22 Temmuz’da açıkça görüldü ki, Türkiye toplumu Cumhuriyet mitinglerinde dile getirilen kaygıları paylaşmıyor. Ülkenin satıldığına inanmıyor, ‘Giyotine!’ diye bağırmıyor, ortada ipler, yağlı urganlar görmek istemiyor. Yargının siyasallaşmasından, muhtıralardan ve cuntalardan hoşlanmıyor; çetecinin ‘vatansever’ini ötekine tercih etmiyor. Kısacası kavgayı sevmiyor, savaş istemiyor ve ‘satılmışlar, vatan hainleri’ edebiyatından hoşlanmıyor.
Muhalefet ve muhalefetin temsil ettiği siyaset kaybetti. Ama Hükümetin sınavı yeni başlıyor.
Hükümet, ya demokratikleşme ve sivilleşme konusunda 2005’ten beri yaptığı hataların bir muhasebesini yapacak ve yüzde 47’lik devasa bir destekten aldığı enerjiyle daha köklü ve kalıcı reformlara girişecektir, ya da bürokratik kötürümleşme yoluna girecektir. Bu ikinci yola girebileceği ve sonuçta değiştirmeye çalıştığı yapının bir parçası haline gelebileceği yönünde kaygılar yok değil.
İlk iktidar deneyimi açıkça göstermiştir ki, ertelenen reform tekrar gündeme getirilmemektedir. Başka bir ifadeyle, ilk altı ayda ne yaparsa odur; sonra yaptırmazlar. Üstelik yaptırmayanlar, sadece asker ve sivil bürokrasi değil, Hükümetin kendi içindeki statükocu güçler ve kendi atadıkları bürokratlardır (ve bürokratın radikali muhafazakarı olmaz).
İkinci bir konu ise şudur: Çetelerin, derin cinayetlerin kaynağına ulaşmadıkça, tetikçilerle uğraşmak gerçek bir çözüm değildir. Şemdinli’deki hatalarını tekrarlayacak olurlarsa, daha doğrusu oradaki hatalarını tekrarlamayacaklarını somut olarak göstermedikçe, bu soruna hiçbir biçimde çözüm bulmak mümkün olmayacaktır. Çözüm bulunamazsa, bir süre sonra Hükümet ve onunla birlikte demokrasi tekrar hedef haline gelecektir.
Üçüncü konu demokratik olgunlukla ilgilidir. Yeni dönemde Meclis’te DTP de bir grup olarak varlığını hissettirecektir. Ak Parti, içindeki bazı milliyetçi-muhafazakar bürokratların veya bürokratik zihniyetteki ‘kıdemli’, ‘tecrübeli’ bazı eski ‘ağır toplar’ın devletçi reflekslerine teslim olmamayı başarmalıdır. DTP’li milletvekillerinin Kürt Sorunu konusundaki bazı fikirleri, çok muhtemeldir ki, CHP ve MHP’den, hatta kendi içinden tepki alacaktır. Bu durumda Ak Partili çoğunluğa demokrasi adına hayati bir görev düşecektir. Söz konusu fikirlerin içeriğine katılıp katılmamaktan bağımsız olarak, onların serbestçe dile getirilip tartışılmasının sağlanması, esas olarak Ak Parti’nin sorumluluğunda olacaktır.
Bu öncelikle onların demokrat olma, demokratik reformlara öncülük etme iddialarının bir gereğidir. Çünkü ifade özgürlüğünü kabul etmek demek, ‘ayrılıkçı’ fikirler dahil, en ‘aykırı’ veya bize ‘provakatif’ gelen görüşlerin bile dile getirilmesi hakkını tanımak demektir. Öte yandan Ak Parti için bu sadece ahlaki bir zorunluluğu değil, stratejik veya pragmatik bir gerekiliği de ifade edecektir. Yarın yasama çalışmalarında CHP-MHP eksenine karşı demokratik dayanışmanın gerekli olduğu durumlarda veya cumhurbaşkanlığı oylaması sırasında görüldüğü gibi, demokratik süreci korumak için bir tek oyun dahi zorunlu hale geldiği durumlarda, DTP’li milletvekillerinin desteğine muhtaç duruma gelebileceklerini unutmamalıdırlar. Bu süreçte DTP’li milletvekillerine düşen ise, çözümü kolaylaştırıcı bir tutum ve söylem konusunda hassasiyet göstermektir.
Kısacası bu sonuç, Ak Parti için ikinci bir şansı veya ona toplum tarafından açılmış ikinci bir krediyi ifade etmektedir. Dileyelim geçen yasama döneminde yeterince kullanılmayan bu kaynak, insan haklarına dayalı sivil, demokratik bir düzenin kurulması için doğru kullanılsın.
Star, 24.7.2007
|