Türkiye’de Cumhurbaşkanlığı kriziyle netice alamayacağına hükmeden anti-demokratik faşizan çevreler, şimdi de geleneksel kozlarından bir başkası olan güvenlik krizine oynayarak sivilleşme ve demokratikleşmeye son vermek istiyorlar.
Toplumsal destekleri giderek azalan bu çevreler, Türkiye’nin 25 yıldır tam anlamıyla sonuçlandıramadığı PKK terörünü vesile ederek, yeniden rejim üzerinde vesayet tesis edebilecekleri bir ìmilli güvenlik rejimiî tesis etme çabasındalar.
Bu amaçla terörle mücadele eden güvenlik görevlilerinin şehadetlerini iç siyasetin malzemesi yapmaktan çekinmeyen bu çevrelerin, her ülkede en tehlikeli silah olan etnik meseleyi kaşımaktan, Türkiye’yi sonu belirsiz dış maceralara sürüklemekten sakınmayan ve her türlü devlet ciddiyetinden uzak tavırları, Türkiye’yi muazzam insan, toprak ve rasyonalite kaybına götüren Balkan Savaşı öncesi İttihatçı komitacılığı günlerine götürmektedir. Balkan Savaşı’nı takiben sorgusuz sualsiz ve meşru devlet nizamı ihlal ederek Osmanlı İmparatorluğu’nu Birinci Cihan Savaşı’na sokan İttihatçı kafası, bugün yeniden ortaya çıkmıştır. Balkan Savaşı’nda olduğu gibi ordunun siyasete karışması, bugün de Türkiye’nin en ciddi güvenlik tehdidini oluşturmaktadır.
Tekrar söyleyelim ki, bugün Türkiye’nin en ciddi güvenlik tehdidi güvenlik sektörü içindeki bazı kurumların demokratikleşme ve sivilleşme istikametindeki reformları reddederek şeffaf, denetlenebilir ve hukukla mukayyet bir yeni düzeni kabul etmemesidir. Kendi bürokratik alanlarını dokunulmaz kılarak, hukuka ve demokratik kurumlara hesap vermek istemeyen bu kurumlar, tam aksine hukuku ve demokratik organları ideolojik denetim altında tutmak iddiasındadır. Bu yüzden Türkiye’nin önündeki temel mesele, özgürlüğü esas alan bir güvenlik reformudur.
Hatalarının tartışılmasına, tehdit değerlendirilmesinin yerindeliğine ilişkin sorgulamalara izin vermeyen bu kurumlar, buna mukabil hükümeti, TBMM’yi, yargıyı, basını, hukuk devleti, demokrasi ve insan hakları talep edenleri ve giderek neredeyse bütün milleti suçlayan ve onlara talimat verebileceğini zanneden bir akıl tutulması yaşamaktadırlar. Bugüne kadar Türkiye’deki ataerkil toplumsal yapının, demokrasi ve açık toplum eksikliğinin bir ürünü olarak tartışılmayan güvenlik politikası ve bilhassa ordunun performansı bundan sonra ister istemez tartışılacaktır.
Ordunun bilhassa Nisan 2007 itibarıyla yaptığı açıklamalar iç siyasette bir taraf olmanın ötesine geçerek, Türkiye’nin iç ve dış güvenliğini ve barışını muhataralı hale getirmiştir. Bilhassa Genelkurmay Başkanı’nın konuşmaları ve Genelkurmay tarafından yayınlanan bildiriler, bugüne kadar orduyu eleştirmemeye azami gayret sarfeden çevreleri bile harekete geçirmiştir. Genelkurmay bildirilerine ve Genelkurmay Başkanı’na yönelik daha önce rastlanmayan çevrelerden ve oldukça sert eleştiriler, ordunun siyasete müdahalesinin siyaset kurumuyla beraber kendi konumuna da ne ölçüde zarar verdiğinin göstergesidir.
Bu durum aynı zamanda, önceki Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’ün demokratikleşme ve sivilleşme yönündeki reformları destekleyen çizgisinin, sanıldığının aksine siyasetten önce ordunun korunmasına ve ihtiyaç duyduğu yeniden yapılanmaya imkan verdiğini göstermektedir. Hilmi Özkök’ün değerinin anlaşılmamış olması bile, orduda bir zihniyet değişimine olan ihtiyacı gündeme getirmektedir.
Bugün, 13.6.2007
|