|
|
|
Asıl hedef Avrupa |
Türkiye’nin gündemine damgasını vuran cinayetlerin ortak bir noktası var. Bu katiller sadece Türkiye’de korku ve güvensizlik yaratmaya çalışmıyor, Batı ile Türkiye’nin arasını açmayı, Türkiye’yi Batı’dan tamamen koparmayı da hedefliyor.
Önce bir Katolik rahibin öldürülmesi, ardından Ermeni Soykırımı’nı savunan bir Ermeni gazetecinin gazete kapısı önünde ensesinden vurulması, şimdi de Malatya’da üç Evangelist’in hunharca öldürülmesi...
Hepsi hem ülke sınırları içinde, hem de Avrupa’da geniş yankı uyandıran olaylar.
Son cinayet işleniş tarzı itibariyle, Taliban’ın kafa kesme eylemlerini hatırlatır nitelikte olduğu için Batı basınında büyük yankı buldu.
Önceki gece biz “Son Baskı” programını yaparken İtalyanlar RAI’de hararetle bu konuyu tartışıyordu.
Tartışmaya da devam edecekler.
Çünkü amaç özellikle Avrupa’daki Türkiye karşıtı havayı yoğunlaştırmak.
Eylemler bu hedef doğrultusunda devam edebilir, hiç kuşkunuz olmasın.
Asıl korku Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olması kadar, Türkiye’nin AB sürecine devam etmesi.
O zaman kendi güçlerinin sona ereceğini açık biçimde görüyorlar.
Türkiye’de gerek etnik, gerek inanca ilişkin farklılıkların bir arada var olmasından rahatsızlar.
Devletin etnik köken ve inanç açısından tertemiz olması gerektiğine inanıyorlar.
Dışa açılan, büyüyen, gelişen, kalkınan bir Türkiye’nin kendi hedefleriyle çeliştiğini net biçimde görüyorlar.
Bunun için mesajı net eylemler yapıyorlar.
Geçmişte Ermeni nüfusunun yoğunluğu bilinen Malatya’nın eylem yeri olarak seçilmesi bu yüzden.
Papa’yı vuran Ağca’nın Malatyalılığı’na tüm dünya basınının vurgu yapacağının farkındalar.
Eylemin tabanca veya bir başka aletle değil de, kurbanların boğazları kesilerek yapılması da bu yüzden.
Batı’nın gözünde Türkiye’yi Taliban’la, El Kaide ile özdeşleştirmek, ülkeyi koyu bir yalnızlığa itmek istiyorlar.
Sonra kendileri gibi düşünmeyen, kendilerinden farklı olanlarla hesaplaşmaya gelecek sıra.
Bu cinayetler, bazılarının ileri sürdüğü gibi üç-beş lümpen gencin bir araya gelip gerçekleştirdiği eylemler değil.
Bu gençler 28 Şubat’ın Aczmendiler’i gibi kullanılıyor.
Dünyaya “Türkiye şeriata gidiyor. Bunların aramızda yeri yok” dedirtmenin maşaları onlar.
Bu cinayetler belirli bir merkezden yönetilen, hesabı ve amacı kesin olan eylemler.
Her eylemde kurbanın bir dış bağlantısı olması tesadüfi değil.
Her seferinde tetikçilerin yakalanması bile görülen o ki, bir planın açık parçası.
Kurbanlar ve öldürülüş biçimleri değişse de, amaç aynı gelişimi durdurmak.
Oysa dünya tarihi bunun imkansız olduğunu bize gösteriyor.
Sabah, 20 Nisan 2007
|
Ergun BABAHAN
21.04.2007
|
|
|
İşte eseriniz gururlanın... |
Ne bekliyordunuz ki? Malatya’daki olay çok mu şaşırttı sizi? Hiç şaşırmayın. Bu çocukları büyüten, yetiştiren, birer ‘ölüm makinası’na dönüştüren bir ideolojik iklim hakim bu ülkede.
Neredeyse bir aydın mazmunu haline geldi; Türkiye sömürgeleştiriliyor, vatan toprağı satılıyor, misyonerler ülkemizde cirit atıyor, din elden gidiyor, Sevr hortluyor...
Bu mazmunlardan biri, Allah sıhhat afiyet versin, Rahşan Ecevit hanımefendiye aitti; dinsellikle ne ölçüde kesiştiğini bilemediğimiz bu hanımefendi, durmuş durmuş, bombasını patlatmıştı: ‘Din elden gidiyor.’
Nereye baksanız, vatanın tehlikede olduğuna ilişkin ‘yüksek düzeyden’ bir uyarı...
Paşam da her hafta canlı yayında buna benzer şeyler söylüyor...
Özelleştirme adı altında iştiraklerimiz yabancılara devrediliyormuş, memleket karış karış satılıyormuş, kendi vatanımızda sürgün durumundaymışız... Bütün bu ihanet girişimleri de, AB hedefini ulusumuza dayatarak ‘yabancıları’ farklı ve üstün bir konuma oturtan AK Parti’nin başının altından çıkıyormuş.
*
Hatırlarsanız, önce ‘yabancı vakıflar’ yatırılmıştı masaya.
Sonra ‘misyonerlik’ faaliyetleri, sonra ‘Varlık Vergisi’ni konu edinen film çerçevesinde azınlıklar, sonra ‘Pontus’ meselesi, sonra Avrupa Birliği... ‘Uyum yasaları’ derken, kendi küllerinden nur topu gibi bir ‘yabancı düşmanlığı’ sorunumuz oldu.
Amaç ne?
Amaç, belli ki, içe kapanmanın ideolojik altyapısını oluşturmak.
Daha da vahimi şu:
Vaktiyle devlet eliyle Avrupa Birliği sürecine itip bu ‘illüzyon’a inanmamızı isteyenler, şimdi de ‘demokratikleşme’ye karşı vatanseverler cephesinde yer almamızı bekliyorlar...
Maocuların yayın organı, birkaç yıl önce, eski bir MGK Genel Sekreteri’nin tartışma yaratan sözlerinden yola çıkarak, basındaki ‘vatan hainleri’nin dökümünü yapmıştı.
Demokratikleşmeyi savunuyorsanız, vatan hainisiniz.
Özgürlükleri ve azınlık haklarını savunuyorsanız, vatan hainisiniz.
Hukukumuzun AB standartlarına uygun hale getirilmesini savunuyorsanız, vatan hainisiniz.
Özelleştirmeyi ve serbest piyasa ekonomisini savunuyorsanız, vatan hainisiniz.
Ülkenin darbe şartlarından uzaklaştırılması gerektiğini savunuyorsanız, vatan hainisiniz.
*Sözü, Malatya’daki olaya getirmek istiyorum.
Rahip Santoro ve Hrant Dink cinayetleriyle akrabalık taşıyan bir olay bu.
Haftalarca boş boş, olaya karışan gençleri tartışacağız, terörü ve yabancı düşmanlığını telin edeceğiz, bu cinayetlerin Türkiye’yi istikrarsızlaştırmak isteyen şer odaklarının işi olduğunu yazacağız.
Bazılarımız günah çıkaracak.
Bazılarımız üzülmüş gibi yapacak.
Fakat hiçbir şey değişmeyecek.
İki ay önce kaleme aldığım yazının, bugün geçerliliğini aynen koruduğunu üzülerek müşahade ediyorum.
Buyurun, okuyalım:
Bundan sonra asıl, bize bu ‘cinnet ortamı’nı, bu provokasyon iklimini hazırlayan şeyi, karşılıklı milliyetçilik yarışını, ehl-i hamaseti, ehl-i habaseti, ‘ulusalcılık’ payandasıyla kendini meşrulaştıran ‘entelektüel şiddeti’ tartışmalıyız.
Hemen aklıma, resmi çerçeve dışına çıkanları ‘fesatlık’la suçlayan şair entelektüel geliyor.
Sonra, ‘tarihçi’ olduğunu öne süren ama farklılıklardan ruh gibi tırsan birtakım karanlık adamlar. Entelektüel zihin faaliyetini şiddetle bastırmaya çalışan işsiz avukatlar. Mahkeme önü nümayişçileri...
Bu ‘şiddet ortamı’nı biraz da onlar hazırladı.
Daha da acısı şu:
Demokratikleşmeyi savunuyorsanız, meselelerimizin suhuletle, konuşarak, medeni insanlara yakışır bir çerçevede halledilmesi gerektiği görüşündeyseniz, bundan sonra siz de onların hedefindesiniz.
Star, 20 Nisan 2007
|
Ahmet KEKEÇ
21.04.2007
|
|
|
Paranoya kimlerin eseri? |
(...)İki gündür yapılan açıklamalarda Malatya’daki korkunç infazların sorumlusu olarak, tıpkı Rahip Santoro ve Hırant Dink cinayetlerinde olduğu gibi, “Malum” adresler gösteriliyor: “Karanlık güçler”, “Türkiye’yi bölmek isteyen dış mihraklar”. Ve de onların kandırdığı maşalar...
Tabii hiçbirinde bu zehirli ortamın elbirliğiyle oluşturulduğu, bu “Paranoya”nın ortak eserimiz olduğu ima bile edilmiyor. Biz hatırlatalım:
“Türkiye’de faaliyet gösteren misyonerler nüfusun yüzde 10’unu 2020 yılına kadar Hıristiyanlaştırmayı ve 1 milyon İncil dağıtmayı hedefliyor. Türkiye’nin jeopolitik konumu misyonerlik faaliyetleri için çok önem taşıyor.” (MGK’ya sunulan TSK raporu
“Kiliseler apartman katlarına kadar yayıldı. Vatandaşlarımız kah ikna, kah çıkar sağlanarak Hıristiyan yapılıyor. AB’ye gireceğiz diye din elden gidiyor. Önlem alınmazsa ülkemiz parçalanacak.” ( Rahşan Ecevit )
“Tarihte olduğu gibi günümüzde de aynı güçler (Haçlılar), İslam’ı çıkarları ve egemenlikleri karşısında en büyük engel gördükleri için, insanlarımızı bu dinden koparmak için planlı ve organize bir şekilde çalışıyorlar.” (Diyanet’in tüm camilerde okuttuğu hutbe)
“Türkiye’de 3.5 yılda 40 bin kilise ev açıldı. Türkiye’de bu kadar Hıristiyan yok. Amaç çocukları Hıristiyan yapmak.” (BTP lideri Prof. Haydar Baş)
Hiç kimse masum değil
“Doğu ve Güneydoğu’da misyonerlik hız kazandı. Amaçları başka. Türk bayrağı altında, Türk toprakları üzerinde, tek vatan, tek bayrak, tek kitap, bir Allah diye yemin ettik.” ( BBP lideri Muhsin Yazıcıoğlu )
“Misyonerler Türkiye’de 5 milyon kitap basacak parayı nereden buluyorlar? Ayrıca bu ülkede 5 milyon Hıristiyan mı var? Oyun basit: Gençleri kuklalaştırarak ülkeyi içerden çökertmek.” (Prof. Oktay Sinanoğlu )
“Misyonerlerin amacı Türk insanının milli direncini kırmak. Bu kadar nüfusu Anadolu’dan atmak mümkün olmadığı için, Türkler’i dönüştürme kararı alındı. Atatürk zamanında, 1929’da kurulan Misyonerleri Kovma Derneği benzeri bir dernek kurduk. Tüm vatandaşlarımız misyonerliğe karşı örgütlenmeli. “ (Prof. Zekeriya Beyaz )
“Misyonerler insanımızı sadece dininden değil dilinden, kültüründen, devletinden, bayrağından, örfünden, adetinden soğutmayı amaçlıyor ve beşinci kol faaliyetinde bulunuyorlar. Yurtdışı uzantıları olan bu faaliyet ulusal güvenliğimizi de ilgilendiriyor.” (Araştırmacı Aytunç Altındal )
Bunlar TV kanallarıyla dalga dalga yurda yayılan yüzlerce, binlerce açıklamadan sadece birkaç örnek. Daha “Türkiye’de 400 bin misyonerin cirit attığını” söyleyen var, “Açılan kilise sayısının 50 bini geçtiğini” iddia eden var, “Dağıtılan İncil sayısı 10 milyonu aştı” diye feryat eden var.
Böyle akla-mantığa sığmayan rakamlar eşliğinde, “Din elden gidiyor”, “Ülke içerden çökertiliyor”, “Vatan büyük tehdit altında” çığlıklarıyla paranoya ortamı yaratılırsa olacağı bu. Ne diyor Malatya canavarlarından biri: “Din elden gidiyor diye öldürdük. Vatan için yaptık.”
Hiç kimse elini yıkayıp bir kenara çekilmesin. Bu canavarları biz yarattık.
Sabah, 20 Nisan 2007
|
Erdal ŞAFAK
21.04.2007
|
|
|
Bir geleneğin uyanışı |
(...)Suçlunun değil, suçluyu deşifre edenin peşine düşülmesini o kadar sık yaşıyoruz ki artık skandal olarak bile görmüyoruz galiba. Oysa Nokta’nın yayını dolayısıyla hukuk cephesinde yaşananlar gerçek bir skandal.
Nokta, Genelkurmay’ın hazırladığı akreditasyon listesini yayınlıyor; askeri savcılık pür telaş listenin nasıl sızdırıldığını araştırmaya girişiyor. Utah’a mı gitti, Utah’tan mı geldi, derken yapılan işin kendisi, yani devletin bir kurumunun, basının bir kısmını “ordu yanlısı” bir kısmını “ordu karşıtı” diye kategorize edip ona göre farklı tutum alması gibi vahim bir girişim güme gidiyor.
Ertesi hafta yayınlanan Darbe Günlüğü’nün başına gelen de farklı değil. Bu vesileyle bu ülkede darbe hazırlığı yapmanın değil de darbe girişiminin günlüğünü yayınlamanın suç sayıldığını ve soruşturulmaya değer görüldüğünü öğrenmiş bulunuyoruz.
Arkasından 2004’te Genelkurmay’da hazırlanan “STK’larla işbirliği” belgesi geliyor. Belgede Genelkurmay’ın kamuoyunu etkileme, yönlendirme konusunda hangi sivil toplum kuruluşlarıyla işbirliği yapabileceğine, STK’ların nasıl kullanılabileceğine dair bir çalışması anlatılıyor. Biz tam, inşallah bu defa birileri çıkar da; “nedir bu rezalet; ordu değil, siyasi parti mübarek” diye isyan eder diye beklerken yine aynı şey oluyor; askeri savcı yine haberin kendisini bırakıp yayınlayanların peşine düşüyor.
Hem de ne düşüş! Sanki çatışmaya girmiş bir terör çetesini yakalamaya gidiyormuşçasına, 50 polisle dergi binasını basıp dergi çalışanlarını duvar dibine diziyor, bilgisayarlara el koyup bütün binayı 72 saat didik didik arıyor. Ne arıyor? Haber kaynağını...
Oysa Alper kaç defa açıkladı kaynaklarını... Devletin bütün kurumlarında çatlaklar, birbirleriyle mücadele eden klikler, gidişattan memnun olmayan gruplar olur ve bundan sonra da olacaktır—iyi ki de olacaktır; ya devlet dediğimiz yekpare bir bütün olsaydı ne yapardık—ve bu çatlaklardan sızan haberler gerçeğin peşinde olan, yeterli cesarete sahip gazetecilere her zaman ulaşacaktır. Haberleri sızdıranların niyeti ne olursa olsun, bu bilgiler iyi gazetecilerin elinde toplumun gerçeği, hiç değilse gerçeğin bir kısmını anlamasına hizmet edecektir.
Bugün, 20 Nisan 2007
|
Gülay GÖKTÜRK
21.04.2007
|
|
|
Lânetlemek yetmez… |
İlk ifadelerinde “Bunu vatan için yaptık” demişler; acaba kast ettikleri hangi vatan? Akılları yerindeyse, Malatya’da üç kişiyi boğazlayarak öldüren cânilerin, bir ‘vatana’ yapılabilecek en büyük kötülüğü ettiklerini anlamaları gerekirdi.
Olayın ‘din’ motifi eylemi makbul kılmıyor, tam tersine daha da menfur hale getiriyor. İster yabancı uyruklu ister Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olsun, farklı bir dine inanan insanların öldürülebileceği nereden çıkıyor? Dinine önem veren insanlar başka dinden insanların boğazlarını kesmez, onlarla ülke refahı ve dünya barışı için dayanışma içerisine girerler…
Peki ya ‘boğazlamak’ nereden çıktı? Hayvanların öldürülmesi sırasında bile haddini aşmamayı ölçü olarak koyan bir inanç sistemi, İslâm’da olduğu gibi, ‘insanın canını almayı’ en lânetlenecek eylem olarak görecektir elbette. Dünyanın ancak şimdilerde yakaladığı evrensel ölçü İslâm tarafından 1400 yıl önce belirlenmiştir: “Bir insanı öldüren bütün insanlığı öldürmüş gibidir…”
Aklı başında, inanç sahibi bir insanın aklından bile geçiremeyeceği vahşeti eyleme dönüştürenler kimler tarafından yönlendirilmiş, vicdanların asla kabul etmeyeceği türden bir yöntem akıllarına nasıl sokulmuş, ne tür güdülerle avları üzerine salınmışlardır? Bir de utanmadan ‘vatan için’ gerekçesi ardına sığınıyorlar…
Trabzon’da Rahip Santori öldürüldü… Ardından Danıştay’a baskın düzenlendi… Hrant Dink’in güpegündüz suikasta uğraması “Bu son olsun” dileklerini gündeme getirdi… Şimdi de Malatya ve Hıristiyan oldukları anlaşılan üç kişinin boğazlanması… Bu eylemlerin hepsi de ortak özellikler taşıyorlar…
O özellikleri görmek için eylem-ertesi çıkan gazetelerin manşetlerine bakmak yeterli: Dört eylemin dördünden sonra da aynı çevreler suçlandı. Oysa yukarıda sayılan eylemlerin dördü de en fazla o suçlanan çevrelerin şiddetle karşı çıktığı, her şey olup bittikten sonra yine en çok onları olağanüstü olumsuz etkileyen eylemlerdir.
Bütün bunlar önemsiz ayrıntılar; önemli olan tek nokta bundan sonra ne olacağıdır. Bütün olaylarda kâtiller namluları tüterken, bıçakları elinde yakalanıyorlar. Rahip Santori’nin kâtili de, Danıştay saldırısını düzenleyen avukat da, Hrant’ı öldüren ile azmettiricileri de yakalandılar; tıpkı Malatyalı kâtillerin de olay yerinde ele geçirilmeleri gibi… Sonrasını da biliyoruz: Trabzon merkezli eylemlerde gençleri motive edenler üzerinde fazla durulmadı… Danıştay baskınını gerçekleştiren ve Cumhuriyet gazetesini bombalayan çetenin bir sonraki irtibatları üzerine gidilmedi… Hrant Dink’i öldürenlerin ipliği pazara çıktı, ama kuklacıları görmezden geliniyor…
Yaza yaza kalemimizde mürekkep kalmadı: Türkiye, aslında istikrarını bozma amaçlı bir büyük saldırının muhatabıdır ve bütün eylemleri birbirine bağlayan uçlara ulaşılamadıkça kimsenin huzur içinde hayatını sürdürmesi mümkün değildir. Ülkeyi yaşanılır hale getirmenin yolu ise, hiç kuşkunuz olmasın, eylemlerin üzerine gitmekten geçiyor. Bunu sağlamanın yolu da, geçmişten bugüne işlenmiş bütün siyasî cinayetlerin dosyalarının teslim edileceği ‘Ulusal Güvenlik Bakanlığı’ adıyla yeni bir bakanlık kurmaktır…
Rahip Santori öldü, bu teklifi seslendirdik; aynı teklifi Danıştay saldırısı ve Hrant Dink suikastından sonra daha güçlü tekrarladık. Malatya’da işlenen hunharca cinayetler aynı teklifi bir daha hatırlatmamızı gerektiriyor. Doğruya ulaşmak için daha ne tür eylemlerle karşılaşmalıyız?
Hunhar cinayetleri kınamak, lânetlemek yetmez; toplum olarak sık sık böyle büyük şoklarla karşılaşmanın önüne ancak eylemcilerin arkasında gizlenen kuklacılara ulaşılarak geçilebilir.
Yeni Şafak, 20 Nisan 2007
|
Fehmi KORU
21.04.2007
|
|
|
|