Katı yapıların genel karakteri, bulunduğu alanı net kuşatmak ve başkaları ile birlikte olamamaktır. Oysa uzlaşma, kişilikli esnekliği gerekli kılmaktadır. Yükseltilmeye çalışılan memleket tansiyonunda, benlikler ve kısır çekişmeler bir tarafa bırakılmalı, vatanın selâmeti ve İslâmın barış zemininde huzur ve emniyet dolu bir dünya için elbirliği içine girilmelidir.
Ortaklık ve dayanışma, aynı maksat etrafında birlik fıtratın gereği. Ancak hayat ve fıtratların imtihanı, şuur sahiplerinde irade ile birliktelik ve ortaklık ruhunu zorlaştırıyor. Bu noktada, ruhların şeffaflaşmasına ve aslına dönmesine şiddetle ihtiyaç var. Son günlerde en çok sıkıntı yaşanan konulardan biri, uzlaşma olsa gerek. Bu, aslında fertlerin kendi doğruları konusundaki katılıklarından kaynaklanıyor olmalıdır. Katı yapıların genel karakteri, bulunduğu alanı net kuşatmak ve başkaları ile birlikte olamamaktır. Oysa uzlaşma, kişilikli esnekliği gerekli kılmaktadır. Yükseltilmeye çalışılan memleket tansiyonunda, benlikler ve kısır çekişmeler bir tarafa bırakılmalı, vatanın selâmeti ve İslâmın barış zemininde huzur ve emniyet dolu bir dünya için elbirliği içine girilmelidir.
Fertler ve toplumlar arasında uzlaşmanın temel yolu, doğrular ve yanlışlar konusunda bir esneklik içinde muhatabiyet olmalıdır. Gerçek boyutu ile algılanan varlık âleminin özünde bu esneklik zaten mevcuttur. Belki de ferdî planda ve sosyal hayatta barış, varlığın genel ritmine, zerrelerden yıldızlara uzanan fıtrî ahenge uyum sağlamaktan geçmektedir. Kâinatın ömrü içerisinde bir kesiti teşkil eden insanlık, yeryüzünde bulunduğu sürece muhtemelen hep bu uyumun arayışı içinde olmuştur. Uyumun yakalanabildiği durumlar ve zamanlar güzellik kavramının içinde ele alınmıştır.
Ferdin anlık ruh halinin algıladığı her hangi bir nesne ya da olayın güzel veya çirkin tanımlama açısından çok önemi olmalıdır. Aynı iki olay, farklı ruh halleri ile farklı şekillerde tanımlanabilir. Bu ve benzeri şartlar içerisinde, güzelliğin mutlak tanımı ya da mutlak güzelliğe ulaşma imkânı maddî âlemde ve varlıklar planında pek mümkün gözükmemektedir. İnsan-oğlu mülk âlemine geldikten sonra, beyin ve algıların gelişimi ile varlık âleminin işleyiş kurallarına muhatap oluyor. Bu çerçevede iyi-kötü, güzel-çirkin, doğru-yanlış gibi tanımlamaları öğrenmektedir. Bu şekilde mülk âlemini tanımlayan insanın, bu âleme muhatap oluşunun çerçevesi çizilmekte ve bu çerçeve içinde yaratılışın asıl gayesi olan Hâlık-ı Âlem’i tanıyıp, O’na muhatap olma ve sevgiyle, samimiyetle yönelme sonucu hedeflenmektedir. Bu sonun gerçekleşmesi yolunda kâinat denen zemin, insanın idrakine göre hazırlanmış ve mülk onun sınırlı algılarına mânâ ifade edecek tarzda şekillenmiştir.
İnsanlar genellikle esbab âleminin sınırlılığında ve darlığında varlıkları anlamak konumunda oldukları için, Hâlık-ı Kâinatı da bu yapı içerisinde idrak etmeye çalışmanın doğurduğu problemleri sıklıkla yaşamaktadırlar. Zaman ve mekândan münezzeh, dolayısıyla zaman ve mekân içinde yapılmış tanımların dışında olan O Zât-ı Mukaddes’i maddî boyutun değer yargıları ile anlamaya çalışmak O’nu maddî âlemin darlığında görmeye çalışmak ve sebep sonuç ilişkileri içinde anlamaya çalışmak gibi büyük bir yanlıştır.
Varlık âleminin başlangıcında iyiyi ve kötüyü tanımlayan kudret, zamanın her bir anında, aynı tanımlamalara devam ediyor ve tanımlar O’nun istekleri doğrultusunda şekilleniyor olmalıdır. Başlangıçta her şey nasıl O’nun ilmi, iradesi ve isteği doğrultusunda bir değer almış ve kıymet ifade eder hale gelmişse, aynı şey, zamanın en küçük dilimlerinde de geçerlidir. Her şey genel bir değerlendirmenin yanında, ânda da, yani zamanın en küçük dilimlerinde de ezelî irade doğrultusunda yeniden kıymet almakta ve bir değer ifade etmektedir. Bu değerlendirmeyi yapan Adil-i Mutlak herhangi bir şeyin bağlayıcılığı ve sınırlılığı altında değildir. Maddî boyutta çirkin olarak gözüken bir şey O’nun güzel demesi ile güzelleşir, aynı şekilde maddî âlemin en güzeli sadece O’nun çirkin demesi ile çirkinleşir. Eşyanın aslî değerlerini ve esas kıymet-i harbiyesini belirleyecek olan yalnızca İlâhî hükümdür. Çünkü, bütün vasıfları her anda ve zamanın bütününde tanımlayan, değer atfeden ve kıymet veren O’dur. Nefsü’l-emiri de esas olarak belirleyen o irade ve Rabbü’l-Âlemîn’in kabulleri ve yüklediği değerlerdir.
Bu açıdan bakıldığında, gerçek taassup, varlığın kendinden kaynaklandığı vehmiyle yüklenen değerlerde ısrarcılıktır. Her gün yeniden şekillenen varlık tablosunda, güzellik ve doğruluğun da yeniden şekillendirilebileceğini hep nazarda tutmak ve önümüze çıkan verilere bu esneklik içinde bakmak, eşyaya uyum içinde muhatap olabilmenin temel şartıdır. Bu esnekliğin bugünkü sosyal yaşantıya yansıması, demokrasi kavramı ile uyumlu gibidir. Bu anlamda demokrasinin âlemin fıtrî ritmine en uygun idare şekli ve toplumların şekillenmesinde şu ana kadar karşılaşılan rejimlerin en uygulanabiliri olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
Varlık âleminde her şeyin en doğru ve genel ile ahenkli olanı fıtrî olanıdır. Bu çizgi yakalandığında ferdî ve sosyal mutluluk da elde edilmiş olacaktır. Belki de doğruları bulmak için yapılması gereken tek şey, fıtratın sesini dinlemektir. Çünkü fıtrat hep doğrunun yanında yer alıyor ve sesi dinlenebildiğinde hep doğruları hissettiriyor. Aslında toplumlar ve milletlerin de, fıtratın sesini dinlemeye ve ortak ruhun hissedilmesine ihtiyaçları var. Belki de kavgaların ve kısır çekişmelerin ilâcı bu. Her şey gibi, milletler de aslına dönünce güzelliğini ve olması gereken fıtrî halini yaşıyor.
|