|
|
|
Geliyorum diyen provokasyon! |
Türkiye, tam cumhurbaşkanı seçimlerine kilitlenmişken Malatya’da üç kişinin ölümüyle sonuçlanan menfur bir olayın haberiyle sarsıldı. Gerçi “sarsıldı, şok, bomba” vb. sıfat ve tanımlamaların herhangi bir etkisi kalmadı.
Herkesi sarsıntıya uğratacak bir olayın vukuu günler öncesinden haber veriliyor, sahiden de “zamanı gelince” vuku buluyor. Birinci derecede hayret edilecek ve elbette “bu nasıl olur?” diye sorulacak konu budur.
Hrant Dink’in öldürülmesinden sonra “yeni ve daha büyük provokasyonlar”ın gelmekte gecikmeyeceği söylendi. Ben inandım ve beklemeye koyuldum. Dendiği gibi oldu, “ses getirici” bir “provokasyon” daha tertiplenip sahneye konuldu. Malatya’da üç kişinin boğazlarının kesilerek öldürülmesi haberi haftalar öncesinden haber verilen provokasyondan başka bir şey değil.
Bizimle eşzamanlı olarak Fransa da cumhurbaşkanı seçimlerine gidiyor. Sarkozy, Bayrou ve Royal arasında büyük bir çekişme var. Fakat bizdeki gibi, “rejim, rejimin niteliği, cumhuriyet, devletin bekası” vb. konular tartışılmıyor. Başkan adaylarının gündeminde sahici sorunlar var: Ekonomik durum, Fransa’nın AB içinde ve AB karşısındaki tutumu, küreselleşmenin getirdiği sorunlar, yabancıların-göçmenlerin durumu vs. Müslümanlar üzerinden Avrupa ve özellikle Fransızlar bir kimlik tanımlaması yapmaya çalışıyor; ama kimse “şu veya bu aday seçilirse cumhuriyet tehlikeye girecek” demiyor; bizdeki gibi on binlerce kişi meydanlara çıkıp “biz bu görüşten olan birinin cumhurbaşkanı olmasını istemiyoruz, demokrasinin buna izin veren kurallarını tanımıyoruz” demiyor. Yine bizdeki gibi, haftalar öncesinden “bekleyin, cumhurbaşkanı seçimleri yaklaştıkça büyük provokasyonlar olacak” siparişi verilmiyor.
Dünya medyasının konuyu nasıl ele alacağını, dünya kamuoyuna Türkiye’yle ilgili hangi imaj ve algı türlerini pompalayacağını tasavvur edin: “Türkiye, gayrimüslimlerin hayatlarının güvence altında olmadığı bir ülke” olarak lanse edilecektir. Papa’ya suikast düzenleyen Mehmet Ali Ağca’nın memleketi Malatya’da misyonerlik faaliyeti içinde bulunan üç kişi boğazları kesilerek öldürülüyor. Bir süre önce Ermeni Hrant Dink, gün ortasında ve herkesin gözü önünde öldürülmüştü. Daha öncesinde de Trabzon’da rahip Santoro bir cinayete kurban gitmişti.
Cinayetin işleniş tarzı “Hizbullah”ı çağrıştırıyorsa da, bunun Hizbullah’la ilgisi son derece zayıf görünüyor. Çünkü Hizbullah, uzun zamandır “eylem yapmama” kararı aldığını deklare etmiş durumda. Geçmişte yediği darbeden sonra, şimdi her ne yapmak istiyorsa, henüz bunun sürecini tamamlamış değil. Ayrıca Hizbullah, örgüt olarak gayrimüslimleri hedef alan bir yapılanma kategorisinde ele alınamaz. Bugüne kadar sadece bir Süryani’yi (Mihail) o da PKK içinde yer aldığı için hedef seçmişti.
Bıçakla boğaz kesme “kurban ritüel”ini hatırlatıyor. Bir ihtimal failler böylece bir mesaj da vermek istemiş olabilirler.
Olayın bağıra bağıra geliyorum diyen bir provokasyon olduğunda hiç kuşku yok. Cumhurbaşkanı seçimleriyle ilgili olabileceği göz ardı edilemez. Elbette bu tür provokasyonlar işlemekte olan süreci durduramaz; bu Meclis, usulüne ve belirtilmiş kurallara uygun olarak cumhurbaşkanını seçecektir. Eğer süreci kesintiye uğratma gibi bir amaç gözetilmişse, hiçbir faydası olmayacaktır. Ancak olayın daha derinlere inen birtakım sebepleri üzerinde de durmak gerekir.
Şiddeti, tahammülsüzlüğü, kolayca provokasyonlara yatkın olmayı kolaylaştıran bir iklimin içine itiliyoruz. Fikirlerini kaba kuvvet, şiddet ve teröre başvurarak savunan, bunu kendisi için bir ifade biçimi olarak seçen insanlar ve çevreler -özellikle gençler- giderek etkisini artırıyor. Trabzon türü yapılanmalar, hassasiyetleri malum şehirlerde ortaya çıkıyor ve maalesef yetkililer gereken tedbirleri alamıyorlar. Olayın polisiye ve siyasi yönü kadar psiko-toplumsal boyutu da önemlidir.
Zaman, 19.4.2007
|
Ali BULAÇ
20.04.2007
|
|
|
Sen bu işi bırak Özdemir |
Geçen gün kulağını çınlattığımız Özdemir İnce var ya, “1950 öncesine saldıranların AKP yağcılığı midemi bulandırıyor” demiş...
Kendilerine solcu süsü veren faşistler de benim içimi kaldırıyorlar.
Ama ben Özdemir gibilerine, Özdemir’in liberallere karşı kullandığı deyimlerle, “suratsız, rezil” gibi laflarla saldırmıyorum. (Özdemir İnce, “yeryüzünde bizim liberallerden, neo-liberallerden daha rezil olanı yok” gibi şık bir cümle yazdı geçenlerde.)
Elbette İnce’nin kastettiği ben değilim, çünkü benim gibi küçük bir yazar parçasıyla muhatap olmayacak kadar büyük ve önemli bir adamdır kendisi... Onun derdi, “kendi küfvü” olarak kabul ettiği Murat Belge falan türünden adamlar.
Ayrıca... Gerek başbakanın cumhurbaşkanı olmasını istemediğini, gerekse AKP’ye oy vermediğini ve vermeyeceğini çeşitli kereler açık seçik yazmış bir adam olarak da, “AKP yağcısı” lafını hiç mi hiç üzerime alınmadım aslında.
Fakat kendisine “her okuryazarın da CHP’yi tutmaya mecbur olmadığını” hatırlatmak isterim.
İnce ve onun gibiler (Livaneli de buna dahildir), 1950 yılında iktidara “mütegallibenin” geldiğini iddia ederler. Bu bir karşıdevrimdir. Halk, özgür ve serbest oylarıyla karşıdevrim yapmıştır. İktidar halka bırakılamayacak kadar ciddi bir iştir. Memleketi bürokrasi yönetmelidir.
(Hele ezanın Arapça okunması çok büyük bir karşıdevrim olmuştur. “Allahüekber” demek gericilik, “Tanrı uludur” demek ilericiliktir. Çünkü Türkçe söyleyince herkes anlar ama “Allahüekber” tamlamasının ne anlama geldiğini hiçkimse bilmez ve anlamaz bu ülkede! Allah ne demek, ekber ne demek acaba? Cahil halk nereden bilsin?)
Elbette ne Milli Şef döneminde yaratılan savaş zengini ve “muhtekir” tipini hatırlamak isterler Özdemir gibi adamlar, ne daha önce, yirmilerin sonları, otuzların başlarında CHP kanatları altında palazlanan “affairiste” takımını (başlarında Ahmet Hamdi Başar), ne de İttihat ve Terakki’nin İaşe Nazırı Kara Kemal’in besleyip büyüttüğü birinci savaş zenginlerini, bulgur krallarını, yağ krallarını, “vagon tacirlerini”, Topal İsmail Hakkı’ları falan... Çünkü işlerine gelmez.
Onların adamı olursa hamiyetli vatan evladı, diğer partiye destek verirse mütegallibe.
Neyse, CHP’nin solu ezmiş olduğunu utana sıkıla kabul ediyorlar artık, buna da şükür...
Tan Gazetesi ve matbaasına saldırıyı rahmetli babam mı örgütlemiş, Nazım Hikmet ve arkadaşlarını rahmetli babam mı yıllarca hapislerde yatırmıştı acaba?
Özdemir İnce, geçen gün, Recep Peker’e hak verdiğini ve İnönü’nün çok partili sisteme geçmekle iyi etmediğini de yazdı.
Bunu eleştiren “suratsız ve rezil”, üstelik “mide bulandırıcı” ha? Vah vah.
İnce, 1936 yılında TBMM dışında ve üstünde bir faşist konseyi kurulması girişimlerini hiç anmadan (belki de bilmiyordu), o dönemde “demokrasiye geçişin bütün altyapısının kurulduğunu ve hazırlıklarının yapıldığını” da yazmıştı bir zamanlar... Fakat tek bir örnek gösterememişti, çünkü yoktu böyle bir örnek.
Bu ne biçim demokrasidir ki, otuzlu yıllarda bütün hazırlıkları yapılıyor, ve fakat kırklı yıllarda ona geçmek henüz erken sayılıyor?
(...)
Sen bu işi bırak Özdemir, git çeviri yap. Va te faire voir ailleurs.
Akşam, 19.4.2007
|
Engin ARDIÇ
20.04.2007
|
|
|
Nokta baskını: Üç vahim şey |
Son zamanlarda haberciliğiyle kendisinden çok söz ettiren Nokta dergisi, biliyorsunuz geçen hafta Genelkurmay Askeri Savcılığı’nın emriyle polis tarafından basıldı, arandı ve dergi çalışanlarının bilgisayarlarının hard diskleri polis tarafından kopyalandı.
Bu baskın, yapıldığı günden itibaren çok tartışıldı. Tartışılması da doğal: Çünkü, gazete ve dergi gibi yayın organlarının bürolarının, sıradan işyerleri veya meskenlerden ciddi bir farkı var.
O fark, bu bürolarda da aslında bir kamu hizmeti görülmesinden kaynaklanıyor.
Önce olayı anlatmaya çalışayım:
Nokta dergisi, Genelkurmay İstihbarat Başkanlığı’nın Genelkurmay Harekât Başkanlığı’na hitaben kaleme aldığı bir yazışmanın belgesini ele geçirir ve yayımlar.
Söz konusu belge, Genelkurmay İstihbarat Başkanlığı’nın çeşitli sivil toplum örgütleriyle ilgili yaptığı bir çalışmanın belgesidir ve bu haliyle haber değeri de taşımaktadır. Nokta, bu belgenin kapağını yayımlar ama ekindeki listeyi gazetecilik ahlakından kaynaklanan kaygılarla yayımlamaz, çünkü burada adı geçen sivil toplum örgütlerinin töhmet altında kalmasını istemezler.
Nokta’nın yayımının ardından Genelkurmay Askeri Savcısı, derginin Genel Yayın Yönetmeni Alper Görmüş’ü arayarak belgeyi gönderip gönderemeyeceğini sorar. Görmüş, avukatlarına danıştıktan sonra gönderemeyeceklerini söyler.
Bunun üzerine askeri savcı, askeri mahkemeye başvurur ve bir arama emri çıkarır. Arama emri İstanbul polisine gönderilir. Polis, aramayı yapmak üzere nedense terörle mücadele şubesini görevlendirir.
Anlamlı bir tesadüf sonucu arama, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ın bütün televizyonlardan da canlı yayımlanan bir basın toplantısıyla Nokta dergisini ve onun yöneticisi Alper Görmüş’ü açıkça eleştirmesinden bir gün sonra yapılır.
Polisler aramanın başlangıcında çok sert davranır, Nokta çalışanı gazetecileri duvarlara yaslayıp üst baş araması da yaparlar.
Alper Görmüş, daha önce savcının istediği belgeyi mahkemenin arama emrini görünce polislere verir ama mahkeme emri sadece bu belgeyle sınırlı değildir, ‘Diğer belgeleri’ de kapsamaktadır. Polisler bilgisayarların hard disklerini kopyalamaya başlarlar.
Aslında durum birbirinden bir hayli farklı üç nedenle çok vahim.
Birinci neden, Genelkurmay İstihbarat Başkanlığı gibi esasen ulusal güvenliği yakından ilgilendiren son derece hassas bilgilerin ve belgelerin bulunduğu bir yerden belge çalınması ve bunun bir yayın organına gönderilmesi, sözü edilen kurumun iç güvenliği açısından endişe verici bir duruma işaret ediyor.
Bu belge çıktığı bilinen bir belge peki ya bilmediğimiz neler çalındı acaba Genelkurmay’dan? Durum çok vahim. Umarım Genelkurmay Savcılığı’nın yürüttüğü soruşturmanın tek muhatabı Nokta değildir, hatta Nokta’nın soruşturmadaki rolü ‘tanık’ sıfatıyla ifade edilen bir roldür ve savcılık esasen bu ulusal güvenlik meselesini soruşturmaktadır.
İkinci önemli nokta, belgenin içeriğiyle ilgili. Genelkurmay İstihbarat Başkanlığı hangi sebeple yurt içinde faaliyet gösteren sivil toplum örgütlerini araştırmıştır acaba? Hangi sebep böyle bir araştırmayı haklı gösterebilir? Böylesi istihbari veya adli araştırmaları yapacak başka güvenlik örgütü yok mudur devletin ki, Genelkurmay bu işi kendi kısıtlı imkânlarıyla yapmaya kalkışmıştır? Genelkurmay Başkanlığı’nın bu konuda da toplumu bilgilendirmesi gerekiyor.
Üçüncü nokta ise, Nokta dergisine yapılan baskının üslubuyla ve içeriğiyle ilgili. Polisin kullandığı üslup kabul edilemez, onaylanamaz. Basılan yer bir terör hücresi değil, herhangi bir direniş ihtimali olan bir yer değil, kaldı ki dergi yönetimi polise yardımcı olmak için elinden geleni yapmış. İstanbul Emniyeti’nin Nokta çalışanlarından özür dilemesi gerek. Sadece bu da yetmez, mahkemenin arama emrinin genişliği de bence kabul edilemez. ‘Diğer belgeler’ ne demek? Diyelim o an dergi muhabirlerinin elinde olan Devlet Su İşleri ile ilgili belgeden Genelkurmay Savcılığı’na ne? Bu yapılanı dergiye gözdağı verme çabası olarak yorumlamak pekâlâ mümkün. Sadece Nokta’ya da değil, bütün Türk basınına gözdağı verildi bu baskınla.
Radikal, 19.4.2007
|
İsmet BERKAN
20.04.2007
|
|
|
Lânet olsun! |
Malatya’da Hıristiyanlıkla ilgili kitaplar satan ve İncil dağıttığı belirtilen Zirve isimli bir yayınevine baskın...
Üç ölü, bir yaralı.
Ölenlerden biri Alman uyruklu.
Vali Daşöz’ün ilk açıklaması:
“Cesetler elleri ve ayakları arkadan bağlanmış ve boğazları kesilmiş halde bulundu.”
Korkunç.
Dehşet verici.
Böylesine bir vahşeti lanetlemek için belki sözcükler yetersiz. Belki de böylesine bir barbarlık karşısında sözün hükmü kalmadığı için sözcük bulmakta zorlanıyorum.
Lanet olsun!
Nasıl bir davadır ki bu, insanları ellerinden kollarından sandalyeye bağlayıp gırtlaklarını keserek öldürtebiliyor?
Bir insan nasıl bir dava uğruna böylesine bir gözü dönmüşlüğe kendini kaptırabilir? Bir insan hangi dava uğruna böylesine ilkelleşebilir?
Ne diyeyim?
Fanatizm.
Nasıl bir fanatizm?
Dinci fanatizm...
Irkçı fanatizm...
Ya da ikisi birden...
Böylesine bir vahşete kendini kaptıran o kafa hangi bataklıkta, nasıl yetişti?
O bataklık nasıl oluştu?
Nefret tohumları o bataklığa nasıl ekildi? Farklılıklara tahammülsüzlük, hoşgörüden nasipsizlik, kendi gibi olmayana düşmanlık zaman içinde zehirli sarmaşıklar gibi nasıl boy atıp durdu bu bataklıkta?
Biliyorum, hep aynı sorular.
Biliyorum, ilk kez olmuyor bu korkunç cinayetler...
Ne Madımak’lar, ne Kahramanmaraş’lar yaşandı bu ülkede. Ne Bahçelievler katliamlarına tanık olduk bu ülkede... Daha altı yedi yıl önce değil miydi, Hizbullah cinayetleri ile sarsılmıştık. Toprak altından domuz bağıyla bağlı cesetler çıkarılmıştı günler boyu...
Tümü de kepaze sayfaları oldu tarihimizin... Ya Trabzon’da işlenen Rahip Santoro cinayeti...
Peki ya Hrant Dink...
Kardeşim Hrant’ın sevgili eşi Rakel’in cenaze törenindeki sesi kulağımdan hiç gitmiyor:
“Ah kardeşlerim,
Yaşı kaç olursa olsun, bir zamanlar bebek olduğunu biliyorum; bir bebekten bir katil yaratan o karanlığı sorgulamadan hiçbir şey yapılamaz kardeşlerim.”
O karanlığı yırtmak!
İşte asıl mesele bu.
Cinayetlerin arkasındaki karanlıkları aydınlatmak...
Cinayetlere yol açan o zihinsel karanlıkların arkasındaki nedenlere eğilmek...
Kendinden olmayana, kendisi gibi düşünmeyene nefreti anlamaya çalışmak... Farklı dinden, farklı inançtan, farklı dilden, farklı renkten, farklı kökten olana düşmanlığı yerli yerine oturtmaya çalışmak...
İşte gerçek sorun bu.
Bir türlü çözemediğimiz sorun bu. Bataklığı kurutmanın yollarında yürümeyi öğrenemiyoruz.
Aileden, anaokulundan başlayarak çağdaş eğitim ve öğretim sistemini, demokratik hukuk düzenini, insan haklarını, demokrasinin a, b, c’sini bir türlü devlet ve toplum düzenimizde geçerli kılamıyoruz.
Çok şey lafta kalıyor.
Bunlara bir de aş ve iş sorunları binince, her türlü fanatizmi kolayca bayraklaştırabilen, ötekini düşmanlaştıran, kendinden farklı düşünenleri din düşmanı, vatan haini, satılmış görebilen, hoşgörü ve tahammül yoksunu nesiller yetişiyor.
Buna bir de polisteki, güvenlik güçlerindeki yetersizlikler eklenince, katillerin işi kolaylaşıyor.
Ülkemizin işi güç, hem de çok güç.
Karanlığı yırtmak için yapmamız gereken daha çok şey var. Allah kolaylık versin ülkemize...
Milliyet, 19.4.2007
|
Hasan CEMAL
20.04.2007
|
|
|
|