|
|
|
Askerî çöplük... |
Şu günlerde insanlar birbirlerine “allahaısmarladık”, “güle güle” yerine “aman dikkat et,” diyorlar.
“Dikkat et….”
Böyle diyorlar çünkü herkes biliyor ki kendi iktidarlarını ancak kanlı bir karmaşanın içinden çıkartabilecek olanlar, yeni suikastlerden ve yeni katliamlardan medet umuyorlar.
Birilerini öldürecekler.
Türkiye’nin sakin ve düzenli bir ülke olmasına izin vermeyecekler.
Tam herkesin “birileri öldürülecek” tedirginliği yaşadığı günlerde, Amerika’da Türk Ordusu’ndan da iki generalin de katıldığı bir “beyin fırtınasında,” İstiklal Caddesi’nde büyük bir bombalamanın ve Anayasa Mahkemesi eski başkanını hedef alan bir suikastin gerçekleşmesini konu edinen bir “senaryo” tartışılıyor.
Senaryoya göre, PKK bu saldırıları üstlenmiyor ama kamuoyunda bu işi PKK’nın yaptığı inancı “yaratılıyor.”
Ve Türk ordusu Kuzey Irak’a giriyor.
Bu tartışmanın en ürkütücü yanı ise, “ya Amerika PKK liderlerini yakalayıp Türkiye’ye teslim ederse” sorusuna ortaklaşa “sakın ha” diye cevap verilmesi.
Bu senaryoya katılanlar, PKK liderlerinin teslimine karşı çıkıyorlar çünkü bu gelişme “AKP’nin işine” yararmış.
Anlaşılan tarafgirlik o hale gelmiş ki seçimle işbaşına gelmiş bir sivil hükümetin işine yarayan bir gelişme olmasın diye PKK’nın varlığına razılar.
Çünkü şu sırada bir “darbe”nin ya da askeri bir rejime giden yolu açacak olan sıkıyönetim ilanının tek dayanağı PKK’nın varlığı.
Düşünsenize, PKK olmasaydı darbe isteyen cuntacılar ne yapardı?
Ellerinde hiçbir koz kalmazdı.
O yüzden “aman” diyorlar, “sakın PKK’ya dokunulmasın.”
PKK, Kürt halkına nasıl bir yararı olacağı kimse tarafından anlaşılamayan ve açıklanamayan mayınlı saldırılarını sürdürsün.
Sürdürsün ki askeri bir yönetim için elde bir koz bulunsun.
Amerika’daki “fırtınacılar” kitleleri hedef alan “bombalamaları” tartışırken İstanbul’da eski bir astsubay, ordu malı el bombaları ve TNT kalıplarıyla yakalanıyor.
Eski astsubay, emekli askerlerin kurduğu bir “güvenlik şirketinin” de elemanı.
Ele geçirilen bombalar, Danıştay baskınını gerçekleştiren ekibin Cumhuriyet Gazetesi’ne düzenlediği saldırıda kullandıkları el bombalarıyla “aynı seriden.”
Polisler, eski astsubaya bombaları nereden bulduğunu soruyorlar.
O da, “askeri bir çöplükte” bulduğunu söylüyor.
Askeri bir çöplük.
Darbe isteyen cuntacıların bulunduğu bir ülkenin tarifi gibi…
Şimdi bütün bunları birada düşünün.
“PKK’ya dokunulmasın” talepleri, “bombalama” senaryoları, emekli askerlerin zulalarında bulunan bombalar.
Belli ki Türkiye’yi seçimlerden önce kanlı bir kıyma makinesinden geçirecek, insanları öldürecek bir “senaryo” akıllarda dolaşıyor.
Bu işlerde kullanılması muhtemel bombalar da “askeri çöplüklerden” çıkarılıyor.
Bu senaryoda hedef AKP gibi gösteriliyor.
Ama hedef AKP değil. (...)
Avrupa Birliği’ni savunan hangi parti iktidarda olsaydı, hedef o olacaktı.
Çünkü amaç, AKP’yi devirmek değil, bu “mazereti” AKP düşmanı masum Kemalistlerin aklını çelmek için kullanıyorlar.
Amaç, Avrupa Birliği üyeliğine, özgürlüğe, zenginliğe ve demokrasiye giden yolu kesmek…
Türkiye’de bir darbe rejimi kurmak… Bütün ülkeyi, içinden bombaların, ölümlerin, sıkıyönetimlerin, darbelerin çıktığı büyük bir “askeri çöplük” yapmak.
gazetem.net, 18.6.2007
|
Ahmet ALTAN
19.06.2007
|
|
|
Kâbus senaryoları, gerçekler ve medya |
Çok önemli bir hadise olmadıkça gazete manşetleri aynı olmaz; herkes kendi “özel bilgisi”ni manşet yapmak ister. Ne var ki bazen bütün gazeteler bir olaya kilitlenir. Cumartesiye ait gazeteler öyleydi. Hemen hepsi Amerika’da yapılan bir toplantıya ayrılmıştı.
Hudson Enstitüsü tarafından hazırlanan programda Türkiye üzerine üretilen kâbus senaryoları konuşulmuştu. Neler yoktu ki senaryoda? 18 Haziran’da canlı bomba Beyoğlu’nu kana buluyor, patlama sonucu 50’den fazla insan ölüyor, eylemin PKK tarafından yapıldığına dair dedikodular yayılıyor, saldırganın Kuzey Irak’la bağlantısı ortaya çıkarılıyor...
Senaryo bu kadarla da sınırlı değil. Kâbus devam ediyor. Mesela 24 Haziran’da Anayasa Mahkemesi Başkanı Tülay Tuğcu’ya suikast düzenleniyor. Tüm bunlar yaşanırken kitleler (senaryo gereği) sokaklara dökülüyor, laiklik yürüyüşleri düzenleniyor, hükümet protesto ediliyor, falan filan... Senaryonun sınır ötesine yönelik askerî hamle gerektirecek ayrıntıları da var. Mesela saldırganın Kuzey Irak’ta değil de Suriye’deki Hizbullah kampında eğitildiği ortaya çıkarılır, İsrail ajanları ile PKK yetkilileri fotoğraflanır ya da görüntülenir, peşmergelerin arasından Amerikan askerleri çıkar...
Türkiye çetelerin üzerine gidemiyor
“Böyle saçmalık olur mu?” dediğinizi duyar gibiyim. Doğru, bu kadar absürd laf bir araya getirilmez. Ancak düşünce kuruluşları bazen böyle şeyler yapıyor ve buna beyin fırtınası diyor. Lakin bu seferki fırtınanın şaşırtıcı, üzücü, kuşkulandırıcı yanları bulunuyor. Her şeyden önce verilen tarihler ve muhtemel senaryolar, genel seçimlerden hemen önce konuşuluyor ve konuşmalar senaryoyu gerçekle iç içe geçirecek gelişmeler eşliğinde yapılıyor. Demek o ki, konuşulan kâbus senaryolarının bugün yaşanan bazı olaylarla örtüşmesi kuşkulara sebep oluyor.
Washington’da kâbus senaryosunun aklın hudutlarını zorlayan ayrıntıları tartışılırken İstanbul’da bir gecekonduya baskın düzenlendi. 27 el bombası, çok sayıda TNT kalıbı ele geçirildi; emekli Astsubay Oktay Yıldırım, Mehmet Demirtaş ve Ali Yiğit tutuklandı. Ardından adı Danıştay saldırısına da karışmış eski Yüzbaşı Muzaffer Tekin gözaltına alındı. Bahsi geçen kişilerin kendilerine kuvvacı adını yakıştırdıkları, ulusalcı eylemlerde önde yürüdükleri biliniyor. Bahsi geçen kadronun, adı Susurluk olayına da karışan emekli Tuğgeneral Veli Küçük’le ilişkisi de herkesin malumu. Çoktandır benzer olaylarda benzer isimler zikrediliyor; ama bu kişiler hakkında herhangi bir hukukî işlem yapılamıyor.
“Canım n’olmuş yani; her yerde böyle örgütler olur” denilerek mesele basit ve lokal bir çerçeveye sıkıştırılabilir. Hatta gecekonduda yakalanan bombalar ile Cumhuriyet Gazetesi’ne atılan bombaların aynı tip olmasının bir tesadüf olduğu da iddia edilebilir. Daha ötesi, bombaların ordu malı olduğuna dair iddianın mahkemede değerlendirilmediği, avukatların itirazına rağmen konunun araştırılmadığı ve soruşturmanın bu faslının kapatıldığı üzerinde durulabilir. Ancak kâbus senaryoları dünyanın öbür ucundan yazılıp çizilirken ortaya çıkan çete(ler)in görmezden gelinmesi üzerinde derinden derine düşünmek gerekiyor.
Gerçek şudur: Son yıllarda ortaya çıkan çetelerin üzerine yeterince gidilmedi. Devletin ilgili ve sorumlu kurumları çete testinden sınıfta kaldı. Susurluk olayı sırasında kıyametleri koparan medya, çeteleşme konusunda bilinmeyen bir nedenle suspus oldu. Araştırmacı gazeteciliğin yerini kimi zaman karıştırmacı gazetecilik aldı. Ortaya çıkan çeteler illegal bir örgütlenmeyi bangır bangır bağırırken olayın magazinsel boyutunda keyif çatanlar oldu. Mesela Sauna Çetesi’nin emekli emniyet genel müdür vekili; özel harpçi subaylar ve mafya bağlantısı ortadayken medya Sauna işletmecisinin magazin yanlarına ve olayda ismi geçen İbrahim Tatlıses’e takılıp kaldı.
Çete bir değil ki! Bursa’da yakalanan çete, Eryaman’da ele geçirilen grup, Şemdinli’de yaşanan vahim olaylar. Danıştay saldırısındaki gizemli işbirliği, Hrant Dink cinayetindeki derin bağlantılar... Film devam ediyor. Geçen haftaki olaylar Ümraniye’de bir gecekondu baskınıyla sürdü. Önümüzdeki haftalarda hangi çeteler nereden çıkar bilinmez; ancak bilinen bir şey var: Türkiye üzerine karanlık oyunlar oynanıyor ve Türkiye’yi istikrarsızlığa sürükleyecek senaryoların üzerine gidilemiyor. Son aylardaki gelişmeler bunun apaçık delilidir. Çete davaları birer birer düşürülüyor, iddianameler değiştiriliyor, ceza talepleri azaltılıyor, davalar çete kapsamından çıkarılıyor... Düşünebiliyor musunuz en meşhur çete davasında trafik kazaları oluyor, bazı dosyalar yırtılıyor, güya o dosyaların yerine başka yerde bulunan kopyalar konuyor da bütün gelişmeler Türk basınında yer almıyor ya da alıyormuş gibi gösterilip küçük sütunlara sıkıştırılıyor...
Medya, çeteleri görmezden geliyor
Türkiye, demokrasimiz açısından hayati önem taşıyan bir seçime doğru gidiyor. 22 Temmuz seçimleri öncesinde yaşanan bazı olaylar kamuoyunda şüphelerin oluşmasına neden olmuştur. Artan terörün üzerinde kocaman bir soru işareti bulunmaktadır. O yüzden her kim terör olaylarından rant elde etmek isterse umduğunu bulamayacaktır. Değişik çevrelerde birtakım “gizli toplantılar” düzenlenmesi, orada istikrarsızlık adına kâbus senaryolarının dile getirilmesi, tam bu konuşmalar devam edip giderken bazı çetelerin gizlenemez hale gelmesi oldukça düşündürücüdür. Kamuoyunu manipüle etmeye yönelik tezgâhlar yeni değil; öteden beri psikolojik harp uzmanları bu tür yollara başvurur. Ancak bu sefer mızrak çuvala sığmıyor; Türkiye’yi bambaşka yerlere taşımak isteyenler, kendilerini gizlese bile niyetlerini gizleyemiyor. Nokta Dergisi’nin ortaya attığı bilgi ve belgeler birer birer doğrulandıkça Türk basınının çeteler ve sivil görünümlü yapılanmalar hakkında suskunluğa bürünmesi kamuoyundaki şüpheleri artırıyor. Oysa bugün kayıtsız-şartsız demokrasi günüdür. İnsanları korkutarak, endişelendirerek, sindirerek bir yere varmak mümkün değil...
Zaman, 18.6.2007
|
Ekrem DUMANLI
19.06.2007
|
|
|
Hudson darbe üssü mü? |
ABD’de bulunan Hudson Ensitüsü’ndeki toplantıyı daha uzun süre konuşacağız; konuşmalıyız da. Eğer iddialar doğruysa ortaya çıkan manzara çok net: Hükümeti ülke içindeki tartışmaları uluslararası platformlara taşımakla suçlayanlar, ABD’deki bazı güç odaklarıyla işbirliğinin yollarını arıyor.
Bu meseleyi beyin fırtınası, zihin cimnastiği gibi yaklaşımlarla hafifletmeye çalışmanın kimseye yararı yok. Hudson’daki toplantı basbayağı Türkiye’deki siyasi iktidarı değiştirme ve yakın geleceği düzenleme platformudur.
Toplantının katılımcıları önemli. Genelkurmay Başkanlığı bünyesindeki Stratejik Araştırma ve Etüd Merkezi (SAREM) Başkanı ve bazı yetkililerin yanı sıra, Türkiye’nin Washington’daki Savunma Ataşesi Tuğgeneral Bertan Logarlaroğlu.
Genelkurmay İkinci Başkanı Ergin Saygun’un da geçen yıl Hudson Enstitüsü’nde konuşma yaptığını, ardından Hudson uzmanlarından Zeyno Baran’ın ‘Türk ordusunun darbe yapma ihtimalinin yüzde 50 olduğu’ yazısını kaleme aldığını da unutmayalım.
Toplantının resmi olmadığını söyleyerek katılımcıları kurtarmaya çalışanlara gelince. SAREM Başkanı ve askeri yetkililerin böyle bir toplantıya katılması, öyle günü birlik alınabilecek bir kararın sonucu değildir, olamaz da. Bu tür toplantılar aylar öncesinden planlanır, kimin ne konuşacağı üzerinde çalışmalar yapılır. Hangi düşünce kuruluşuna gideceğiniz ve o kuruluşun hangi güç dengesinin parçası olduğu da dikkate alınır. Ayrıca sözkonusu toplantıya kimlerin katılacağı konusunda mutlaka bir yazışma trafiği yürütülür. Bu katılımcılar belli bir istihbarat süzgecinden geçer. Dolayısıyla da karşınıza sözgelimi Celal Talabani’nin oğlu öyle tesadüfen çıkmaz. Ayrıntılarını tümüyle bilmeniz imkansız olabilir. Ancak katıldığınız bir toplantının yönü hakkında mutlaka fikriniz vardır.
Toplantıda Türk Dışişleri yok. Bu tür toplantılara kimin davet edildiği kadar edilmediği de önem taşır. Anlaşılan Türkiye tarafından muhatap alınanlar açıkça askerler.
Hudson’da konuşulan dehşet senaryosunu artık herkes biliyor. Türkiye’de bir okul bahçesinde kimle hangi fotoğraf karesinde yer alıp almayacağını en sert tepkiyle ortaya koyanlar, nedense böyle bir senaryoyu dinlemekte sakınca görmemişler.
Daha vahim bir iddia var toplantıyla ilgili. ‘ABD’nin PKK’nın Kuzey Irak’taki liderlerini yakalayıp teslim etmesi’ne, şimdilik kim olduğunu bilmediğimiz bir Türk yetkili karşı çıkmış. Gerekçesi ‘siyasi sakınca’ olarak habere yansıyor. Eğer bu doğruysa, son dönemde siyaseti, seçimleri ve neredeyse tüm ülkeyi ağır bir baskı altına alan terör olaylarını yeniden analiz etmek zorunda mı kalacağız?
(...)
Terör olayları ve şehit cenazeleri üzerinden oluşturulmaya çalışılan baskı o denli ağırlaştı ki, Kuzey Irak’a askeri operasyonun dışındaki seçenekleri konuşamaz hale geldik. Oysa uzunca bir zamandır PKK’nın üst düzey kadrosundan bazı isimlerin yakalanmasıyla ilgili ciddi ve sonuç alıcı bir çalışma yürütülüyor. Ancak Hudson’dan gelen haberler, askeri operasyon talebinin PKK’ya darbe vurmanın çok ötesinde anlamlar taşıdığını bir kez daha ortaya koyuyor.
Cevapsız sorular var. En başta Hudson’daki toplantıya katılanların bazı konulara acilen açıklık kazandırmaları gerekiyor.
Star, 18.6.2007
|
Nasuhi GÜNGÖR
19.06.2007
|
|
|
Askerlerimiz o toplantıya bilerek katıldı |
Toplantıya, Genelkurmay bünyesindeki Stratejik Araştırma ve Etüd Merkezi’nin (SAREM) Başkanı Tuğgeneral Süha Tanyeri ile Türkiye’nin Washington’daki Savunma Ataşesi Tuğgeneral Bertan Nogaylaroğlu dahil askeri yetkililer katılmış.
Ayrıca, ABD dışişleri ve savunma bakanlığı görevlileri, Türkiye ve K. Irak konusunda uzman ABD’li analizciler ve Kürdistan Bölgesel Hükümeti’nin (KBH) Washington Temsilcisi Kubad Talabani’nin de orada olduğunu biliyoruz.
Toplantıyı Baran ile birlikte ABD’li emekli korgeneral William E. Odom yönetmiş.
ABD’li katılımcılar, toplantıya gelirken, hem üzerinde konuşacakları senaryonun ayrıntılarını, hem de bu senaryoyu SAREM’den üst rütbeli subayların katılımıyla konuşacaklarını biliyorlarmış.
Hudson’ın, SAREM yöneticilerine ve Washington’daki savunma ataşeliğimize ‘sürpriz parti’ düzenlemediğini, Türk askeri yetkililerinin, toplantıya, tartışacakları senaryonun ayrıntılarını bilerek geldiğini varsayabiliriz.
Ayrıca, savunma ateşeliğimizin, daha önce burada, Genelkurmay yetkililerinin katıldığı toplantıların davetli listesi ve formatından baştan haberdar olmakla kalmayıp, bunların belirlenmesine müdahil olduğunu da biliyorum.
Askeri yetkililerin aynı titizliği bu kez de gösterdiklerini ve 13 Haziran’da, Hudson’a kiminle, neyi konuşacaklarını bilerek gittiklerini tahmin ediyorum.
Acaba yanılıyor muyum?
Bazı yazarlar, ‘Nasıl olur da generallerimiz bu toplantıya katılır? Genelkurmay’ın izni var mıydı?’ diye soruyor.
Bense, daha çok, generallerimizin bu konuları Kubad Talabani ile konuşmasıyla ilgiliyim. Iraklı Kürt liderlerle Ankara arasında diyalogdan yanayım ve aklıma takılan, ‘Nasıl konuşurlar?’ değil, ‘Acaba Genelkurmay tutum mu değiştirdi?’ sorusu.
Öyle ya, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt, şubatta Washington’da, Iraklı Kürt liderleri PKK’yı desteklemekle suçlamış, “Hasmane konuşuyorlar, görüşmek mümkün değil” demiş, asker olarak diyaloğa girmeyeceklerini söylemişti.
Bu anlayış değişti mi?
Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani Çankaya’dan ambargoluyken, oğlu Kubad Talabani, Türk generalleriyle, olası sınır ötesi harekatı konuştu ve hemen ardından Irak’a gitti. Acaba Bağdat’a ve KBH Başkanı Mesud Barzani’ye ne mesaj götürdü?
Ve Hudson’daki toplantının ABD’li katılımcılarından duyduğum, ‘Türk askerleri, bizi test edip mesaj verdi’ izlenimine ilişkin başka bir soru:
Acaba söz konusu senaryo, basınımızda otomatik kabul gördüğü gibi, Amerikan bakışıyla mı hazırlandı? Yoksa, ‘K. Irak harekatı, siyasi suikast ve sokak terörüyle kaçınılmaz kılınırsa ABD ne yapar’ sorusuna yanıt arayan, aslında Türkler miydi?
Milliyet, 18.6.2007
|
Yasemin ÇONGAR
19.06.2007
|
|
|
Atatürk’lü seçim |
CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, partisinin milletvekillerini tanıttığı toplantıda “Bu seçime parti seçimi gibi bakamayız. Türkiye için milli takım olarak oynayacağız. Seçimi kazandığımızda Atatürk de kazanmış olacak” dedi.
Bu sözler Deniz Baykal’ın bu seçimlerdeki temel stratejisinin bir gereği: CHP’ye oy vermezseniz, laiklik tehlikeye girer demek istiyor.
Kişisel görüşüm şu ki, CHP Genel Başkanı çok tehlikeli bir oyun planı kurmuş kendisi için.
Bu sözlere bakarak şunu sorabiliriz: CHP seçimi kazanamazsa, seçimi Atatürk mü kaybetmiş olacak?
Atatürk devrimlerinin, laikliğin ve Atatürk’ün tarihsel kişiliğinin toplumumuzdaki geleceği, Deniz Baykal ve arkadaşlarının bu seçimlerde göstereceği performansa mı bağlı olacak?
Eğer öyleyse Türkiye için şimdiden üzülmeye başlamamızda yarar var.
Çünkü bugüne kadar yapılan araştırmaların hiçbiri seçimi CHP’nin kazanacağını göstermiyor.
CHP lideri de bunu bildiği için olsa gerek toplumsal bir korku yaratmanın, Türkiye’yi iki kutuplu bir ülke haline getirmenin hesaplarını yapıyor.
CHP lideri ne derse desin, bu seçim laiklik ile şeriat arasında bir tercihin ortaya konacağı seçim olmayacak.
AKP’nin “inananlar-inanmayanlar” ayrımı demokratik rejimimizin geleceği açısından ne kadar tehlikeliyse, CHP liderinin “laikler-şeriatçılar” ayrımı da bir o kadar tehlikeli ve bölücüdür.
Hürriyet, 18.6.2007
|
Mehmet Y. YILMAZ
19.06.2007
|
|
|
|