|
|
ÂYET-İ KERİME MEÂLİ
Yeryüzündeki herkes fânîdir. Bâkî olan, yalnız, celâl ve ikram sahibi olan Rabbinin zâtıdır.
R
Rahman Sûresi: 26-27
|
19.04.2007
|
|
HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ
İnsanların en açı ilim isteklisidir, en tok olanı da ona istek duymayandır.
Câmiü's-Sağîr, c: 1, no: 114
|
19.04.2007
|
|
Peygamberimizin (asm) şahsiyet-i mâneviyesini idrak etmeli
İ’lem eyyühe’l-aziz!
Tavus kuşu gibi pek güzel bir kuş, yumurtadan çıkar, tekâmül eder, semâlarda tayerana başlar. Âfak-ı âlemde şöhret kazandıktan sonra, yerde kalan yumurtasının kabuğu içerisinde o kuşun güzelliğini, kemâlâtını, terakkiyatını arayıp bulmak isteyen adamın ahmak olduğunda şüphe yoktur. Binaenaleyh, tarihlerin naklettikleri Peygamberimizin (asm) bidâyet-i hayatına maddî, sathî, surî bir nazarla bakan bir adam, şahsiyet-i mâneviyesini idrak edemez. Ve derece-i kıymetine vâsıl olamaz. Ancak bidâyet-i hayatına ve levâzım-ı beşeriyetine ve ahvâl-i zahiriyesine ince bir kışır, nazik bir kabuk nazarıyla bakılmalıdır ki, o kışır içerisinden, iki âlemin güneşi ve tûbâ gibi şecere-i Muhammediye (asm) çıkmıştır. Ve feyz-i İlâhiyle sulanmış ve fazl-ı Rabbâniyle tekâmül etmiştir. Binaenaleyh, Nebiy-yi Zîşanın (asm) mebde-i hayatına ait ahvâl-i suriyesinden zayıf birşey işitildiği zaman üstünde durmamalı; derhal başını kaldırıp etraf-ı âleme neşrettiği nurlara bakmalı.
Maahaza, mebde-i hayatına şek ve şüpheyle bakan adam, herhalde masdarla mazhar, menba ile mâkes, zatî ile tecellî aralarını fark edemiyor. Ve bu yüzden şüpheye düşer. Evet, Nebiy-yi Zîşan (asm) tecelliyât-ı İlâhiye mazhar ve mâkestir; masdar ve menbâ değildir. Çünkü, o zat yalnız âbiddir ve ibadetçe herkesten ileridir. Demek, bu kadar görünen terakkiyat, kemâlât onun zatî malı değildir. Ancak hariçten verilen, Rahmân-ı Rahîmin tecellîleridir. Evvelce beyan edildiği gibi, hiçbir şey, bir zerreye bile mânâ-yı ismiyle masdar olamaz. Amma bir zerre, mânâ-yı harfiyle semânın yıldızlarına mazhar olur. Yalnız gafletle o zerrenin masdar olduğu zannıyla bakıldığından, san’at-ı İlâhiyeyi tâğûtî bir tabiata mal ederler.
Mesnevî-i Nuriye, s. 74
Lügatçe:
tekâmül: Olgunlaşma.
tayeran: Uçma.
âfak-ı âlem: Âlemin ufukları.
terakkiyat: İlerlemeler, gelişmeler.
bidâyet-i hayat: Hayatın başlangıcı.
surî: Görünüşte olan, şeklî.
şahsiyet-i mâneviye: Manevî şahsiyet, manevî kişilik.
levâzım-ı beşeriyet: İnsanın ihtiyaçları.
ahvâl-i zahiriye: Görünürdeki haller.
kışır: Kabuk, dış taraf.
tûbâ: Ebedî saadet, Cennetteki bir ağacın adı.
şecere-i Muhammediye: Hz. Muhammed’e ait, onunla ilgili yaratılış ağacı.
mebde-i hayat: Hayatın başlangıcı.
ahvâl-i suriye: Görünürdeki haller.
maahaza: Bununla birlikte.
şek: Şüphe, zan, tereddüt.
masdar: Kaynak, birşeyin çıktığı yer.
mazhar: Birşeyin çıktığı, göründüğü yer.
mâkes: Akseden yer, yansıma yeri.
menbâ: Kaynak.
âbd: Kul.
tecellî: Görünme, belirme.
mânâ-yı ismî: Birşeyin kendi başına taşığıdı anlam.
mânâ-yı harfi: Birşeyin kendisini değil de sanatkârını, ustasını, sahibini bilip tanıtan mânâ.
tâğûtî: Azgın, sapık.
|
19.04.2007
|
|
Ben ve dünyam
Elimde kalem başladım yazmaya. Ben kimim, ben neyim? Yıllarca tekrarlanan aynı şey. Adım Ayşe, Fatma, Zeynep, Hilal… Ne yapıyorum? Öğrenciyim, öğretmenim, ev hanımıyım… Ve kalıplaşmış kimlik bilgilerim. Sahiden ben kimim? Belki de ilk defa bu sorunun cevabının bu kadar zor olduğunu fark ediyorum. Zihnim yüksek dağların dumanlı tepeleri sanki. Soğuk ve bulanık, karmakarışık.
Ben dünyalıyım. Dünya beş harfli bir kelime. Ama o kadar küçük değil. Büyük, çok büyük. Belki beş yaşında, küçük bir kızın hayal dünyasının sınırlarını zorlayacak kadar büyük. Dünya gördüğümüz canlı cansız topluluğundan ibaret değil. Kaldırımların tozları, sahilde bir çakıl taşı, elmanın içinde minik bir kurt. Bunlara karşılık asırlık bir çınar ağacı, Titanik gibi bir gemi, dipsiz kör kuyunun dibindeki bir su yılanı. Dünya bunlar gibi milyonlarca varlık barındırıyor içinde. Hepsi de mükemmel bir ustanın elinden çıkmış şaheserler. Kayaların dibinden taşları yarıp çıkan nergis çiçeğini besleyen incecik narin bir damardan tut; kâinatı sevgisiyle ısıtan, mutluluğa aydınlatan ateş topuna kadar her şey muhteşem bir düzenle ve harika bir güzellikle yaratılmış.
İşte ben bu harikalar tezgâhı olan dünyada yaşıyorum. Ve dünyayı düşünüyorum. Kocaman bir ağacın fihristesini kendinde saklayan minicik çekirdeğini, yapraklarını besleyen damarlarını düşünüyorum. Ölen bir hayvanın toprağa karışıp işlenmesini, arıların çiçeklerden nasıl bal özü topladığını… Ben şunu biliyorum ki; dünyadaki her şey mükemmel bir düzene göre yaratılmış. Eksik olan bir şey, kusurlu bir yer görmek mümkün değil. Her canlının vazifesi belli ve görevlerini şaşırmadan, karıştırmadan yerine getiriyorlar. Kum denizi kadar karıncanın bile bir vazifesi var ve hiç biri gereksiz yaratılmamış. Başıboş ve israf değil.
Ben bu dünyanın sultanı hükmünde olan bir insanım. Kâinattaki her şey benim emrime, benim hizmetime verilmiş. Ben olmasaydım hiç bir şeyin anlamı kalmazdı. En gizli, en derin muammaları araştıran benim. Denizin dibindeki balıkların nasıl yaşadıklarını, toprak altındaki tohumların nasıl can bulduklarını keşfediyorum. Hangi bitkinin neye şifa olduğunu araştırıyorum. San'atı inceleyerek, san'atkârı bulmaya çalışıyorum. Ben kâinatı zulümattan aydınlığa çıkartan, başıboşluktan alıp anlam yükleyen bir insanım.
Ben insanım ve insanları inceliyorum. Kâinatın küçültülmüş bir örneği olan insanı merak ediyorum. Yerinden oynamasıyla vücudu alt üst eden orta kulaktaki kristalleri, dişleri besleyen incecik kan damarlarını hayranlıkla inceliyorum. Teknolojinin odak noktasına oturmuş ve herkesi hayrette bırakan bilgisayar sisteminin insan beynine asla yetişemediğini görüyorum. Bütün bunlara gücü yetebilen kudret sahibi o büyük Zata çıkıyor yolum. Sonra insanın yaratılış amacına bakıyorum. İlk önce imtihan için cevabı çıkıyor karşıma. Doğru yolda yürüyebilme, yanlışa sapmama çabası var. Her an imanını yitirme korkusu var. Kabre imanla girmek, iman kurtarma meselesi var. Sonraki cevap Allah’ın isim ve sıfatlarını araştırıp gösterebilmek oluyor. İş yerlerindeki güvenlik kameralarına bakarak Allah’ın Er-Rakîb ismini; ömrünün çoğu hapislerde gözetim altında geçmiş, defalarca zehirlenmiş, acı ve elemlere maruz kalmış, ama bunlara sabır ve metanetle karşılık veren bir zata bakarak Es-Sabur ismini görebilmektir. Yeni doğan bir bebeğin rızkının memeler musluğuyla önüne getirilmesinde Er-Rezzak ismini; bir çift güvercin ve incecik örümcek ağıyla Habibini korumasında El-Hafîz ismini hatırlayabilmektir. Ve ahiret mezrası olan şu dünyadayken ahiret için çalışmaktır.
Ben insanım ve kâinatla, kâinatta olup biten her şeyle alâkadarım. Benim amacım bu olaylara iman dürbünüyle bakabilmektir. Bulutları yararak gökyüzünde ilerleyen uçağı görünce, oturduğu yere şöyle bir kurularak, ayak ayak üstüne atıp, “Zübeyir yap bir kahve, nev’imle iftihar ediyorum” diyebilmektir. Ecnebilerin başarılarını takdir edip aynı zamanda onlara minnet etmediğini gösterebilmek, medeniyeti İslâmiyet lehinde kullanabilmektir. Kalemi kalbin en derinindekileri çıkartmak; mürekkebi fıtrattaki gerçeği somutlaştırmak, gazeteyi de bu hakikatleri haykırmak için kullanabilmektir.
Ben bir insanım ve kendimi bir saraya benzetebilirim. Çeşit çeşit odalarım var. Odalarımda eşyalar ve süsler var. Ben biliyorum ki; sarayımın temelini sağlamlaştırmadan üst katlara çıkamam, eşyalar yükleyemem ve süslemeler yapamam. Yine biliyorum ki hayatımın sağlam bir şekilde devam edebilmesi, aldığım her nefeste huzur bulabilmem, kalp ve ruhumun ayakta kalabilmesi için gerekli olan şey dinî bilgilerimin sağlam olmasıdır. Dinim bende tam olarak oturmuşsa; zamanla kuvvetlenmişse, “en azgın ölümler ona zincir vuramazlar, volkan gibi coşkun akıyor durduramazlar” mısralarında ifadesini bulan o engin imana sahip olmanın mutluluğunu yaşarken, sarayımın sağlam temellere oturduğunu görmüş olurum.
Sarayımın temellerini iman esaslarının üstüne oturttuktan sonra eşyaların yerleştirilmesine ve süslemelere geçebilirim. Bu eklemeler fennî ilimlerdir. Dinî bilgiler tek başına eksik kalır. Bu eksiği tamamlayan fen ilimlerini almadan mükemmel insan seviyesine gelemem. Fen ilimlerini, din ilimleriyle birleştirip; kâinatta Allah’ı bularak gerçek mânâdaki ilime ulaşmış olurum.
İnsanlığın madde düşkünü, dünya tutkunu olduğu bir asırda, dinin temellerine yapılan saldırılar karşısında yapmam gereken imanımı kurtarmaktır. İmanımı ve benliğimi koruyup, Kur’ân’a hizmet edebilmektir. Sonra cemiyete hizmet etmektir. Uçurumun kenarında yardım bekleyen binlerce kişiden birinin elinden tutup, imanını kurtarmayı dünya cennetlerine tercih edebilmektir.
İnsan, Yaratıcısını tanımadıktan, iman nurunu kazanamadıktan sonra, dünyanın sultanı olsa ne çıkar ki?
Sonra dünya eğlencelerinde, madde tutkusunda boğulmamalıyım. Herkesin sıkı sıkıya madde sevdasıyla bir ömür harcadıkları bir zamanda; “çam dağındaki maneviyatı, İstanbul’un en güzel yerinde, en muhteşem yapıda, Yıldız Sarayına değişmeyecek” kuvvetimin olması gerekiyor. Önüme sunulan para, makam ve mevkiyi bırakarak, şöhret kapılarını açmayacak gücü kazanmam şart.
Dünyaya önem vermeyen bir insan, musibetleri sabır ve metanetle dimdik ayakta karşılar. Çünkü her şeyin Allah’tan geldiğini ve asıl tasarruf sahibinin o olduğunu bilir. Ölümü bile hiçe sayarak dünyaya meydan okuyan insan; Hz. Mevlânâ gibi ölümü “şeb-i aruz”a, Bediüzzaman gibi “nevruz gününe” benzetir. Yunus Emre misâli; “Allah’a kavuşabilmek için gereken kapının geçilmesi” gözüyle bakar ve ölümü merdane gülerek karşılar. Benim ve benim gibi olan şahs-ı manevînin diğer azalarının ölüme bakışları böyle olmalıdır.
Bu dehşetli asırda serseri insanlar içinde, neticesiz bir hayatta, korumasız bir şekilde, aciz olan ben sahibimi tanımazsam, gerçek mülk sahibini bilmezsem ne kadar biçare olduğumu herkes anlar. Ben hayatı böyle düşünüp, dünyaya bu gözle bakıyorum. Çünkü Nurlardan aldığım ders beni bu yola götürüyor. Hayatımın ayrılmaz bir parçası olan Risâle-i Nur eserlerine ebediyen minnet borçluyum…
|
Fatma Nur ÇÖMÇE
19.04.2007
|
|
Nurlu ve hoş bir seminer
Geçen hafta Risâle-i Nur Enstitüsü Ankara Şubesinin organizasyonuyla Sağlık-İş Sendikası konferans salonunda Dr. Levent Bilgi, “Risâle-i Nur’u Okuma Metotları” konusunda yaklaşık 200 kişilik bir dinleyiciye seminer verdi. Yazarın aynı konuda bir de kitabı var.
Semineri baştan sona dikkatle izledim ve çok istifade ettim. Yıllarca okuyup ülfet peyda etmiş olduğumuz Kur’ân tefsiri olan Risâle-i Nurları, nasıl okumamız konusunda bizlere önemli ipuçları verdi.
Risâle-i Nur’a kadar İslâm tarihi boyunca yazılan tefsirlerin tamamına yakınının Arapça ve Farsça olarak yazılmış olduğunu, ilk defa olarak Risâle-i Nur’la birlikte âyetlerden süzülen nurun hayata girdiğini belirten Dr. Levent Bilgi, etkili bir okumada Risâle-i Nur’un hayatımızdaki karşılığının ne olduğunun iyi tespit edilmiş olması gerektiği üzerinde önemle durdu.
Dr. Levent Bilgi’nin Risâle-i Nur okumalarında göz önüne alınması gereken önemli tesbitleri;
* Değerli olan eserlerin birden bire anlaşılmasının mümkün olmadığını, bunun için de liyakat kazanıp, seversek ve tüm samimiyetimizle kendimizi Risâle-i Nur’a verirsek hakikatlerin bizlere açılacağı,
* Çok daha derinlerde olan manevî madenlerin/hakikatlerin çıkartılması için sabır, zaman ve meşguliyet gerektiği,
* Risâle-i Nur’un kişiyi imana davet ettiği, imanını kuvvetlendirirken de sosyal ve siyasî hayata hazırladığı,
* Risâle-i Nur’un artık şerh ve izahlarla ferdî ve toplumsal meselelere çözümler sunma devresinin başlamış olduğu, bu nedenle de Risâle-i Nur’un meselelerine dikkatle bakmak ve dalgıç gibi derinleşmek gerektiği,
* Bir ağacın, gölgesinden en güzel meyvesine kadar istifade edilecek birçok şeyi varken, sadece gölgesine razı olmak anlamına gelen yüzeysel okumaların maddî ve manevî hayatımıza katacağı çok şeyin olmadığı,
* Başka bir âlemden gelmiş uzaylı gibi, Risâle-i Nur’daki meseleleri tefekkür etmek gerektiği,
* Sürekli gelişmek ve derinleşmek için şahsî, toplu ve birkaç kişilik müzakereli okumaların ihmal edilmemesi gerektiği, bunların biri birisiz olamayacağı,
* Toplu yapılan derslerdeki sapmalara dikkat edilmesi gerektiği, okuyanın vazifesinin sadece tebliğ etmek olduğu, hiç kimseyi bir şeylere inandırma zorunluluğu olmadığı,
* Bizi rahatsız eden ve düşünmeye davet eden farklı yaklaşımlara açık olunması,
* Risâle mütalaalarıyla değişimin sağlanması ve değişerek uyanık bir şuurla muhatap olunması,
* Daha çok düşünerek mütalaa edilmesi ve günlük hayatımıza yansıtılması, şeklindedir.
Dr. Levent Bilgi, Lahikalarda Üstad Bediüzzaman’ın ve talebelerinin okuma yerine, özellikle mütalaa kelimesini kullanmalarının gayet anlamlı olduğunu ifade ederek, Risâle-i Nur’da sosyal, ailevî ve kişisel hayatımıza çözümler bulamıyorsak ve bir yerlerde sıkışıp kalıyorsak problemin hayatı iyi okuyan Risâle-i Nur’da değil, bir okur olarak kendimizde olduğunu iyi bilmek gerektiği üzerine dikkatleri çekti ve bizleri müzakereli mütalaaların derin düşünce ikliminin güzelliklerinden her zaman istifade etmeye davet etti.
Güzel nükte ve hatıralarla süslenen seminerin, gayet samimi bir hava içerisinde geçtiğini ve çok da keyif aldığımı belirtmek isterim.
Risâle-i Nur Enstitüsü Ankara Şubesi adına Sn. Dr. Levent Bilgi’ye ve bu güzel seminer için salonunu bizlere açan Sağlık-İş Sendikası Başkanı Sn. Mustafa Başoğlu’na çok çok teşekkürler ediyoruz.
|
Kadir AYTAR
19.04.2007
|
|
Mehmet Emin Birinci Ağabeyin aziz ruhuna...
Sen büyük bir dâvânın çilekeş hadimi
Sen iman-Kur’ân hizmetinin mücahidi..
Sen Nurlarla hizmeti baş gaye edinen
Sen Nurları okuyup, okutup dinleyen..
Sen sadıktın, Nurlardan ayrılmadın asla
Muvakkat ayrılıkla gözümüz doldu yaşla.
Sen Bediüzzaman’dan bize yadigârdın
Sen Nurlarla hizmet eden bir ağabeydin..
Sen nezaket ve hakikat timsâli idin
Sen dünyadan gittin kalbimizdedir yerin.
Sen azimle yürüdün hep bu Nurlu yolda
Yılmadın yıkılmadın yürüdün Nurlarla..
Hapisler, zulümler sarsmadı benliğini
Yanında görüyordun Bediüzzaman’ı
Ey büyük mücahit! Sen Üstad’la yaşadın
Hep Nurları okuyup, Nurlara inandın..
Bugün gitti isen gözümüzün önünden
Hatıraların var, parlaktır daha dünden.
Melek olmuştun, görmedim ruhun uçunca
Acılar bitti burada, güller açar orada..
Neşeli, güleçtin, gülümserdin bizlere
Gözyaşı olsa da, kavuşuruz sizlere…
|
Celal YALÇIN
19.04.2007
|
|
|
|