Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 23 Temmuz 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Basından Seçmeler

 

Başörtülü kız Türkiye’nin gerçeği

Bizim konumuz TIME dergisi. Ülkemizde bunu “taym” değil de, Türkçe okunduğu gibi, “time” şeklinde telaffuz edenler çoktur. Türk kamuoyu, özellikle de basın, her ne hikmetse, biz kendimizi bildik bileli, bu derginin (...)da boncuk bulmuştur.

Oysa dünyanın en sıkıcı dergilerinden biridir.

Newsweek ondan azıcık daha “hareketlidir”, o kadar. Fransız basınında bile koskoca Le Nouvel Observateur’ün hiçbir tadı tuzu kalmamış, L’Express ve Le Point zaten uzun süredir keyifsiz, Le Figaro Magazine falan da iyice magazine ve kadın okura yatmış durumdadırlar. Ara ki, Louis Pauwels’in yönetimindeki o içi dopdolu FM’i bulasın. Ara ki, Jean-Jacques Servan-Schreiber ile Françoise Giroud devrindeki o kavgacı Express’i bulasın.

“Sol” bitince Fransız dergiciliği de bitmiştir. Der Spiegel özel dosyalarla, kapsamlı araştırmalarla Almanya’da direnebiliyor. Amerikan dergileri de, ortalamanın üzerindeki Amerikalı’ya, haftanın yurt ve dünya olaylarını topluca, kısa ve öz şekilde sunarlar, azıcık yorum da katarlar. (Ortalama Amerikalı’ya bu bile ağır gelir.)

Türkiye, bu TIME dergisine bir tür kutsal kitap gibi bakmış, “otoritesini” asla sorgulamamıştır.

Öyle ki, zaman zaman bir Türk’ün orada kapak olması, burada sevinç çığlıklarıyla karşılanmış, “TIME dergisi gibi yüce bir yayın organı bizi adam yerine koydu” yaklaşımıyla en zavallı aşağılık duyguları dışa vurulmuştur.

Örneğin bu derginin ünlü Mustafa Kemal Paşa kapağı, seksen beş yıldır bizim için “iftihar vesilesi” sayılmıştır. (Aynı derginin Adnan Menderes’i de kapak yapmış olduğu istemeye istemeye hatırlanıyor.)

Bu dergi şimdi de “türbanlı bir Türk kızını” kapak yapınca kıyamet koptu...

Çünkü gâvur eşektir ve ancak bizim işimize gelen konuları kapak yapmakla yükümlüdür!...

Gâvur o kadar eşektir ki, ülkemizde toplasan toplasan alt tarafı bin sekiz yüz adet satan derginin anketine biz buradan yetmiş bin oy göndeririz ve Atatürk’ü “yüzyılın en büyük adamı” seçtirmeye çalışırız! Bunu gazete köşelerinden yönetir, İngilizce bilmeyene oraya gönderilmek üzere “matbu mektup” dağıtır, “vatandaş seçimde mutlaka oyunu kullan” kampanyasını “vatandaş TIME dergisinin anketinde mutlaka oyunu kullan”a çeviririz.

Çünkü bu dergi “dünyanın en bilmemne” dergisidir, yücedir, büyüktür, hiçbir satırı tartışılamaz ve de her türlü hokkabazlık, saçmalık ve “şark kurnazlığıyla” Atatürk’ü bir seçtirsek, meydan muharebesi kazanmış gibi olacağız...

Gâvur bizim sandığımız kadar eşek olmadığını gösterip oylarımızı çöpe atar, Atatürk’ü de listeden çıkarınca da, çok bozuluruz.

Şimdi de kapağına başı bağlı kız koydu diye bozuluyoruz.

Bu yaklaşım, çarşaflı kadın ya da hamal fotoğrafı çeken turiste “ne güzel yerlerimiz var, niçin tutup da bunları çekiyorlar” diye kızma ve bunun arkasında mutlaka bir düşmanlık arama yaklaşımıdır. Yani, işine gelmeyen gerçekliği yoksayma, başını devekuşu gibi kuma gömme ve de birileri o gerçekliğin farkına varınca, görüp gösterince de huysuzlanma yaklaşımıdır.

(...)

Bre budalalar, başı bağlı kız, Türkiye’nin gerçeğidir. Eee, başı açık kız? O da Türkiye’nin gerçeğidir.

Fakat denge sağlamak ya da bizi memnun etmek için kapak yapsalar, ortaya “mesleki açıdan” sakil bir görüntü, başarısız bir “dizayn” çıkar. Yıllarca dergicilik yaptım, bana kapak öğretmeyin.

Ayrıca bizi memnun etmeye niçin çalışsınlar? Adama bu ilginç gelmiş, bunu çekmiş ve bunu kullanmış. Amerika’da “Atatürk ilke ve inkılaplarına uymak” diye bir zorunluluk da yok ki! Onlar “George Washington ilke ve inkılaplarını” tanırlar! Onun temelinde de eşitlik, ayrıca inanç ve düşünce özgürlüğü yatar.

Akşam, 21.7.2007

Engin ARDIÇ

23.07.2007


 

Niye Nurcu demediler?

Sabah’ın sürekli okurları hatırlar; üç yıl kadar önce, “ Said Nursi’den Fethullah Gülen’e Nur Cemaati “ başlıklı bir yazı dizisi hazırlamıştım.

Bu iş niye benim üzerime kalmıştı (şikayet ediyor değilim, iyi ki de kalmıştı) biliyor musunuz? Üniversitede Prof. Şerif Mardin’in öğrencisi olduğum için...

Halbuki Şerif Hoca, Said Nursi üzerine bir kitap yazmaya hazırlanmakta olmasına rağmen derslerinde ondan pek az söz etmişti. Yanlış hatırlamıyorsam, koca bir dönemin sadece iki saatini Said Nursi’ye ayırmıştı.

O yazı dizisi başıma bir miktar bela olmadı değil. Şerif Hoca bir kere dahi Fethullah Gülen’den söz etmemesine rağmen... (1980’lerin başında ortada sosyal bilimlerin konu edineceği kadar önemli bir ‘Gülen hareketi’ yoktu...) Benim adım, fındık beyinliler tarafından ‘Fethullahçı’ya çıkarıldı...

Neden “Nurcu” demedikleri de ayrı bir tartışma konusu; acaba yeteri kadar “karşı moda” olmadığı için mi?

(Özetle: Bir hocanın derslerine girmek, bazen insanın yaşam boyu olumlu ya da olumsuzdamgalanmasına yol açabiliyor.)

Sabah, 22.7.2007

Emre AKÖZ

23.07.2007


 

Hemen şimdi

Gelecek seçim, 4 yıl sonra. Ama yapacağımız en önemli iş, şu Siyasi Partiler Kanunu’nu ve Seçim Kanunu’nu derhal değiştirmektir.

“Derhal” diyorum çünkü şimdi olmazsa, 1 yıl sonra 2 yıl sonra “hiç olmayacağını” biliyorum.

*

Adaletsiz bir seçim yaptığımızı bu gece tekrar fark edeceksiniz. Boşa giden oylara, temsil hakkı yenen partilere bu gece tekrar acıyacaksınız. Zaten tanımadığınız adamlara oy attınız. Huyunu suyunu bilmediğiniz insanları Meclis’e yolluyorsunuz.

Ama orada bile tercih hakkınız yok.

- Böyle seçim mi olur?

Altyapısız, kurumsuz, kuralsız, doğru dürüst yazımsız-kütüksüz... Üstelik 2 buçuk milyon gurbetçi seçmeni dışlayan, acayip bir sistem bu.

Derhal değişmeli.

“Derhal” diyorum, çünkü 4 yıl sonra rüzgârın yönü belli olmadan, nalıncı keseri gibi kimse kendine yontmadan, hemen şimdi yapmazsak “hiç yapamayacağımızı” biliyorum.

*

Demokrasi, 4 yılda bir sandığa gidip sadece oy atmaktan mı ibarettir?

25 yaş meselesini gördünüz.

Son dakikaya kaldığı için yine yattı.

Ama 18 yaş tıkır tıkır işliyor. Çünkü orada oy pazarı var.

Bugün gençler sandığa gidip yaşlıları seçecek.

Yine de hayırlı olsun.

Posta, 22.7.2007

Rauf TAMER

23.07.2007


 

Milliyet/21.07.2007

23.07.2007


 

Sivil anayasa!

Türkiye’de anayasa sorunu, ‘asker sorunu’dur! Çok mu basite indirgedim? Belki... Ama bu cümledeki gerçek payı ciddidir.

Devam ediyorum.

22 Temmuz sonrası nasıl bir Türkiye yazılarımın sonuncusu, sivil anayasa başlığını taşıyor.

Bilemiyorum, belki de çok eskilere giden bir özlem bu.

Türkiye’nin elbette bir anayasa sorunu vardır. Kendimi bildim bileli anayasa derdi çeker bu ülke.

Anayasa uzmanı değilim. Ama idare edecek kadar siyaset bilimi okumuş, 27 Mayıs’tan bu yana askeri darbeler görmüş ve siyaseti yorumlayarak izleyen bir gazeteci, bir yazar olarak, hiç kuşkum yok, Türkiye’nin hem de kökleri bayağı derinlere giden bir anayasa sorunu var.

Şöyle bir düşünün:

27 Mayıs Anayasası...

12 Mart Anayasası...

12 Eylül Anayasası...

Hepsi asker yapımı değil mi?

Öyle.

Hiçbiri sivil yapımı değil.

Üçü de askeri yönetimlerin, darbelerin ürünü. Hiç kuşkusuz siviller de çalıştı bu anayasaların yapımında. Ama namluların ucunda, süngülerin gölgesinde yapıldı hepsi...

Bir de ortak yanları var:

Halkın oyuna ya da seçim sandığına dönük güvensizlik...

Bu nokta otuz yıldır hâlâ kurtulamadığımız 12 Eylül (1980) darbesinin ürünü olan bugünkü anayasada fazlasıyla belirgindir.

Peki, bu güvensizlik niye?

‘Seçilmişler’e güven yok da ondan.

Bir başka deyişle:

Bu güvensizliğin altında demokrasi korkusu yatıyor.

‘Fazla demokrasi’de seçim sandığı yoluyla Türkiye’de ‘irtica’nın değirmenine su taşınacağı, bölücülüğün güçleneceği kaygısı yatıyor bu güvensizliğin altında.

Sandıktan çıkanlar sonra askerin işine karışır kaygısı yatıyor bu güvensizliğin altında.

Çankaya bu yüzden çok güçlü 12 Eylül Anayasası’nda!

Cumhurbaşkanı-Anayasa Mahkemesi-YÖK üçgeni bu nedenle kuvvetli kılınmış. 12 Eylül askeri darbesi, sivil siyasetin alanını daraltmak için bu üçgeni anayasal açıdan sağlam kazığa bağlamış. Rejimin tepesinde bir asker-sivil bürokrat blok, sivil siyaseti kontrol altında tutmak için oluşturulmuş...

Şöyle de söylenebilir:

12 Eylül darbesi, millet egemenliğine karşı, Meclis iradesine karşı fazlasıyla kuşkulu bir zihniyetin ürünüdür.

Asker, sivil siyasetin alanını daraltmak ve örneğin Kürt sorunu gibi bazı konuları kendi tekelinde tutabilmek için bu kuşkusunu kurumlaştırmış 12 Eylül Anayasası’nda.

Son kez yaşadığımız, bugün de hâlâ bitmemiş olan Çankaya savaşları da askerin rejimi, cumhurbaşkanlığı dahil bazı bakımlardan kendi vesayeti altında tutmak istemesinden kaynaklandı.

Çankaya-Anayasa Mahkemesi-YÖK üçgeni bunun için hareketlendi.

Mitingler bu nedenle yapıldı.

367 böyle ortaya atıldı.

YÖK, 367’yi böyle savundu.

Baykal, mahkeme yolunu böyle açtı. 27 Nisan Muhtırası böyle verildi. Ve Anayasa Mahkemesi’nde 367 kararıyla hukuk böyle eğildi büküldü, hatta siyasete alet edildi.

Lafı uzatmak yersiz.

Türkiye’nin sivil bir anayasaya, toplumsal mutabakata dayalı bir anayasaya gerçekten ihtiyacı var.

Rejimin parlamenter yapısını güçlendiren, kuvvetler ayrılığını belirginleştiren, cumhurbaşkanının yetkilerini sembolik düzeye indirirken, doğrudan halk tarafından seçilmesini sağlayan, seçilmiş-atanmış dengesini yerli yerine oturtan, ‘asker sorunu’nu anayasal düzeyde çözen yeni bir sivil anayasa yaparken, seçim ve partiler düzenini de yasal açıdan yenilemek...

Ve bütün bunları, parlamento içinde varılacak iktidar-muhalefet mutabakatı sonrasındaki bir halkoylaması ile, toplumsal mutabakat ile gerçekleştirmek, Türkiye’nin ilk ‘sivil anayasası’nı...

Var mısınız, iktidarıyla muhalefetiyle tüm siyasal güçler elbirliği yaparak bu ülkenin ilk sivil yapımı olacak gerçekten demokratik anayasasını yaratmaya?..

Böylesi, demokratik ya da özgürlükçü bir başkaldırı anlamına da gelirdi.

Hayal mi?

Neden hayal etmeyeyim?

Hayal kurmadan yaşanmaz ki.

Milliyet, 22.7.2007

Hasan CEMAL

23.07.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

Bütün haberler


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004