Türkiye’de anayasa sorunu, ‘asker sorunu’dur! Çok mu basite indirgedim? Belki... Ama bu cümledeki gerçek payı ciddidir.
Devam ediyorum.
22 Temmuz sonrası nasıl bir Türkiye yazılarımın sonuncusu, sivil anayasa başlığını taşıyor.
Bilemiyorum, belki de çok eskilere giden bir özlem bu.
Türkiye’nin elbette bir anayasa sorunu vardır. Kendimi bildim bileli anayasa derdi çeker bu ülke.
Anayasa uzmanı değilim. Ama idare edecek kadar siyaset bilimi okumuş, 27 Mayıs’tan bu yana askeri darbeler görmüş ve siyaseti yorumlayarak izleyen bir gazeteci, bir yazar olarak, hiç kuşkum yok, Türkiye’nin hem de kökleri bayağı derinlere giden bir anayasa sorunu var.
Şöyle bir düşünün:
27 Mayıs Anayasası...
12 Mart Anayasası...
12 Eylül Anayasası...
Hepsi asker yapımı değil mi?
Öyle.
Hiçbiri sivil yapımı değil.
Üçü de askeri yönetimlerin, darbelerin ürünü. Hiç kuşkusuz siviller de çalıştı bu anayasaların yapımında. Ama namluların ucunda, süngülerin gölgesinde yapıldı hepsi...
Bir de ortak yanları var:
Halkın oyuna ya da seçim sandığına dönük güvensizlik...
Bu nokta otuz yıldır hâlâ kurtulamadığımız 12 Eylül (1980) darbesinin ürünü olan bugünkü anayasada fazlasıyla belirgindir.
Peki, bu güvensizlik niye?
‘Seçilmişler’e güven yok da ondan.
Bir başka deyişle:
Bu güvensizliğin altında demokrasi korkusu yatıyor.
‘Fazla demokrasi’de seçim sandığı yoluyla Türkiye’de ‘irtica’nın değirmenine su taşınacağı, bölücülüğün güçleneceği kaygısı yatıyor bu güvensizliğin altında.
Sandıktan çıkanlar sonra askerin işine karışır kaygısı yatıyor bu güvensizliğin altında.
Çankaya bu yüzden çok güçlü 12 Eylül Anayasası’nda!
Cumhurbaşkanı-Anayasa Mahkemesi-YÖK üçgeni bu nedenle kuvvetli kılınmış. 12 Eylül askeri darbesi, sivil siyasetin alanını daraltmak için bu üçgeni anayasal açıdan sağlam kazığa bağlamış. Rejimin tepesinde bir asker-sivil bürokrat blok, sivil siyaseti kontrol altında tutmak için oluşturulmuş...
Şöyle de söylenebilir:
12 Eylül darbesi, millet egemenliğine karşı, Meclis iradesine karşı fazlasıyla kuşkulu bir zihniyetin ürünüdür.
Asker, sivil siyasetin alanını daraltmak ve örneğin Kürt sorunu gibi bazı konuları kendi tekelinde tutabilmek için bu kuşkusunu kurumlaştırmış 12 Eylül Anayasası’nda.
Son kez yaşadığımız, bugün de hâlâ bitmemiş olan Çankaya savaşları da askerin rejimi, cumhurbaşkanlığı dahil bazı bakımlardan kendi vesayeti altında tutmak istemesinden kaynaklandı.
Çankaya-Anayasa Mahkemesi-YÖK üçgeni bunun için hareketlendi.
Mitingler bu nedenle yapıldı.
367 böyle ortaya atıldı.
YÖK, 367’yi böyle savundu.
Baykal, mahkeme yolunu böyle açtı. 27 Nisan Muhtırası böyle verildi. Ve Anayasa Mahkemesi’nde 367 kararıyla hukuk böyle eğildi büküldü, hatta siyasete alet edildi.
Lafı uzatmak yersiz.
Türkiye’nin sivil bir anayasaya, toplumsal mutabakata dayalı bir anayasaya gerçekten ihtiyacı var.
Rejimin parlamenter yapısını güçlendiren, kuvvetler ayrılığını belirginleştiren, cumhurbaşkanının yetkilerini sembolik düzeye indirirken, doğrudan halk tarafından seçilmesini sağlayan, seçilmiş-atanmış dengesini yerli yerine oturtan, ‘asker sorunu’nu anayasal düzeyde çözen yeni bir sivil anayasa yaparken, seçim ve partiler düzenini de yasal açıdan yenilemek...
Ve bütün bunları, parlamento içinde varılacak iktidar-muhalefet mutabakatı sonrasındaki bir halkoylaması ile, toplumsal mutabakat ile gerçekleştirmek, Türkiye’nin ilk ‘sivil anayasası’nı...
Var mısınız, iktidarıyla muhalefetiyle tüm siyasal güçler elbirliği yaparak bu ülkenin ilk sivil yapımı olacak gerçekten demokratik anayasasını yaratmaya?..
Böylesi, demokratik ya da özgürlükçü bir başkaldırı anlamına da gelirdi.
Hayal mi?
Neden hayal etmeyeyim?
Hayal kurmadan yaşanmaz ki.
Milliyet, 22.7.2007
|