|
|
|
Ankara-Bağdat: Anlaşamadık, mutabık kalalım... |
Irak Başbakanı Nuri el-Maliki’nin 30 kişilik bir heyetle gerçekleştirdiği heyecanlı ve merak uyandıran Ankara ziyaretinin üzerine pek düşülmeyen, ama Türkiye-Irak ilişkilerinin geleceği açısından ciddi “gedikler” veren yönüne eğilelim.
Rehberimiz, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın ortak basın toplantısında vurgu yaptığı bazı hususlar. Şöyle dedi?
“Başta PKK, Kongra-Gel terör örgütü olmak üzere terörle mücadele konusundaki kararlılığımızı bir kez daha ortaya koyduk. Bu alanda daha etkin bir işbirliği yürütmek için ve terör örgütünün Irak’taki mevcudiyetine son verilmesi amacıyla her türlü çabayı gösterme konusunda mutabakat vardır. Tüm bu hususları içerecek şekilde Türkiye ile Irak arasında bir mutabakat muhtırasını imzaladık. Bildiğiniz gibi Irak’a bütüncül yaklaşımımız çerçevesinde Musul Başkonsolosluğunu faaliyete geçirmiştik.
Irak’ın petrol kaynaklarının işletilmesinde ve ihracatında merkezi konumda bulunan Güney bölgesinde de Basra Başkonsolosluğu’nn hizmete sokulması, Sayın Başbakan (Nuri el-Maliki) tarafından memnuniyetle karşılandığını gibi, bu konuda da gerekli desteği verecekleri ifade etti.”
Ne var bunda?
Şu: Türk tarafının yaklaşımı, Irak’ta Kürt tarafını es geçmek, by-pass etmek, tanımamak üzerine inşa ediliyor. Türk tarafına hakim olan ruhun bu olduğu izlenimi çıkıyor. Nitekim, Irak da Gaziantep’te başkonsolosluk açacakmış. Suriye sınırının yakınında yani. Neden Mardin ya da Diyarbakır değil de Gaziantep?
Türkiye’nin Ortadoğu’da yaklaşık 15 milyar dolar dolayındaki toplam ticaret hacminin 3,5 milyar dolar kadarı Kuzey Irak yani Kürt ağırlıklı bölgede. Irak’ın petrol ve doğal gaz rezervlerinin hiç arama yapılmamış ve Kerkük ölçüsünde potansiyele sahip bölümü de, Türkiye’nin yanıbaşında, Kuzey’de.
Hal böyle iken, Türkiye, Sünni ağırlıklı Musul’da, ta en güneyde Şii ağırlıklı Basra’da başkonsolosluk açmayı düşünüyor; Türk müteahhitlik faaliyetlerinin yoğunlaştığı, Kürtler de dahil Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının cirit attığı Erbil’de ve Süleymaniye’de başkonsolosluk açma girişiminde bulunmuyor.
İran’dan Yunanistan’a, Rusya’dan Fransa’ya uzanan bir yelpaze, Erbil’de diplomatik ve ticari temsilcilik bulunduruyor; Türkiye’nin yok.
Irak’ın kuzeyi, sanki sadece Türkiye’nin “potansiyel askeri müdahale alanı.”
***
Başbakan Erdoğan’ın basın toplantısındaki sözlerinde bizim dikkatimizi özellikle çeken bir de şu bölüm var:
“Irak’ta petrol yasasının çıkarılması, Baas’dan arındırma sürecinin ülkedeki toplumsal barışa hizmet edecek şekilde uygulanması, anayasa tadilatının gerçekleştirilmesi, Kerkük’ün nihai statüsünün belirlenmesi gibi konularda son dönemdeki gelişmelere ilişkin bilgileri de aldık. Görüşmelerimizde ayrıca ülkelerimiz arasındaki başta ekonomi ve enerji olmak üzere birçok alanda işbirliği imkanları üzerinde durduk.... İlgili bakanlarımız arasında enerji alanında işbirliği mutabakatı muhtırası imzalanmasından karşılıklı olarak büyük bir memnuniyet duyduk... Irak doğal gazının dünya pazarlarına Türkiye üzerinden arzı.. gibi konuları aramızda değerlendirdik.”
Yani?
Şöyle: “Irak petrol yasasının çıkartılması, Baas’dan arındırma sürecinin ülkedeki toplumsal barışa hizmet edecek şekilde uygulanması, anayasa tadilatının gerçekleştirilmesi”.. bütün bunlar, Bush yönetiminin Maliki hükümetine dikte ettiği ve Kongre’nin denetiminde, Sünnilerin iktidar paylaşımında daha fazla pay almasına yönelik önlemler. Bunlar sağlanamadığı takdirde, ABD’ye göre “Irak’ın ulusal birliğini sağlamak imkansızlaşacak” ve Amerika’nın Irak’tan çekilmesinin gerekçesine zemin oluşturacak.
Bunların hiçbir uygulanamıyor ve uygulanabileceği giderek şüpheli. Petrol yasası tıkandı. Çıkmıyor. Çıkamıyor. Baas’tan arındırma sürecine, Şiiler, en başta en güçlü iki Şii örgütü karşı. Anayasa tadilatına ise belirli ölçüde Şiiler, kesinlikle ise Kürtler karşı.
Tayyip Erdoğan’ın yukarıya aldığımız sözlerinin ikinci bölümü, Güney’den yani Şii bölgesinden doğal gazın Türkiye’ye getirilmesine ilişkin. Peki, nereden geçilecek Türkiye’ye gelebilmesi için? Kuzey’den yani Kürt bölgesinden. Kürtler by-pass edilirse bu nasıl olacak?
Gelelim, “Terörle Mücadele İşbirliği Anlaşması”nın imzalanamaması üzerine “Mutabakat Muhtırası” imzalanması ile yetinilmesine. Bu, “Anlaşma yapamadık, Mutabakat Muhtırası verelim” demek gibi bir şey. Her iki hükümet, ziyaretin “başarısız” görünmesini önlemek için böyle bir “ara formül” bulmuşa benziyor.
Buna bir de “emniyet sübabı” iliştirilmiş. Bu “Mutabakat Muhtırası”ndan “iki ay sonra” anlaşma imzalanması tasarlanıyor. Maliki, Bağdat’a döndükten ve Cumhurbaşkanı Celal Talabani ve Kürt yardımcısı Barham Salih bir yandan, Kuzey’deki müttefiki Mesut Barzani diğer yandan, yani, Kürt müttefikleriyle başbaşa kaldıktan sonra, bu anlaşmanın imzalanıp imzalanmayacağını göreceğiz. İki aylık bir zaman zarfında, Kürtleri “ıskalamakta” ısrarlı bir Ankara, yanlış hesabın Bağdat’tan dönebileceğini görecek.
***
Yeni Tayyip Erdoğan hükümetinin, Türkiye’nin en önemli güvenlik meselesinde “ezber bozması” gerekiyor. Iraklı Kürtlerle, doğrudan, aracısız, yapıcı bir diyalog mekanizması kurulmadan, Celal Talabani Ankara’ya ayak basmadan, Barzani ile PKK irtibatı “Ankara-Erbil yakınlaşması” yoluyla kesilmeden, elle tutulur, somut ve Türkiye açısından tatmin edici sonuçlar alınamayacak.
Türkiye’den Bağdat’a giden yol ne Musul’dan, ne Basra’dan geçiyor. Arada Erbil var.
Referans, 9 Ağustos 2007
|
Cengiz ÇANDAR
10.08.2007
|
|
|
Ben korktum |
Niye korktum?
O yazıyı okuyunca...
Yazı, Başbakan’ın danışmanlarından birine ait: Yalçın Akdoğan’a... O, uzun süredir Yeni Şafak’ta Yasin Doğan imzasıyla yazıyor.
Niye korktum?
Hani bir söz var:
-Adamın ağzını büzmesinden Ömer diyeceği anlaşılıyor, denir.
O yazı da o cinsten bir yazı.
“Gül olmasın”cıların Başbakan Erdoğan’a atfen verdikleri te’yid edilmemiş yaklaşım, Başbakan’ın danışmanının kaleminden te’yid ediliyor.
Söylem şu:
“-Gerginlik olmasın. 22 Temmuz’da yeni bir dönem başladı. Zaman hizmet zamanı. Bunun için istikrar gerekir. Gül’ün Cumhurbaşkanlığı gerginliğe sebep olur.”
Yasin Doğan’ın yazısının başlığı “Seçimin ana mesajı ‘istikrarı korumak’tır” şeklinde... Bir şey daha söylüyor: “AK Parti’nin aldığı oyların tamamını Cumhurbaşkanlığı sürecindeki olaylara bir tepki olarak görmek haksızlık olur.” Ona göre, Cumhurbaşkanlığı meselesi, ana tabanda “dağılan” yüzde 34’ün pekişmesine sebep oldu ama “yüzde 46’yı belirleyen ana faktör istikrar arayışı ve AK Parti iktidarının gerçekleştirdiği dönüşümdür.”
Akdoğan bu mantık sürecinden sonra noktayı şöyle koyuyor:
“Burada kritik soru şu olmalıdır: Seçimin ana mesajı istikrar ise, seçim sonrasında takınılması gereken tavır da istikrarı korumak olmamalı mıdır? İstikrarı bozacak, hükümetin 5 yılını yeni krizlerle sıkıntıya sokacak bir siyasal atmosfer, seçimde verilen oyların ruhuna ters olmaz mı?
Elbette olur. Başbakan Erdoğan’ın 22 Temmuz gecesi yaptığı konuşmada verdiği mesajlar halkın bu beklentisini karşılayacak bir duyarlılığı yansıtıyordu.
AK Parti’nin önümüzdeki dönemde sergileyeceği tutumun, eylem ve söylemlerin asgari şartı bu istikrar beklentisini gözetmek olmalıdır.
Bunun doğal sonucu ise sorumlu, duyarlı ve uzlaşmacı bir tavır içinde olmaktır.
Yani bağcıyla uğraşmak yerine üzüm yemeye çalışmak…”
Başbakan danışmanının bu ifadelerinden, ya da topu kalenin ağzına getirmesinden sonra Ertuğrul Özkök’ün yazıyı tamamlaması, ya da golü atması gerekiyor:
“Abdullah Gül şövalyelik yapsın, feragat etsin!”
Yazıya “Korktum” başlığını attım, çünkü Yalçın Akdoğan’ın yazısının Başbakan’ın dünyasını yansıttığı kaygısı oluştu içimde. Demek bir kısım medyaya yansıyan sufleler oralardan kaynaklanıyor. Çok yazık.
CHP lideri Baykal’ın “Gerilim ve çatışma çıkar” söylemi, en derin yarayı Başbakan’ın etrafında açabiliyorsa, bunu önemsemek lazım. “Gerilim çıkar” tehdidinin iktidarı tereddüde sevkettiği izlenimi, bu silahın bundan sonra da kullanılması riskini beraberinde getireceği açıktır.
Yalçın Akdoğan’ın son cümlesini okuduktan sonra bir halk deyimini daha hatırladım.
Hani denir?
-Adam eşeğini dövemezse semerini dövermiş.
Semer kim?
Abdullah Gül.
Dövülmek istenen o.
Ne diyor Yasin Doğan ya da Yalçın Akdoğan iktidar mantığı üzerine?
-Bağcı ile uğraşmak yerine üzüm yemeye çalışmak.”
Bağcı kim, üzüm yemek isteyen kim?
Malum bu sözde, üzüm yemek isteyen hırsızdır, bağcı ise bağın sahibi...
Kim Allah aşkına bu ülkede bağcı ve üzüm yeme sevdalısı? Seçimlerden sonra Başbakan’ın en yakınındaki insanların böyle düşünmesi, “demokratik zihniyet” açısından gerçekten problemli değil mi?
Milleti ve onun seçtiği iktidarı hırsız, birilerini de bağın sahibi gibi görmeye başlarsanız, zihniyet dünyanız da böyle kurulur?
Semeri döversiniz. Semer nasıl olsa ses çıkarmaz.
İstikrarı korumanın bedeli, Abdullah Gül’ü seçtirmemek olur. Ya da Abdullah Gül’e, muhtemel istikrarsızlığın sebebi damgası vurulur.
Ama öyle değil.
Bunların hepsi demokratik sistem açısından akla ziyan şeyler.
Bana göre Ak Parti çok hayati bir sınav veriyor.
Demirel’in bir sözü vardır:
-Siyasi hayatımda en büyük hatayı, Demokratik Parti’nin oluşmasına yol açan gerilimi önleyememekle yaptım, der.
Ak Parti liderliği, “istikrarsızlık, gerilim” ihtimalinden tedirgin. Bu yanlış değil. Kurumlar arası ilişkiyi sağlıklı götürmek lazım. Buna da itirazım olamaz.
Ama, Ak Parti bünyesinde meydana gelecek ya da, tabanla ilişkide ortaya çıkacak bir istikrarsızlığı gözardı edenler veya bunun, daha az önemli olduğunu söyleyenler, bence gerçeği görmeyenlerdir.
Hadi o sloganı hatırlayalım:
-Tehlikenin farkında mısınız?
Ve AK Parti liderliğine “Yüzde 34’ün pekişmesinin veya dağılmasının da çok çok önemli olduğunu” ifade edelim.
Ahmettasgetiren.com.tr, 9 Ağustos 2007
|
Ahmet TAŞGETİREN
10.08.2007
|
|
|
Seçimin ana mesajı ‘istikrarı korumak’mış |
AK Parti’nin seçim zaferi nasıl yorumlanmalı? 22 Temmuz seçimlerinin kaderini belirleyecek iki ana faktör olduğunu söylemiştik. Birincisi güven ve istikrarın devamı yolundaki kararlılık, ikincisi Cumhurbaşkanlığı sürecinde yaşanan ve milli iradeyi zedeleyen olaylar…
O halde seçimin kaderini belirleyen olaylar aynı zamanda AK Parti’nin zaferini de belirleyen olaylardır.
AK Parti’nin aldığı oyların tamamını Cumhurbaşkanlığı sürecindeki olaylara bir tepki olarak görmek ise haksızlık olur.
AK Parti ile duygusal ilişkisi zayıf olan demokrat kitleden böyle bir duyarlılık sadır olmuş olabilir. Ancak bu tepkinin oya dönüşmesi daha çok AK Parti’nin kendi tabanından ortaya çıkmıştır.
Yani Askerin tepkisi, AK Partili bir cumhurbaşkanının seçilememesi, muhalefetin meclise girmemesi, sokak gösterileri özellikle AK Partili kitlenin safları daha fazla sıklaştırmasını sağlamış, farklı gerekçelerle memnuniyetsizlikleri olanlar bile her şeyi geriye atıp, partisinin etrafında kenetlenmiştir.
Bu kitlenin duyarlılığı AK Parti’nin yaptığı oy patlamasının asıl sebebi olamaz. Ancak dağılan yüzde 34’ün yeniden bir araya gelmesi olabilir.
O halde yüzde 46’ıyı belirleyen ana faktör istikrar arayışı ve AK Parti iktidarının gerçekleştirdiği dönüşümdür.
Tempo’nun geçen sayısında gizli AK Partililerin oy verme sebepleri yer almıştı. Belki de ilk kez AK Parti’ye oy veren insanların siyasal tercihlerini belirleyen sebepler daha çok ekonomik gerekçelere dayanıyordu.
Ekonomideki makro düzelme, mali disiplin, piyasaların istikrarlı seyri, yatırımcıların önünü görmesi, gelecek öngörüsüyle borçlanan, ev-araba taksidine giren vatandaşların krizden çekinmesi, KÖYDES projeleriyle köyünde ilk kez ciddi yatırım gören köylülerin beklentilerinin yükselmesi, toplu konuttan duble yollara, sağlıkla yaşanan büyük dönüşümden eğitimde açılan 110 bin dersliğe, sosyal projelerden sosyal yardımlara kadar son dönemde gerçekleşen hizmetler, Avrupa Birliği sürecinde yaşanan demokratikleşme adımları ve hukuk reformları…
Eğer AK Parti bu hizmetleri yapmasa ve belli bir başarı çıtasını yakalamasaydı, kimse Cumhurbaşkanlığı sürecinde yaşananlara bakarak AK Parti’ye oy vermezdi.
Başarısız bir iktidarın önünün kesilmesi sadece belli bir oranda tepki oylarını çekebilirdi. Eğer ortada yüzde 46 oy varsa, bunun daha rasyonel sebepleri olmalıdır.
En fakirinde en zenginine, en muhtacından en varlıklısına, en mağdurundan en rahatına çok farklı kesimler AK Parti’ye oy vermiştir. Muhtacı, mağduru, mazlumu da AK Parti’ye oy vermiştir, sorunu, derdi olmayanı da…
Burada kritik soru şu olmalıdır: Seçimin ana mesajı istikrar ise, seçim sonrasında takınılması gereken tavır da istikrarı korumak olmamalı mıdır? İstikrarı bozacak, hükümetin 5 yılını yeni krizlerle sıkıntıya sokacak bir siyasal atmosfer, seçimde verilen oyların ruhuna ters olmaz mı?
Elbette olur. Başbakan Erdoğan’ın 22 Temmuz gecesi yaptığı konuşmada verdiği mesajlar halkın bu beklentisini karşılayacak bir duyarlılığı yansıtıyordu.
AK Parti’nin önümüzdeki dönemde sergileyeceği tutumun, eylem ve söylemlerin asgari şartı bu istikrar beklentisini gözetmek olmalıdır.
Bunun doğal sonucu ise sorumlu, duyarlı ve uzlaşmacı bir tavır içinde olmaktır.
Yani bağcıyla uğraşmak yerine üzüm yemeye çalışmak…
Yeni Şafak, 9 Ağustos 2007
|
Yasin DOĞAN
10.08.2007
|
|
|
Köhne düzen, yeni âlem (3) Asker düşmanı! |
Ne mi asker düşmanlığı? Askeri siyasete sokmaktır, muhtıra vermektir, darbe yapmaktır.
Ne mi asker düşmanlığı?
Siyasete müdahale için askeri kışkırtmaktır.
Ne mi asker düşmanlığı?
Askerin siyasete karışmasını istemek, muhtıra ve darbeleri şakşaklamaktır.
Ne mi asker düşmanlığı?
Sivillerin siyaset sahnesinde ‘asker taşeronluğu’na soyunmalarıdır.
Ne mi asker düşmanlığı?
Halkın oylarıyla seçilmiş bir parlamentoda meşru çoğunluğun, anayasal kurallar içinde kendi adayını cumhurbaşkanı seçmesine asker eliyle engel olmaya çalışmaktır.
Ne mi asker düşmanlığı?
Rejim içinde Çankaya’yı askeri kullanarak kendi tekelinde tutmaya çalışmaktır.
Ne mi asker düşmanlığı?
Darbeler ve müdahaleler yoluyla, sivil siyasetin alanını daraltıcı yasaklar koymak, böylece siyasal normalleşmeyle demokratik olgunlaşmayı geciktirmektir.
Ne mi asker düşmanlığı?
Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının bir bölümünü Türkiye düşmanı ilan etmektir.
Ne mi asker düşmanlığı?
Halkın oylarıyla yapılan serbest seçimleri, örneğin 22 Temmuz’u, “karanlığa gömülme ve bölünme yolunda” bir gelişme olarak ilan edebilmektir.
Ne mi asker düşmanlığı?
Atatürkçü düşünce tarzını, Atatürk milliyetçiliğini benimsemeyenleri, vatan haini, Türkiye düşmanı ilan edebilmektir.
Ne mi asker düşmanlığı?
Askeri yönetimlerin Menderes’leri, Deniz Gezmiş’leri, Erdal Eren’leri idam sehpalarına göndererek Türkiye’nin bağrında yaralar açmak ve siyasetin cepheleşmesine, kutuplaşmasına neden olmaktır.
Ne mi asker düşmanlığı?
Askeri yönetimin hapishanelerinde Felat Bey’lere dışkı yedirmektir!
Ne mi asker düşmanlığı?
Askeri idarelerin Ziverbey Köşk’lerinde gizli işkencehâneler kurmaktır.
Ne mi asker düşmanlığı?
Seçim sandığından halkın oyuyla çıkan sivil siyasetçilere duyulmayan güven eksiğini askeri siyasete itmek için kaşımaktır.
Ne mi asker düşmanlığı?
Kendi düşüncelerine, kendi ezberlerine körü körüne bağlı olmak, onları sorgulamaktan uzak durmak ve eleştirenleri, sorgulayanları psikolojik savaş yöntemleri ile korkutmak, etkisiz kılmak, vatan haini ilan etmektir.
Ne mi asker düşmanlığı?
Terör ve şiddetle mücadele ediyorum diye devleti hukuk dışına çıkartan, çeteleşmeyi mazur ve meşru göstermeye kalkışan, faili meçhul cinayetlere göz yuman zihniyettir.
Ne mi asker düşmanlığı?
Türkiye’yi uzun yıllardır maddi ve manevi bakımdan fena halde kanatan, demokrasi ve hukuk devleti yolunda ilerlemesini engelleyen, on binlerce vatandaşımızın ölümüne yol açan bir sorunun tüm boyutlarıyla tartışılmasını engellemeye çalışmaktır.
Ne mi asker düşmanlığı?
Kürt sorunu, Avrupa Birliği, Ermeni meselesi, Kıbrıs gibi konularda kendi anlayışının dışına çıkanlara vatan hainliğine kadar varan suçlamalarda bulunacak ölçüde kendi ezberine inanmaktır.
Ne mi asker düşmanlığı?
Batı demokrasilerinde olduğu gibi, askerin seçilmiş sivil otoriteye tabi olduğu gerçeğini binbir dereden su getirerek tersine çevirmeye çalışmaktır.
Kısacası:
Kimin asker düşmanı, ordu düşmanı olduğunu bir kez daha düşünmekte yarar var. Demokrasi kültürü de bunu gerektiriyor. Köhne düzenin gözlükleriyle siyaset ve toplumu okumakta güçlük çekenlere tavsiye olunur. “Köhne düzen, yeni âlem” yazılarının dördüncüsü yarın.
Milliyet, 9 Ağustos 2007
|
Hasan CEMAL
10.08.2007
|
|
|
|