanı, Meral Akşener’in de Meclis Başkanvekili olduğuna dikkat çeken DYP’li eski bir milletvekili, “Türk siyasetine bu gibi politikacılar ’ihraç’ eden DP elbetteki yeni kadrolarıyla siyaset sahnesinde güçlü isimleri yeniden bünyesine kazandıracaktır” dedi.
Aydın Menderes’in tabiriyle DP’de “helal süt emmiş bir önder”in ortaya çıkması için liderlik mücadelesinin daha da kızışacağı beklenebilir.
Hürriyet, 11 Ağustos 2007
|
Yalçın BAYER
12.08.2007
|
|
|
Siyasal sistemi kim dönüştürecek? |
‘Cumhurbaşkanı kim olacak?’ sorusunu... ‘Padişah kim olacak?’ diye mi algılıyorsunuz... Yoksa...
12 Eylül askeri rejiminin ürünü olan ‘siyasal sistem’ değişecek mi diye izliyorsunuz?
Ben cumhurbaşkanlığı konusuna iştiyakla taraf olanların meşrebini diğer konulara ilgisine bakarak anlamaya çalışıyorum.
Örneğin,bizim star’daki dünkü haber..
Jitem’ci uzman çavuş Gültekin Sütçü, Diyarbakır’da Şerif Avşar’ı sorgulayıp öldürdüğü iddiasıyla 7. Kolordu Askeri Mahkemesi’nde yargılandığı davada ‘deliller toplandı’ gerekçesiyle tahliye edilmiş..
Dosya, yargılamanın askeri mi sivil mahkemede mi yapılacağına karar vermesi için Ankara Uyuşmazlık Mahkemesi’ne gönderilmiş.
Cinayet iddialarına kim bakar? Mahkeme. Gerçek hukuk devletlerinde askeri mahkeme yoktur... Var ise de sadece ‘disiplin’ suçuna bakar... Bizde hem askeri Yargıtay var, hem de askeri Danıştay. Haberi hem askeri, hem sivil iki başlı bir yargıya sahip olmamız açısından okuyarak garipsiyorsanız, cumhurbaşkanlığı seçimi sizin için siyasal bir demokratikleşme açısından önem kazanır.
Neden? Muhtıra vereni yargılayacak...
Siyasete müdahale edeni cezalandıracak...
Çift başlı yargının kalkmasını sağlayacak bir siyasal sistemin baş aktörü olacak bir cumhurbaşkanı mı? Yoksa 12 Eylül rejiminin figüranı bir cumhurbaşkanı mı? Asıl tartışılanın bu soru olduğunu bilirsiniz çünkü.
***
Bugünkü Anayasa 12 Eylül’ün ürünü...
Bugünkü Seçim Kanunu 12 Eylül’ün ürünü... Bugünkü Meclis İç Tüzüğü 12 Eylül’ün ürünü... Sadece bunlar mı? 12 Eylül yasaları... 12 Eylül kararnameleri... 12 Eylül tüzükleri... 12 Eylül yönergeleri... Benim yeni dönemde, halkın yüzde 46.7’sinin oyunu alan Ak Parti iktidarından beklediğim,12 Eylül rejimini hızlıca dönüştürmesi, AB düzeyinde bir demokratik rejimi tesisi etmesi. Cumhurbaşkanlığı konusu böyle bir tablonun parçası olarak önemli yoksa saraydaki ‘padişahlık’ kavgalarından farkı yok.
***
12 Eylül Askeri darbesinden bu yana 27 yıl geçti. Türkiye’deki siyasal sistemi 12 Eylül zihniyeti oluşturdu. Ve hiç bir parti o darbeci yapıyı tümüyle hedef almadı, demokratikleştirmeyi hedeflemedi. AK Parti de geçen dönemde iktidarının ilk üç yılında AB istikametinde çok önemli reformlar gerçekleştirdi ama siyasal sistemi tümüyle dönüştürecek bütünsel bir atılımı sağlayamadı..
Şimdi bir yandan halkın olağanüstü desteği, diğer yandan AB süreci, eğer arzu ediliyorsa, bu olanağı rahatlıkla vermekte.
Yeter ki istensin...
***
Sanırım 12 Eylül’ünden yana olanların...
‘Laiklik elden gider’ teranesi de bu açıdan önemli. Demokratik bir anlayışı hayata geçirecek bir cumhurbaşkanı istemiyorlar.
Örneğin, Anayasa Mahkemesi başkanlığından gelen şimdiki cumhurbaşkanının 27 Nisan muhtırası hakkında tek bir söz bile etmemesi manidar değil mi? Muhtırayla barışık bir cumhurbaşkanı döneminde her türlü hukuksuzluğu yapabilirsiniz. Asker ve sivil bürokratlar, hukukun sınırlarını rahatça çiğner, çiğniyor da zaten. Aslında istenilen de böyle bir cumhurbaşkanı. Bu söylenmiyor... Gerçek arzular, ‘laiklik elden gider’ pankartının altına sokuşturuluyor.
***
‘Halk orada ise, biz de buradayız’ diyen oligarşinin ayak seslerini yeniden duyuyoruz.
Medyada diş göstermeye sıvananlar...
Yemin törenini boykot edenler...
Cinayetten yargılandığı halde serbest bırakılan sanıklar. Böyle bir durumda...
Siyasal sistemi demokratikleştirecek bir iktidar iradesi daha da önemli hale geliyor.
Akıllı bir siyasal cesarete büyük ihtiyaç var.
O cesareti bulamayanlar... Seçim sonuçlarına bir daha baksınlar. Bunca yıl halkı korkutan... ‘Biz buradayız’ diyen oligarşiye karşı... ‘Siz oradaysanız, biz de buradayız’ diyen... Bir halk var artık bu ülkede.
Star, 11 Ağustos 2007
|
Mehmet ALTAN
12.08.2007
|
|
|
Ne alakâsı var yaa? |
(...)
Örneğin, “cumhuriyet rejimi” hiçbir şekilde tartışmaya açılamaz. Açan da yoktur. Bugün bir Fransız’ın “kralcı” ya da “Napolyoncu” olması ne anlam taşırsa, bir Türk’ün padişahçı olması da aynı derecede gülünçtür. Kaldı ki, atalarının tahtına çıkmak isteyen hiçbir Osmanoğlu da yoktur ve bu konuyu açarsınız son derece tedirgin olur.
Başkentin Ankara olmasını da tartışan yoktur, üstelik bunu istemek de yasaktır. Yasak bir yana, başkentin yeniden İstanbul’a taşınmasının yaratacağı trilyonlarca yeni lira masrafın altından, petrol da bulsak kalkamayız.
Hilafet, tarihte kalmış bir mevkidir. Yeni bir Türk halifesi bulup çıkarsak, hiçbir Arap dönüp de bakmaz, lafını iplemez. İpleyecek olsaydı bunu 1914 yılında yapardı... İran’ın varlık nedeni zaten “sünni halifeye karşı çıkmak” üzerine kurulmuştur. Bir Türk halifesine ancak Pakistan, Malezya, Endonezya gibi ülkeler ilgi gösterebilirler ki, eh, göstermeseler de olur!...
Demek ki bu konularda geriye dönüşten korkmak bile abestir.
Gelelim şu ünlü altı oka...
“Devletçilik” ilkesi fiilen tarihe karışmıştır. Günümüzde “ulusalcılar” bile, birkaç sapığın dışında, devletçi değildirler. (Ekonomiden sözediyorum.)
“Devrimcilik” ilkesinin içi boşalmıştır. Atatürkçü geçinen bir sürü tutucu bürokratın ve bürokrat ruhlu gazetecinin neresi devrimcidir?
“Halkçılık” ilkesinin hiçbir anlamı kalmamıştır. Adı Halk Partisi olan parti bile halkçı değildir. Kaldı ki, her ne kadar amigolar ona “kömür dağıtıyor” diye küfür etseler bile, tutucu olduğu söylenen iktidar partisi bütün partilerden daha halkçı görünmektedir.
“Milliyetçilik”, eğer Türkiye’yi otuzlu yıllarda olduğu gibi “otarşik”, dışa kapalı, içine dönük, kendi yağıyla kavrulan, fakir ama onurlu bir ülke yapacaksa, buna ilk karşı çıkacak Sinan Aygün olmazsa yüzüme tükürün. Devlet Bahçeli, yabancı sermayesi kaçmış, borsası çökmüş, şirketleri batmış, işsizliği sekize katlanmış, parasının değeri dolara karşı beşe, avroya karşı ona düşmüş, ordusu silah ve mühimmat bulamayan bir “enkazın” başbuğu olmayı isteyecek midir?
“Cumhuriyetçilik” ilkesinden sözettik... Kalıyor “laiklik”...
Laiklik, din ve devlet işlerinin ayrılması, birinin ötekine karışmaması demektir. Bizde, dinin devlet tarafından baskı altına alınması, din adamları sınıfının memur zümresine indirgenmesi şeklinde uygulanmıştır. Kavga da bundan kopmaktadır.
Madem laiklik ilkesine bu kadar bağlısınız, onun gerçek uygulamasına he diyecek misiniz? Örneğin Fransa’daki Katolik Stanislas Koleji gibi bir dinci üniversite kurulabilir mi? Camiler, bakım masraflarını ve personel giderlerini, imamın da müezzinin de muvakkitin de maaşını başbakanlık bütçesinden değil de kendi döner sermayelerinden karşılayabilirler mi? Bu amaçla cemaatten para toplayabilirler mi? Tarikatlar, cizvitler gibi, kendi okullarını açabilirler mi?
Cizvitlerin Saint-Joseph, Saint-Michel gibi orta öğretim kurumları Lausanne Antlaşması’na göre ülkemizde serbestçe faaliyet gösterebiliyorlar, Aczmendi’ler de “Hazret-i Ömer Lisesi” açsınlar mı?
Hayır diyeceksiniz. O zaman hiç laiklik diye şişinmeyiniz, çünkü bugünkü uygulamanız da laiklik değildir.
Kalıyor kılık kıyafet, şapka, takvim, soyadı, alfabe, falan filan...
Şapka giymemekle hepimiz suç işlemekteyiz. Çünkü Atatürk “moda” kavramını hiç düşünmemiş. Birbirimize “bey, hanım, paşam” demekle de suç işlemekteyiz, işlem yapan yok. Soyadından vazgeçmekten daha büyük aptallık olamaz, göbek adım olan Halil’i rahmetli babamın adı Mustafa Şevki’yle birleştirsem, yazılarıma Osmanlı zagonunca “Halil Şevki” diye imza atsam şaşar kalırsınız, o herifin aslında Engin Ardıç olduğunu anlamanız üç ay sürer.
Herhalde başbakan da kendine, Kıbrıslılar gibi, “Recep Ahmet” dedirtmek istemeyecektir!
Latin alfabesi Türkçe’ye tam olarak uymamaktadır ama Arapça’dan daha iyi uymaktadır, orada da geriye dönüş imkânsıza yakın derecede zordur.
Kaldı ki, Japonya, Çin, en başta Rusya gibi ülkeler dev kalkınmalarını hangi alfabeyle yapmışlardır? Avrupa Birliği üyeleri Yunanistan ve Bulgaristan, Latin alfabesi mi kullanıyorlar?
Takvim... Açın bakın, anlı şanlı Hürriyet Gazetesi’nin üçüncü sayfasının başında 27 Recep 1428 yazıyor ama hiçbir amigosu bunu tartışmıyor...
(...)
Akşam, 11 Ağustos 2007
|
Engin ARDIÇ
12.08.2007
|
|
|
Soğukkanlı birkaç ay... |
Takvim belli oldu. 20 Ağustos akşamı cumhurbaşkanlığı için aday süresi dolacak. AKP’de Gül’den başka aday çıkması ihtimali çok zayıf. 21 Ağustos’ta cumhurbaşkanlığı için ilk oylama yapılacak.
Hukuken pürüzsüz bir oylama sürecinin sonunda 28 Ağustos veya 1 Eylül günü yeni cumhurbaşkanı seçilmiş olacak.
Gözüken isim Abdullah Gül.
30 Ağustos Zafer Bayramı’nda şeref tribününde Gül’ü göreceğiz galiba.
Sözü dolandırmanın anlamı yok. Askerin Gül’e ‘eş durumundan’ karşı olduğu yönünde yaygın bir kanaat var. Eşi başörtülü bir cumhurbaşkanının gerilimlere sebep olacağı konusunda samimiyetle endişe duyanlar da var.
Böyle durumlarda sıkıntıları aşmak için demokrasilerde hakemliği anayasalar yapar.
Ama bizde anayasal kavramların nasıl anlaşılacağı konusunda da bazen büyük ihtilaflar oluyor.
Altı Ok ve Anayasa
Altan Öymen ve Hikmet Sami Türk, dünkü yazım üzerine, “Parti Devleti” rejiminin geçerli olduğu 1937’de Anayasa’ya konulan “Altı Ok”un 1947’de çıkarılmadığını ama 1961 Anayasası’nda yer verilmediğini hatırlattılar.
Evet, 1947’de anayasa değişikliği konuşulmuş, ama gerçekleşmemiş.
Önemli olan şu: Partilerden ve ideolojilerden birini temsil eden “Altı Ok”, çoğulcu demokratik rejimde anayasalarda yer alması uygun olmayacağından 1961’de Anayasa’ya konulmuyor, İsmet İnönü de bunu onaylıyor.
Altan Öymen, tutanaklardan aktardı: 1961’deki Kurucu Meclis’te CHP’li Cemil Sait Barlas, “Altı Ok”tan “devletçiliğin” Anayasa’ya konulmasını istiyor! Yine CHP’li merhum Coşkun Kırca buna şu gerekçeyle karşı çıkıyor:
“Ben de en aşağı Barlas kadar devletçiyim... Ancak, devlet hayatında ömrünün uzun olacağını temenni ettiğimiz bir anayasa yaparken, diğer siyasi kuruluşlara, diğer vatandaşlara, belli bir iktisadi görüşü anayasa ile kabul ettirmeye hakkımız yoktur.”
Mükemmel bir izah!
Gerçekten, anayasalar ortak meşruiyet metinleri niteliğinde olmalıdır.
Reformları hızlandırmak
Onun içindir ki, anayasal kavramların ideolojik değil, hukuki anlamlarıyla algılanması gerekir: “Demokratik, laik, sosyal hukuk devleti...”
Altı Ok’taki “laikliği” söylerken, Anayasa’daki “demokratik” niteliğini göz ardı etmek, anayasa adına “devletçiliği” dayatmak kadar yanlış olur. Laikliğin müdahaleci ve liberal çeşitli yorumları vardır; hepsi anayasal olarak eşit derecede meşrudur.
Anayasa’ya aykırı olan teokrasidir, laikliğin getirdiği özgürlükleri kısıtlamaya kalkmaktır.
Anayasa’mızda cumhurbaşkanlığı için “eş durumundan” bir hüküm yok! Kimse de böyle bir hüküm koyalım demediğine göre, kamu vicdanında böyle bir talep de yok!
Tabii eleştirilebilir, ama bu yüzden Türkiye’yi içinden çıkılmaz bir “meşruiyet” kavgasına itmek korkunç bir sorumsuzluk olur.
Elbette aynı duyarlılığı “Çankaya’ya çıkacak zat” da göstermeli, laiklik konusundaki haklı veya haksız kaygıları gidermek için özel bir itina sergilemelidir. Hukuk sistemimizin daha da çağdaşlaştırılması, reformların ivme kazanması, Batı ile entegrasyon gibi konularda özel bir çaba ortaya koymalıdır.
Önümüzdeki birkaç aylık zamanı duygularımıza kapılmadan soğukkanlılıkla geçirirsek, korkacak bir şey olmadığını, “demokratik, laik, sosyal hukuk devleti”nin ne kadar kökleşmiş olduğunu hep beraber görürüz.
Milliyet, 11 Ağustos 2007
|
Taha AKYOL
12.08.2007
|
|
|
|