|
|
|
Dünya birliğinin ruhu nur olacaktır |
Hizmetimizin artık dünya genelini dikkate alarak planlanması gerekli olan bir dönemdeyiz. Dünyanın gittiği noktada zahiren karışıklık ve kargaşa olsa dahi derinde ve özde bir vahdet hali ve birlik ruhu olacağı gözleniyor. Zaman ve şartlar ortaya koymakta ve açıkça göstermektedir ki, bu birliğin çimentosu ve ruhu Risâleti’n-Nur yani nur-u Muhammedî’dir (a.s.m.).
Avrupa Birliği şu an için Türkiye’nin gittiği istikamet olarak gözleniyor. Çoğunluğun inancının memleketimizin geleceği ve selâmeti açısından iyi olacağı yönünde olduğu değişik vesilelerle anlaşılıyor. İnşaallah gelişmelerde siyasî planlardan çok birliğin kâğıt üzerindeki hedeflerine uygun olur ve dünya barışına ve insanlığın bütünleşmesine hizmet eder. Bütün irade ve işleyişlerin içinde, dünyanın istikrarlı bir şekilde gelişen ve bütünleşen bir yapısı var. “Medeniyetler Çatışması”, “Tarihin Sonu”, “Medeniyetler Arası Diyalog” gibi tezler gündeme getirilirken insanlık âleminin derinlerinde bir bütünleşme sürecinin yaşandığı gözleniyor. Yeni dönemde ırk, coğrafya, din, dil birliği gibi özellikleri ile tanımlanan milletlerle şekillenmiş kimlikler yerine, insanların birer fert olarak değer kabul edildiği ve insanî değerlerin daha ön plana çıktığı dönemlere doğru gidiliyor.
Artık dostluklar ve düşmanlıklar sadece mensubiyetler ve taraftarlıklarla değil topyekûn insanlığın sahip olduğu değerler ve değer yargıları etrafında şekillenmektedir. Özellikle, dünyada kargaşa çıkarmak ve bir satranç oyunundakine benzer hesaplarla insanlığı yönlendirmek amaçlı girişimler bu hesapların hedefinden çok insanlığın derin gelişimine hizmet eder hale gelmiştir. Meselâ, 11 Eylül dünyaya hakim güçlerin hesapladığı gelişmelerden çok, dünyanın genelinde insanlığı arayan, fazilet ve ahlâk gibi değerler etrafında birleşmiş ve zulme ya da emperyalizme karşı dünyanın her tarafına yayılmış bir topluluk bulunduğunu ortaya çıkardı. Dünyanın çeşitli yerlerinde farklı dinlere, farklı ırklara ve farklı kültürlere mensup milyonlarca insan aynı doğrular etrafında bir araya geldiler. Bu durum benlik ve ırkçılık ile oluşturulmuş ulusların kalın duvarlarla birbirine kapatılmış uluslar düzeninin yerini, temel insanî değerler etrafında birleşmiş ve dış görünüşte farklılıklar olsa bile daha derinlerde bütünleşmiş bir beşer tabakalarının aldığına da işaret ediyordu.
İnsanlık ağacında felsefe dalının uzantısı olan; benlik, hakimiyet, kuvvet, sahiplenmek ve hükmetmek gibi ırkçı ve yayılmacı zihniyetin şekillendirdiği bir beşer tabakası oluşmuştu. Diğer taraftan aynı ağacın nübüvvet tarafında yer alan bilerek ya da bilmeyerek heva yerine Hüda’ya tabi olmuş ve insanı insan yapan erdemleri ırk, coğrafya ve kültürlerden bağımsız olarak ön planda tutan bir beşer tabakası da, hem Irak’ta, hem Amerika’da, hem de dünyanın bütün ülkelerinde, bu tabakanın uzantıları şeklinde bulunmaktaydılar. Bunları birbirlerinden haberdar olmadıkları halde bir araya getiren ve hiçbir kulis faaliyeti, propaganda veya başka siyasî girişimler olmaksızın aynı ortak noktada birleştiren özlerinde, ruhlarında ve belki de kısmen genlerinde var olan hakka taraftarlık olmalıydı.
Zaman ve şartlar, yaşadığımız olaylar, devletler ve milletler şeklinde ve her iki tarafın da çoğunlukla hevaya tabi olduğu ve benlik ya da ırkçılık kavgası olarak yürüttüğü harplerin yerini, insanlık tabakalarının, hakkın ve batılın yanında yer alanların mücadelesinin alacağını göstermektedir. Bu dönemden sonra özellikle hakkın ve Hüda’nın tarafında yer alanların, bu tabakalaşmanın hızlanması ve belirginleşmesi yönünde gayret sarf etmesi gerekmektedir. Benim ülkemin ve benim insanımın tavrı doğru, diğer ülkelerin tavrı yanlıştır gibi siyasî ve tarafgir kabullerin yerini doğruya ve hakka, nereden ve kimden gelirse gelsin, taraftar olmak şeklinde bir anlayış almalıdır. Bu dönemden sonra biz dediğimizde Türkiye, Amerika, İngiltere, Fransa, İtalya, Yunanistan, İran, Irak, Gana, Japonya, Malezya,... kısacası bütün dünyada hakkın yanında ve zulmün karşısında yer alan insanı insan yapan değerleri hayata hakim kılmaya çalışan herkes anlaşılmalıdır. Bu anlayışın karşısında ve hevaya tabi olan herkes Türk, Kürt, İngiliz, Fransız, Amerikalı,... hangi coğrafî tanımdan olursa olsun, kimliği ister Müslüman, ister Hıristiyan, ister Musevî, isterse ateist olsun vahye dayalı dinlerin özellikle de İslâmın hakim kılmaya çalıştığı insanlıktan uzak ve ötekiler şeklinde tanımlanmaması gerekmektedir. Dünyanın ve insanlığın gidişi bu yöndedir ve dünya genelinde diyalog arayışı içindeki sivil güçlerin ön planda tuttuğu ana değer insanlık olmalıdır. Bugün dünyaya anlatılacak İslâm da “hakiki insaniyet olan İslâmiyet” tanımı etrafında şekillenmiş olarak sunulmalıdır. Eğer bu yapılabilirse “Hakk’ın vaad ettiği günler” çok yakında doğacaktır.
Avrupa Birliği düşüncesinin arkasında başka planlar olsa bile bu kadar teveccüh ve duâdan sonra inşaallah esas hedefine ulaşacak ve insanlığın birlik ve beraberliğine hizmet edecektir. Herkesin bir planı muhakkak vardır. Ancak, asıl önemli olan kâinatı tanzim eden Zat-ı Zü’l-Celâl’in planının ne olduğudur.
|
08.06.2007
|
|
|
Osman Nuri Tol (1885-1955) |
Osman Nuri 1885 yılında doğdu. Nerede doğduğu kesin olarak bilinmemektedir. Ancak aslen Ankara’lı olması hasebiyle burada doğmuş olabileceği tahmin edilmektedir. Çocukluk hayatı ve okuduğu okullar, gördüğü eğitim hakkında ayrıntılı bilgi mevcut değildir. Asker kökenli olmakla birlikte eğitimini daha çok askerî okullarda mı veya sivil okullarda yapıp sonradan mı silâhlı kuvvetler bünyesine dâhil olduğu belli değildir.
Osman Nuri silahlı kuvvetler bünyesi içinde “Alay Müftülüğü” görevinde bulundu. Bu arada rütbe olarak da yarbaylığa kadar yükseldi. Söz konusu görevi Cumhuriyetin kuruluşundan sonra uzun bir süre devam ettirdi. Kendisi tarikat ehli olup Nakşibendî tarikatına mensup idi. Birçok tarikat mensubu etrafında toplandı. Mareşal Fevzi Çakmak’ın da özellikle son yıllarında ziyaretine gidip sohbetinde bulunduğu ve duâsını almaya çalıştığı nakledilmektedir.
Osman Nuri Tol, Bediüzzaman Hazretleri ile Millî Mücadele yıllarında tanıştı ve sohbet etme fırsatını elde etti. Her iki şahsiyetin tanışması, sadece o dönem ile sınırlı kalmadan yıllarca devam etti. Karşılıklı mektuplaşmalar gerçekleşti. Bediüzzaman Hazretleri Ankara’da bulunan veya Ankara’yı bir şekilde ziyaret eden talebelerinin Osman Nuri Beyi ziyaret etmelerini tembihledi. Bu ziyaretler birkaç kez tekrarlandı.
Tanıştığı yıllardan itibaren Bediüzzaman’ı takdir eden, çevresindekilere bu takdirini açıklamaktan çekinmeyen Osman Nuri bununla iktifa etmedi. Bediüzzaman’ı Emirdağ’da bulunduğu sıralarda ziyaretine gitti. Yine yazdığı bir mektubu Emirdağ’da bulunan Bediüzzaman’a gönderdi. Bu mektup “Ankara’da Nurları neşretmek nimet-i uzmâsına nail olmuş büyük bir âlim ve ehl-i kalb bir zatın Üstada yazdığı bir mektuptur.” başlığı altında Risâle-i Nura dâhil edildi. Osman Nuri Bey şu ifadelere yer vermekteydi:
“Sahibü’l-ihlâs ve’n-nur ve’l-kemal ve’l-irşad, mücahid-i ekber Bediüzzaman Hazretleri,
Meydan-ı iptilâ ve imtihana lillâh ve fillâh için atıldığınız andan bu ana kadar, hukukullah ve hukuk-ı ibadın müdafaa ve muhafazasına leyl ü nehar, Hak ve halk huzurunda, zâtınıza has kudret-i ilmiye ve kemaliye ve nuriye ve irşadiyelerinizle fevkalâde ağır şerait dairesinde lâyenkatı denecek derece sa’y ü gayret ve himmetle çalıştığınıza, melek, felek, Arş, Kürsî, Levh, Kalem, arz, semavat, âlem-i kevn, ins ve cin ve hariçteki ehl-i insan ve İslâm ve bu abd-i âciz, eşhedü billâh ilâ âhiri’d-devran şahid-i dâimî ve ebedîyiz…”
Mektubuna bu samimî duygularıyla başlayan Osman Nuri, dostluklarının gelip geçici olmadığını, aradan geçen bunca zaman ve hadiselere rağmen yarım asırdan beri devam ettiğini ifade etti. Bediüzzaman’ın Mutlâkiyet, Meşrûtiyet ve Cumhuriyet dönemlerinde takınmış olduğu istikametli tavrını takdir ettiğini, neşrettiği Risâle-i Nurun ilim çevrelerinde büyük etki yaptığını, ihlâsın kazanılmasına vesile olduğunu ifade ettikten sonra mektubuna şöyle devam etti:
“Bu aşk ve şevkle Sultan Hamid zamanından beri zâtınızın ve Nur talebelerinizin hukuk-ı umumiye ve hususiyelerinizin hasbeten lillâh müdafaa ve muhafaza ve himayesi için, yakından uzaktan, karınca kudretince, dostluk vecibelerine mânen-maddeten îfâda kusur etmemeye âzamî çalıştım, çalışıyorum ve çalışacağım. Bu halime Hak ve halk ve Nur talebelerinizin bir kısm-ı mühimmi âgâhtırlar. İnşaallah, avn-i Hak ve imdad-ı Muhammediye ile ve cihad-ı asgar ve ekberdeki fî zamanına bî-misal aşk-ı ihlâsiyelerinizle, kariben hak galip, batıl mağlûp olur…
Azizlerin azizi azizim, Kemal-i tazimat ve tekrimatla zât-ı hakîmânelerinizi ve talebe-i Nuriyelerinizi aşk ve şevkle selâmlar ve hatırlar, iki cihanda aziz olmalarını ve olmanızı Hak Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinden tazarru ve niyaz eyleriz…” (Tarihçe-i Hayat, s. 558-59).
Osman Nuri Bey Bediüzzaman Hazretlerini Ankara’da ikamet etmek üzere dâvet de etmekteydi. Bediüzzaman Hazretleri de kendisine bir mektup yazdı: “Aziz Sıddık Kardeşim Osman Nuri, Madem Cenâb-ı Hak, senin kudsî niyet ve ihlâsınla Ankara’da en mühim genç Said’ler senin etrafına toplanmış, madem Ankara’da benim bulunmamı lüzumlu görüyorsunuz, ben de şimdi nafakamla tedarik ettiğim nüshalarımı o küçük medrese-i nuriyeme benim bedelime gönderiyorum. Onların adedince Said’ler, seninle komşu olurlar. Hem fedakâr evlâdın çok fevkinde sadâkatle şimdiye kadar hizmetleriyle her biri birer genç Said olarak beş-on Abdurrahman’larım hükmünde Sungur, Ceylân, Salih, Abdullah, Ahmed, Ziya gibi genç ve çalışkan Said’leri senin yanına hem benim vekilim, hem senin talebelerin olarak benim bedelime o küçücük medrese-i nuriyeye nezaret ve bir nev’i dershane olarak reyinize bırakıyorum…” (Emirdağ Lâhikası s. 288) şeklindeki ifadelere yer verdi.
Bu mektubun dışında da Bediüzzaman Hazretleri Osman Nuri Beyin ismini zikrederek iltifatlarda bulundu; “ Osman Nuri’nin samimî ve fedakârane ve Nur hizmetinde azimkârane mektupların…” (Emirdağ Lâhikası s. 226). “Ankara’da Osman Nuri kardeşimiz oranın bir Hasan Feyzi’si hükmünde Nurlara tesirli hizmet ve benim için hanesi yanında bir menzil yapması ve hastalığım zamanında güya hastalığımın tahfifine Hasan Feyzi gibi yardım eder gibi kendi hastalığına memnun olmasına çok minnettarım.” (Emirdağ Lâhikası s. 279).
Bediüzzaman’ın ehl-i kalb dediği Osman Nuri Bey 1955 yılında Ankara’da vefat etti. Naaşı Cebeci Mezarlığı’na defnedildi.
|
08.06.2007
|
|
|
İslâm dünyasının yarını - V |
3.12. TAKIM RUHU VE ORTAK
AKIL İLE STRATEJİ GELİŞTİRME
Bütün Müslümanların tam bir takım ruhu, kardeşlik ve birlik içinde yaşamaları ve hareket etmeleri gerekir. Güçlü olmanın temel şartı takım olmak, ensar olma bilinci ve ruhu ile yaşamak, birliği, tesanüdü korumaktır. Eğer Müslümanlar ensar olma bilinci ile birlik olursa; İslâm ülkelerini kalkındırmak, imar ve inşa etmek, mazlûmlara yardım elini uzatmak, Müslüman halkları korumak için gerekli fikrî mücadeleyi devletler bazında yürütmek ile pek çok başarıyı elde edebileceklerdir.
Müslüman halklar takım olma şuuru ile medeniyetin iyi taraflarını almalıdır. Bediüzzaman, Batının sefahetine ve toplumları yozlaştıran keşmekeşliğe karşı; “Medeniyet yolunda bizim örnek tutacağımız millet, Japonlardır. Onlar Avrupa medeniyetinin bütün güzelliklerini aldılar. Fakat bekalarının temeli olan millî adetlerini muhafaza ettiler.” diyerek Japon’ları bize örnek olarak gösterir. Günümüz dünyasında gerek eğitimde ve gerekse teknolojide ve diğer bütün alanlarda Japonlar lider konumundadırlar. Millî âdetlerini ve dolayısıyla aralarındaki birliği koruyarak bugünkü üstün seviyeye gelmişlerdir. Bediüzzaman bizi adeta ortaçağ karanlığında tutan ve ilerlememizi engelleyen altı hastalık ve tedavi yöntemlerini göstermiştir;
Ümitsizlik – Ümit
Yalancılık - Doğruluk
Adavet ve düşmanlık - Muhabbet
Nuranî bağları bilmemek – Tevhid-i kelime
İstibdat - İstişare
Şahsî Menfaat – Umumî Menfaat
Bediüzzaman ayrıca; “İslâm dünyası için önemli tehlikenin, “cehalet, zaruret ve ihtilâf” olduğunu. Bunları “san’at, marifet, ittifak” yoluyla yenmek gerektiğini, böylece İslâm dünyasının geçmişteki ihtişamına benzer bir ihtişamın bugün de yeniden inşa edilebileceğini, Müslümanların yeniden dünyaya ışık tutan “kültür ve medeniyet önderi” olmasının mümkün olacağını, buna Asr-ı Saadet, Dört Halife Devri, Emeviler, Abbasiler, Endülüs Emeviler’i ve Osmanlıların en iyi örnek olduğunu belirtir.
Kişisel menfaat endişelerini bir kenara bırakan, farklılıkları İslâmî çerçeve içerisinde hoşgörü ile karşılayan, gücünü ve enerjisini menfiliklere değil, yalnızca Müslümanların ve insanlığın hayrına kullanan, çoğulculuktan yana, uzlaşmacı ve barışçı kültüre sahip Müslümanlar, bu değerleri tekrar hayat prensibi yaparlarsa, İslâm dünyası, 21. yüzyılın en büyük medeniyetlerinden birini kurmada, en güçlü bir aday olacaktır.
İslâm Dünyasının, şu anda içinde bulunduğu durumdan kurtulma mücadelesini vermesi gerekmektedir. İslâm mesajı ve doğru İslâmiyet’in, Batıyı daha çok etkilemesi hepimizin ortak sorumluluğu olmalıdır. Batı dünyası iki yüz yılla yakın bir zamandır, İslâm dünyasında kendi menfaatine olan değişik şekillerdeki fitnelerin icracısı konumunda olmuştur. Böylece İslâm dünyasının merkezî otoritesini yıkmış ve onun bünyesinden küçük devletler çıkarmıştır. Bu devletlere ve yönetici kadrolarına kendi sistem şablonlarını dayatmıştır.
Bütün bunlar, birbirleriyle alâkalı bir planın, bir stratejinin veya bir operasyonun sonucudur ve Müslümanları dar bir daireye sıkıştırmışlardır. İslâm dünyası bu durumdan kurtulmak zorundadır. Gerek Kur’ân-ı Kerim, gerek Peygamber (a.s.m.) ve gerekse çağımızın reçetesi olan Risâle-i Nurlar bize aydınlık bir geleceği müjdelemektedir. İslâm dünyasında ve insanlık âleminde, böyle bir hazırlığın parıltıları doğmaya başlamış bulunmaktadır.
3.13. KAYNAKLARIN DOĞRU KULLANIMI
Bundan insan kaynakları, yeraltı kaynakları ve alt yapı kastedilmektedir. Kaynakların kullanımı doğru bir planlama ve etkin çözüm yolları geliştirilirse, her alanda Müslüman halkların başarılı olmaları daha kolay olur. Toplumun güzelliklerine ve terakkisine sebep, kardeş olma bilinci ve birbirini sevme duygusudur. İnsanların ilerlemelerine engel olan isyanlardan, ihtilâllerden, ayrılıklardan meydana gelen felâketlerin çözüm yolu yine birbirine yardım etmektir. “Bu zamanda İla-i Kelimetullah, maddeten terakkiye mütevakkıftır.” (B.S.N.) Bu da bize maddî noktada kendimizi geliştirmemiz gerektiğini ifade etmektedir. Maddî noktada başarılı olmanın temel ölçütü kaynakları iyi kullanarak az masrafla çok verim elde etmekten ve iyi bir stratejik planlama yapmaktan geçer. Yani, ekonomik iş birliği, kalkınma açısından büyük önem taşımaktadır. Pek çok Müslüman ülkenin acil ihtiyacı, ekonomisinin istikrara kavuşması ve sağlam temeller üzerine oturtulmasıdır. İslâm dünyasında sanayinin gelişimine önem verilmesi, gerekli yatırımların yapılması zorunlu bir ihtiyaçtır. Bunun paralelinde eğitim, ekonomi, kültürel yapı, bilim ve teknoloji bir arada gelişmelidir. Bir yandan çalışma alanları teknolojik olarak geliştirilirken, öte yandan kişilerin eğitim düzeyinin ve kalitesinin artırılması sağlanmalıdır. Toplumlar daha üretken odaklı olmaya teşvik edilmelidir.
İslâm coğrafyasında, stratejik önemi olan birçok yeraltı kaynakları vardır. Ülkemiz bunun en güzel örneklerindendir. Müslüman ülkelerin bu avantajı, enerji yüzyılı olarak adlandırılan 21. yüzyılda daha da önem kazanacaktır. İhtiyaç içinde olana yardım etmek ve sosyal dayanışma Müslümanların önemli özelliklerindendir. Kur’ân-ı Kerim’de pek çok âyette, zekât emredilmiştir. Zekât, sadaka ve adak vermek bunun en güzel çözüm yollarındandır. Toplum içindeki sosyal yardımlaşmanın toplumlar arası düzeyde de yürütülmesi gerekmektedir.
20. yüzyıl boyunca İslâm dünyasının büyük bölümü, daimî bir savaş, çatışma ve istikrarsızlık içinde kaldı. Bu dönem, kaynakların en büyük bir bölümünün savunma harcamalarına ve plansız ve projesiz bir şekilde boşa harcanmasına, ekonomik ilerlemenin neredeyse durmasına, hayat standardının çok düşük düzeye inmesine, hepsinden önemlisi milyonlarca Müslüman’ın hayatına mal oldu. İslâm ülkeleri arasında, kardeş olmanın bilinci ile kurulacak yeni iş birlikleri, rahatlık ve huzur getirecektir. Kaynaklar doğru kullanıldığında İslâm dünyasının yıllardır önemli sorunlarından biri olan ve bütün coğrafyayı doğrudan etkileyen fukaralık ve istikrarsızlıklar da böylece ortadan kalkacaktır.
IV. BÖLÜM
RİSÂLE-İ NUR PERSPEKTİFİNDE GELECEK
İslâm dünyası, ABD veya Avrupa Birliği gibi, içinde barındırdığı toplumlara ve topluluklara farklılıklarını ortaya koymalarına müsaade ederek, kendi içişlerinde serbest; fakat dışarıya karşı yekvücut olmasını sağlayacak bir birlik oluşturmalıdır. Bu şekildeki İslâm Dünyası kendi içinde güvenliği sağlayacağı gibi dünya barışının da güvencesi olacaktır.
Günümüzde İslâm dünyasına hâkim olan birbirinden farklı görüşler, yorumlar ve modeller arasında mutabakat sağlanamamış olması, Müslümanların birlikte hareket etmelerine engel gibi gözükmekle birlikte kısa sürede aşılabilir. Bu beraberlik çağrısı, etnik kökene, ekonomik şartlara ya da coğrafî duruma göre yapılmayacak; ırk, dil ve kültürel özelliklerden kaynaklanabilecek her türlü husûmet bu birliğin çatısı altında ortadan kaldırılacaktır. Bu beraberlik anlayışı, bir toplumun diğerine, bir kültürün ötekine, bir grubun başkasına üstün gelmesine dayalı değil, hepsinin bir diğeri ile eşit olduğu hoşgörü, sevgi ve dostluğa dayalı dayanışma ruhu olacaktır.
Bugünkü şekliyle İKÖ, her ne kadar yukarıda tarif ettiğimiz görev ve vecibelerini yerine getirecek şartlara haiz değilse de, müessese ıslâhı edilerek bu yapıya kavuşturulabilir. Bu mânâda İKÖ’ nün daha etkin ve yararlı hale getirilebilmesi için;
* Öncelikle AB mânâsında bir değerler manzumesi ve üyelik kriterlerine sahip olması gerekir.
* BM, AB ve diğer uluslar arası ve ulusal örgütler ile ilişki içerisinde, İslâm Dünyasının sesi olarak hak ve özgürlüklerini koruma amacı güdülmelidir.
* Kendi üye devletleri arasında daha etkin bir çalışma içerisine girerek, üye ülkeler arasındaki ekonomik-ticarî-ilişkilerin arttırılarak ve turizm canlandırılarak serbest dolaşım hakkının getirilmesi, böylece tearüf ve teavün düsturlarının hayatiyete geçirilmesi temin edilmelidir.
* İslâm dininin doğru anlaşılması için yani “doğru İslâmiyeti ve İslamiyete lâyık doğruluğu” tesis ve temine çalışmalıdır.
* BM. nezdinde 1.5 milyar nüfusu temsil etmesi hasebiyle BM Daimî Güvenlik konseyine üye olunması ve daha etkin bir rol alınması sağlanmalıdır.
İslâm Birliği, temel İslâmî değerleri ve inançları esas almalı, uygulama ve görüş farklılıklarını hoşgörü ve anlayışla karşılamalı, bu farklılıkları bir kültür zenginliğine dönüştürebilmeyi başarmalıdır. Müslüman ülkeler arasındaki bütün ihtilâflar bu merkezde çözüme kavuşturulmalıdır. Kendi iç sorunlarını çözebilen bir İslâm dünyası, diğer medeniyetlerin üyeleriyle yaşayabileceği sorunları da kolaylıkla çözebilecek bir imkâna sahip olacaktır. Bu şekilde bütün Müslümanları birleştiren bir merkezin, ortak politikalar üretmesi ve bu politikaları uygulamaya geçirilmesini sağlaması mümkündür.
Demokratik esaslara ve hukukun üstünlüğü prensibine dayanan merkezî bir İslâmî otoritenin (İslâm Birliği’nin) kurulması, İslâm dünyasının mevcut sorunlarının giderilmesinde çok önemli bir adım olacaktır.
Bin yıldan daha fazla bir zamandır İslâmiyet’i kabul etmiş, altı yüz yıldan daha fazla İslâmiyet’e bayraktarlık yapmış, İslâm ülkelerinin koruyuculuğunu üstlenmiş bir ülke olan Türkiye, elbette daha önce olduğu gibi günümüzde de böyle bir “İslâm Birliği’ne” çok büyük katkı sunacaktır.
Çünkü Türkiye gerek diğer Müslüman ülkelere göre daha demokratik yapısı, gerekse Avrupa ülkelerine ve Orta Doğuya yakınlığı, diğer taraftan Asya, Karadeniz ve Akdeniz ile sınırları olması, yeraltı ve yerüstü zenginlikleri, yetiştirdiği maddî ve mânevî önderleri, bilim ve san’at adamlarının çokluğu ve gerekse halkının tamamına yakını Müslüman bir ülke olması hasebiyle İslâm dünyasının gözbebeği konumundadır. Ayrıca bütün dünyanın da dikkatleri üzerindedir. Evet bir yandan Avrupa Birliğine girme arefesinde olan, öte taraftan İslâm ülkelerine ait birliklerin aktif ve belki de lider konumundaki ülkesi olan Türkiye; İslâm âlemine ve dünyaya çok fazla katkıda bulunacaktır. Böylece bir bakıma Avrupa’nın kapıları Müslümanlara açılacak, Avrupa Müslümanlar ile eskiden olduğu gibi yeniden tanışacak ve önyargılar da ortadan kalkacaktır.
Bediüzzaman Hazretlerinin belirttiği gibi: “Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-ı îmaniyenin kemalatını ef’alimizle izhar etsek, sair dinlerin tabîleri elbette cemaatlerle İslâmiyete girecekler; belki küré-i arzın bazı kıt’aları ve devletleri de İslâmiyete dehalet edecekler.” dir
Kur’ân-ı Kerimin birçok âyeti, Peygamber’in (a.s.m.) hadisleri ve Risâle-i Nur’un ümit dolu müjdeleri önümüzdeki dönemin, dünya Müslümanları için “fecr-i sadık” yani, beklenen gerçek aydınlık dönem olacağını göstermektedir. Bu dönem, yalnız Müslümanların değil, bütün insanların mutluluk içinde yaşayacakları yepyeni bir “Huzur Çağı” döneminin başlangıcı olacaktır. Şu anda içinde bulunduğumuz konum ve şartlar ne olursa olsun ümit varız. Bu sebeple içinde bulunulan mevcut durum biz Müslümanların ümitsizliğe düşmelerine değil, tam tersine şevk ve heyecanlarının artmasına aracı olmalıdır. Bu şevk ve heyecan, ülkemizden başlayarak bütün dünyaya yayılmalıdır.
Dünyada yaşanan gelişmeler, İslâm dünyasını çok büyük ve önemli değişimlerin beklediğini açıkça göstermektedir. İslâmiyet, dünya gündemini birinci sırada işgal etmektedir. İnsanlığın dikkati Müslümanlığa ve Müslümanlara çevrilmiştir. Gelecek aydınlık günlere erişmek için Risâle-i Nur Talebelerinin daha da çok çalışması gerektiği ortadır. Ayrıca bütün dünya Müslümanlarının ortak görev ve sorumluluğudur. Bediüzzaman’ın ifadesiyle; beş yüz yıla yakındır uyuyan İslâm âlemi artık uyanmalı ve; “Ümitvar olunuz. Şu istikbal inkılabâtı içinde en yüksek gür seda, İslâmın sedası olacaktır.” müjdesine nail olunmalıdır.
Evet, dünyaya ışık tutacak, Müslümanlara ve bütün insanlığa güzellik sunacak, yeryüzüne adalet ve barış getirecek o büyük İslâm Medeniyetinin yeniden yeşerip, Fazilet Medeniyetine ulaşılması ve Bunalım Çağının kapılarının kapanıp Huzur Çağının kapılarının açılması bütün Müslümanların ortak duâsıdır.
|
08.06.2007
|
|
|
SORU-CEVAP |
Soru: Sekizinci Şuâ’da geçen; “İmam-ı Ali’nin (r.a.) en mühim ve en müdakkik üveysî bir şakirdi ve İslâmiyetin en meşhur ve parlak bir hücceti olan Hüccetü’l-İslâm İmam-ı Gazâlî (r.a.) diyor ki: “Onlar vahiyle Peygambere (a.s.m.) nazil olduğu vakit, İmam-ı Ali’ye (r.a.) emretti, ‘Yaz’; o da yazdı, sonra nazmetti.” (s. 635) cümlesini açıklar mısınız? Vahiy sadece Kur’ân’dan ibaret değil mi?
Vahiy Allah’ın varlıklara konuşmalarının bütününü içine alan bir kavramdır. Vahyin pek çok mertebeleri vardır. Peygambere gelen vahiyler her şeyden önce ikiye ayrılır: Birincisi “Vahy-i Metluv” yani okunan ve ibadet amacı ile okunan ferman-ı İlâhi olan vahiydir ki bu Kur’ân-ı Kerimdir. Bunun hem lafzı hem mânâsı Allah’a aittir. İkincisi, okunmayan ve kendisi ile ibadet edilmeyen vahiydir ki buna “Vahy-ı Gayr-i Metluv” adı verilir. Bunlar “Kutsî Hadisler”dir. Bunun mânâsı Allah’tan, sözleri ise peygamberdendir. Kutsî hadisleri, Peygamberimiz (a.s.m.) “Allahu Teâlâ buyuruyor ki: Ey Kullarım! Ey Habibim!” diye rivayet ederek bize haber vermiştir. Bunun bir alt mertebesi ise Peygamber ilhamıdır ki, onun bütün sözleri olan diğer hadislerdir. Yüce Allah Peygamberimiz’e (a.s.m.) ait olan bütün sözlerin “O peygamber hevasından konuşmaz. O ancak kendisine vahyolunanı söyler.” (Necm, 53:3–4) ayeti ile bize bildirmiştir. Bu âyet peygamberin bütün sözlerinin vahiyden kaynaklandığını ve bir derece vahiy olduğunu bildirmektedir.
Kur’ân-ı Kerim’de, Allah’ın bütün konuşmalarına vahiy denmiştir. Bu açıdan vahiy sadece Kur’ân âyetlerinden ibaret değildir. Vahiy, bir şeyin gizli ve hızlı bir şekilde bildirilmesi demektir. Kur’ân’da peygamberimize ve bütün peygamberlere Allah’ın vahyettiği bildirilir. Bununla birlikte Hz. Musa’nın annesine vahyedildiğine dair bir âyet vardır. Burada vahiy, ilham mânâsındadır. Kasar Sûresi 7’inci âyette bu mânâyı görmek mümkündür. Aynı zamanda Hz. İsa’nın Havarilerine vahyedildiğinden bahsedilir ki, bu da ilham mânâsındadır. (Maide, 111) Ayrıca Nahl Sûresi 68’inci âyette arılara da vahyedildiği bildirilir. Bu âyette arıya bal yapmasını Allah’ın öğrettiği kastedilmiştir. Yani âyette geçen vahiy tabiri Cenâb-ı Hakk’ın hayvanlara ilhamını ifade etmektedir.
Sonuç olarak İmam-ı Gazali’nin (r.a.) “ Onlar vahiyle Peygambere (a.s.m.) nazil olduğu vakit, İmam-ı Ali’ye (r.a.) emretti, ‘Yaz’; o da yazdı, sonra nazmetti.” ifadesi ise şöyle anlaşılabilir.
Kur’ân-ı Kerim, Cenâb-ı Hakk’ın mânâsı ile birlikte lâfzını da vahyettiği mukaddes kitabımızdır. Bu yüzden beşer kelâmına benzemez. Ancak, Hadis-i Kutsiler, Peygamberimiz’e (a.s.m.) mazmun dediğimiz anlam ve içeriğinin vahiy olduğu, lâfzının ise Peygamberimiz (a.s.m.) tarafından söylendiği sözlerdir. Bunun sebebi, Kur’ân ile Kur’ân-ı Kerim’i açıklayıcı mahiyetteki hadislerin birbirine karıştırılmasıdır. Hz. Ali Efendimiz’e (r.a.) yazması emredilen vahiy, içeriği vahiy olan, lâfzı Peygamberimiz (a.s.m.) tarafından giydirilmiş olan vahiydir.
Peygamberimiz (a.s.m.) ise Allah’ın lutfu ve ihsanıyla Arapların en fasih söz söyleyenidir aynı zamanda. Bu yüzden Kutsî hadisler, Cevşen, Celcelutiye ve hadisler Kur’ân’ın mertebesine yetişemese bile farklı bir güzellik, vecizlik ve belâgat parıltılarını taşımaktadırlar.
[Risâle-i Nur Enstitüsü | Soru&Cevap Köşesi]
-Tel: +90 212 513 1110-
http://www.risâleinurenstitusu.org
|
08.06.2007
|
|
|
|